24 Haziran 2016 Cuma

KEŞİŞ YENGEÇLERİNİN HÜZNÜ VE NEŞESİ

Basel el Maqosui

RAHMİ ÖĞDÜL
24.06.2016
Çok kötü durumda yakaladılar bizi, kabuksuz, çırılçıplak. Kabuğumuzu terk ettiğimiz, ama kendimize yeni bir kabuk bulamadığımız saldırıya açık, en zayıf anda. Keşiş yengeçlerini bilirsiniz; kabuk üretemedikleri için boş buldukları kabuklara yerleşirler ve kabukları dar geldiğinde terk edip yeni bir kabuk ararlar kendilerine. Ve işte o an, en zayıf oldukları andır. Yumuşak ve çıplak karınlarıyla avcılar için kolay lokma. Bir an önce yeni bir kabuğa yerleşemezlerse ölecekler.
Toplumsal mücadeleler tarihi, dayanışma ağlarının örülme tarihidir ve iktidarın sömürüsüne, baskısına, istismarına, dışlamasına karşı girişilen sınıfsal, cinsel, etnik mücadelelerle ilmek ilmek ördüğümüz ve kendimizi gerçekleştirme alanları yarattığımız korunaklı ağlarımız vardı. Bu ağları parçaladılar ve bir başımıza kaldık, çırılçıplak ve o zamandan beri boş bulduğumuz, konut dedikleri kabuklara sokuyoruz en yumuşak yerlerimizi. Ve kabukların içinde iktidarın ve medyanın yalanlarıyla döşediğimiz hayatlar sürdürüyoruz. Dayanışma ağlarının yerinde yeller esiyor şimdi. Varsa yoksa kabuklarımız; hepsi birer tasarım ürünü; yalanlarla örülü yaşamlarımızda yalandan tasarımlar olarak kabuklarımızı parlatıyoruz. Parlak kabukların yalnızlığı.
Hiç bu denli çıplak ve zayıf ve kırılgan yakalanmamıştık ve hiç bu denli yapayalnız; keşiş yengeçlerinin hüznü. Kırılgan kabukların içine yerleşsek de hep kabuksuz, çırılçıplak hissettik kendimizi. Yalanla parlattığımız kabuklarımızın aslında olmadığını ve tüm çıplaklığımızla avcılara yem olacağımızı biliyorduk. Oluyoruz da. Tek tek avlıyorlar bizi; üniversitede, okulda, sokakta, hatta sığındığımız kabukların içinde bile. Bir hiçiz şimdi. Bu hiçliğimizi kendimize bir türlü itiraf edemiyor, beden denilen kabuklarımızı da tasarım ürünü haline getirip nesneleşmenin hüznüyle kahroluyoruz. “Görünmez Kentler” kitabında Italo Calvino, toplumsal ilişkilerden koparılmış çıplak bedenlerin nasıl da bir hiç olduklarını ne de güzel anlatmıştır. Bu anlatı, bombalarla kentleri başlarına yıkılan ve toplumsal ağları parçalanan Doğu’daki ve bir kabuk gibi konutlarına sığınan Batı’daki insanların ortak trajedisidir: “Ersilia’da oturanlar kentin yaşamını ayakta tutan bağları belirlemek için evlerin köşeleri arasına, renkleri akrabalık, takas, otorite, temsil ilişkilerine göre değişen, beyaz veya siyah veya gri veya siyah-beyaz ipler gererler… Ersilia’yı terk edenler tüm ev eşyalarıyla konakladıkları bir tepenin eteğinden ovada yükselen kazık ve ip kargaşasına bakarlar. Ersilia kenti hâlâ odur, kendileri ise bir hiç.”
Şimdi, kentlerini terk etmek zorunda kalanlar, toplumsal ağlarından koparılanlar, bir tepeden görünmez kentlerine baktıklarında bir hiç olduklarını anlıyorlar. Nasıl da parçaladılar ağlarımızı, nasıl da düştük tuzaklarına? Doğanın ve toplumun bağrına bir bıçak yarası gibi çizilen düz çizgilerle bizi birbirimizden ayırmalarına izin verdik. Birbirimize dolandığımız ve dolandıkça birbirimizle kaynaştığımız kıvrımlı yollar çizgisel yollarla parçalandıkça, giderek daha da yalnızlaştık ve sonunda, kapitalizmin otoyolunda bir başımıza, birbirimizle yarışırken bulduk kendimizi. Bizi, dayatılan hedefe ulaştıracak düz çizgiyi reddedecek ve eşeklikte ısrar edecektik. Ama biz uslu çocuklardık, iktidarın sözünü dinledik: “İnsan dosdoğru yürür, çünkü bir hedefi vardır… Eşek zikzak çizer” (Le Corbusier). Oysa insanın düz çizgiye sığmayacağını söyleyenler de vardı, Tennessee Williams’ın “Arzu Tramvayı”ndaki kahramanı gibi: “Düz nedir? Bir çizgi düz olabilir ya da bir cadde, fakat insanın yüreği, dağların arasından geçen bir yol gibi kıvrımlıdır.” İnanmadık.
Şimdi faşizmin dümdüz çizgisinde yapayalnızız, hüzünlü ve çıplak; ama unutmayın, dağ gibi yüreğimiz var bizim, yolları kıvrım kıvrım ve görünmez kentleri görünür kılmak için arzumuz. Yüreklerimiz asma sürgünleri gibi, birbirine dolanmaya teşne. Sahte bir kabuk aramayın artık; yüreklerinizin kıvrımlı yollarında yürüyün, birbirinize doğru ve sarılın; sonra bir köşeyi döndüğümüzde, bir de bakmışız, görünmez kentlerde yaşamın ve direnişin neşesi; sakın şaşırmayın!

    19 Haziran 2016 Pazar

    BOĞA BİR DALGADIR, AH BİR DOKUNSAN!



    Francis Bacon, "Study of Bull", 1991

    RAHMİ ÖĞDÜL

    17.06.2016

    “Küçük bir dalga yakalayabilsem ne kadar iyi olurdu.” Bir sörfçü söylemiyor bunu; bir ressamın, Francis Bacon’ın arzusu (aktaran Deleuze, İki Delilik Rejimi, Bağlam). Keşke biz de bir dalga yakalayabilsek, ne iyi olurdu. Kolay değil bir dalgayı yakalamak, dalgayla akıp gidebilmek; çeperlerinin eridiğini ve sıvı haline geldiğini duyumsamak. Zevklerin peşinde koşanların dalgayı yakalaması zor; her zevk ya da haz, bizi dalga olmaktan alıkoyuyor çünkü; akışı, süreci kesintiye uğratıp iktidar tuzaklarına düşürüyor, haz vadeden metalara yakalanıyoruz. Haz ya da zevk (pleasure); her ikisi de aynı kapıya çıkıyor ve her ikisi de akıp giden, şeyler arasında bağlantılar kurarak kendi içkinlik düzlemini yaratan arzudan (desire) kökten farklı. Bizi deli gibi hazların peşinden koşturuyorlar da kimse bize arzularınızın peşinden koşun demiyor. Bu işte bir bit yeniği olmalı. Zevk peşinden koşmaktan yoruluyor ve gün sonunda, “Zevkleri dert edindim, bende neşe ne arar” diyebiliyoruz. Zevkler tüketiyor çünkü, arzuysa kudretlendiriyor.
    Arzu dalgası
    Çok nadir anlarda dalgayı yakaladığımız oluyor tabii, akış kabuğumuzu çatlattığında. Bu dalga, arzu dalgasıdır. Dalga olmak, artık “ben” diyemediğimiz andır. Çünkü yeryüzünü kateden ve içimizden geçerek bizi dalgalandıran böyle bir duygulanım, “ben” denilen bir kabuğu parçalayacaktır. Denizin dalgalı yüzeyine sırt üstü yatıp suyun bir molekülüne dönüştüğünüzde, dalgalarla birlikte dalgalandığınızda dalga olmuşsunuzdur. İçimizden geçen bir duygulanım dalgası, bizi evrenin tüm ayrıksı öğeleriyle birleştirmiştir. Sanat da bizi yakalayan bir dalgadır; sanatla birlikte dalgalanır ve dalgalandırırız. Müzikte bir ses dalgasına, resimde bir renk dalgasına, metinde sözcüklerin dalgasına kapılırsınız. Kendinizi yitirdiğiniz andır bu anlar. Ya da toplumsal bir dalgaya dönüşür ve hep birlikte dalgalanırız. Gezi denizinde kendimizi nasıl da yitirmiş ve dalga olmuştuk.
    Dalga çerçeveyi, figürün konturlarını parçalayandır. Hayatı bir yapboz bulmacası gibi gören ve yapbozun parçalarını çerçeve içindeki yerlerine uydurmaya çalışan iktidarın tavrına yaşamsal bir direniştir, dalga olmak. Hiç bıkmadan, usanmadan yaşamayı önerir dalga ve yaşamın çerçevelere ve sınırlara hapsedilemeyeceğini. Bir dalganın arzusu, form hapishanesinden kurtulmak ve evren denizinde akmak ve olmadık bağlantılar kurmaktır. Çerçeve, iktidarın evrene yönelttiği ve içini kendi imgesine göre düzenleyeceği, bozup tekrar yapabileceği bir hapishanedir. Planını ve parçalarını istediği gibi şekillendirebileceği bir yapboz hapishanesi.
    Bu çerçevenin içinde arzulu değil, hazlı varlıklar barınabilir ancak. Çünkü arzuyu yapbozun planına uyduramazsınız, taşkındır, kesilip biçilmekten hoşlanmaz; deli gibi akarak kesintisiz bir düzlem yaratır kendine. Ve onun dokunması hayat öpücüğü gibidir, öptüğünde yapbozun ölü parçalarını canlandırır. Arzu bir süreçtir; yapbozun kesintili planını, ayrı duran parçalarını bir tsunami dalgasına dönüştürdüğünde ne çerçeve ne de figür kalmıştır. Haz ise arzu akışlarını kesintiye uğrattığından, yapbozun planına dahildir. İktidar için sorun, hazlı varlıklar değil, arzulu bedenlerdir.
    Yasayı ihlal et ve hazzı yaşa
    Çerçevenin içi yasanın alanıdır. Ve yasa, kendi ihlalini üreterek işler. Bir tarafta yasa koyucu Kant, öte yanda bu yasayı ihlal eden Sade, Lacan’ın deyişiyle. Ve her ikisi de yapbozun parçalarıdır. Yasayı ihlal et ve hazzı yaşa; sonra yine yapbozun parçası ol. Yasa-ihlal kısırdöngüsünde oyun kurucu hep iktidardır ve yapboz iktidarın oyun alanıdır. Arzunun buna katlanmasını bekleyemezsiniz.
    Aydınlığa yönelmiş dalga
    Francis Bacon bir söyleşisinde “Küçük bir dalga yakalayabilsem ne kadar iyi olurdu” demişti. Ölümünden önce yaptığı son resminde dalgayı yakalamış olmalı: “Boğa çalışması”. Arzulu ve kudretli bir hayvan. Karanlık boşluğa sırtını dönmüş ve karanlıktan kaçarak aydınlığa yönelmiş bir dalga. Boynuzları bir orak gibi parlıyor ışıkta. Şimdi, karanlığa sırtlarını dönen boğaların mikro devinimiyle dalgalanıyor ruhumuz; dalgaların neşesi. Kadıköy, Altıyol’daki Boğa Heykeli’nin yanından her geçişimde donmuş, taşlaşmış bir dalga görürüm. Dokunsan, fırlayacak yerinden.

      10 Haziran 2016 Cuma

      FAŞİZMİN ATEŞİ SİZİ ÇAĞIRIYOR!

      Jan Cossiers, Prometheus, 1637

      John Heartfield
      RAHMİ ÖĞDÜL
      10.06.2016
      Yapının duvarına, göze çarpacak şekilde “ÇIKIŞ” yazısı asmışlar. Bir felaket bekliyorlar sanki. Ve gözler, yazının altına yerleştirilmiş okun işaret ettiği yöne çevrili. Yüzlerde kapatılmışlığın tedirginliği; “çıkış” yazısı, klostrofobik kâbusların en saf hâlidir. Her an her şey olabilir. Özenle inşa ettiğimiz yapı birden kafamıza çökebilir. Tedbirini almak gerek, felakete hazır olmak. Bir felaket beklentisiyle yaşadığımıza göre huzursuzuz aslında. Nedir bizi huzursuz eden? Bastırdığımız ve bastırmamıza rağmen birden bire ortaya çıkacak ve çıkmasıyla birlikte kurduğumuz Öklidyen yapıyı yıkacak yeryüzünün kuvvetleri: Çokluk ve fark.
      ‘Dilimizi bilmiyorlar’
      Sağduyumuzun sesini dinledik hep; yine dinliyoruz: ‘Farklı olanı yok edin, çokluğu teke indirin ve çitlerle çevirerek kendinizi çokluktan ve farktan koruyun’. Biz de öyle yaptık ve şimdi çitlerle, duvarlarla çevirdiğimiz ve kendimizi hapsettiğimiz mekânda huzursuzuz; felaketin mekânlarını inşa ediyoruz çünkü. Yeryüzünün göçebe kuvvetlerinden kendimizi ayırmak ve yerleşmek için çitlerle, duvarlarla çevrili kapalı mekânlar yarattığımızda, çokluktan ve farktan korunacağımızı düşündük. Ve içeride öngörülebilirliğin, hesaplı, düzenli evrenini yaratabileceğimizi. İçimizdeki farklılığı, çokluğu bastırdık, ama bir yay gibi kendi üzerlerine kıvrıldıklarını unuttuk; bastırdıkça, çok daha büyük bir güçle yüzeye sıçrayacaklarını. Bastıramadıklarımızı yok ettik, olmadı, çitlerin dışına, çöle sürdük; tıpkı Harun’un günah keçisi ritüelinde olduğu gibi: “Sonra Harun ellerini keçinin başına koyar ve İsrailoğullarının tüm suçlarını, isyanlarını ve günahlarını itiraf eder. Böylece tüm günahları keçinin başına yükledikten sonra hayvanı çöle yollar (Levililer 16:20-2).” Çokluğu, farkı bastırsak da sürgüne de göndersek, bir türlü kurtulamıyoruz, çölden geri dönüyorlar hep: “Sınırdan o denli uzak olan başkente kadar nasıl vardıklarını anlamak mümkün değil. Ama işte oradalar ve sayıları her sabah artıyor gibi. Onlarla anlaşmak mümkün değil… Dilimizi bilmiyorlar” (Kafka, Çin Seddi). Sağduyumuzla inşa ettiğimiz yapıyı çokluğun ve farkın göçebe kuvvetleri işgal edebiliyor.
      Çıkışa yönelmek gerek
      Duvarların arasındayız ve sağduyunun hangi yöne gideceğimizi gösteren “ÇIKIŞ” yazısının okuna takılı gözlerimiz şimdi. Dillerini bilmediğimiz, adlandıramadığımız tekillikler dolaşmaya başladı koridorlarda. Çıkışa yönelmek gerek. “Sağduyu bir yönü belirtir: o tek yöndür” diyor Deleuze. Ve sağduyunun diğer sistematik özelliklerini de sıralıyor: “tek bir yönün olumlanması; bu yönün en çok farklılaşmış olandan en az farklılaşmış olana, tekillikten kurallıya, dikkat çekiciden sıradana gidiyor olarak belirlenmesi” (Anlamın Mantığı, Norgunk).
      Farklar ve tekillikler çoğalınca, sağduyu sıradana yönelecektir, en çok farklılaşmış olandan en az farklılaşmış olana, “şeylerin payından ateşin payına.” Sağduyunun işlevi “öngörmektir” ve sağduyu ateştir, “yakıcı ve sindirici.” Tanrılardan ateşi çalan Prometheus’un adının anlamı da “öngörü”dür. Ateş, şeylerin niteliklerini yakıp kül ederek aynılaştıracak, sıradanlaştıracaktır. Despot da ülkeyi, ateş topuna çevirerek tüm farkların yok olduğu sıradanlığın küllerinden diktatörlük yapıyor kendine.
      Prometheus ile Epimetheus kardeştirler (epi: sonra, metheus: düşünmek). Biri öngörürken, diğeri sonradan kavrar olup bitenleri. Dolayısıyla onların kardeşliği, sağduyuyla ortak duyunun kardeşliği gibidir. Biri sıradanlığa doğru giden yolu öngörür, diğeri bu sıradanlığın içinde özdeşlikleri çoğaltarak tekçi bir düzenin, birbirine tıpa tıp benzeyen taşlarını döşer. Derin sağduyu yine bizi aşırı özdeşliklerin, despotun kendi imgesinden yarattığı sıradanlığın dünyasına sürüklüyor, yani faşizme. Sağduyunun ateşine çıkıyor tüm “ÇIKIŞ” yolları: Faşizmin ateşi bizi çağırıyor!
      Peki, içimizde kıvrılmış, surların dışına yığılmış çokluk ve farka ne oldu? Bekliyorlar. Nietzsche’ye güvenelim: “Yazgı gibi gelirler, nedensiz, sebepsiz, hesapsız, bahanesiz, yıldırım hızıyla belirirler, nefret uyandırmak için bile fazla ani, fazla ikna edici, fazla başkalar.”

        3 Haziran 2016 Cuma

        RUHSUZ KUKLALAR TİYATROSU

        RAHMİ ÖĞDÜL
        03.06.2016
        Sosyal medyada dolaşırken gözünüze çarpan ruhani çağrılar gönlünüzü çelebilir: “Ego bölmeye ve ayırmaya çalışır, ruh ise birleştirmeye.” Kulağa hoş geliyor önce, kimse egosunu terk etmeye yanaşmasa da herkes egodan şikâyetçi. Ve egodan rahatsız olanlar egonun panzehri olarak, yitirdikleri ruhu Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da arıyor ya da ruh çağırma seanslarına katılıyorlar. Evet, ego ayırıyor ama ruhun her zaman birleştirici olduğu konusunda kuşkularım var ya da nasıl birleştirdiği. Çağımızın en büyük sıkıntısı ruhsuzlaşma, dolayısıyla yeniden ruhlanmaya yönelik çağrılara hemen kulak kesiliyoruz. Ama Hannah Arendt, dünyanın insanları bir arada toplama gücünü yitirmiş olmasını, ruh çağırma seansında olanlara benzetiyor: “Durumun tuhaflığı, bir ruh çağırma seansı için bir masa etrafında toplanmış insanların, aralarındaki masanın sihirli bir numarayla yok olduğunu görmesine benzer… aralarında bağlantı kuran somut bir şey kalmamıştır” (İnsanlık Durumu, İletişim). Aradan dünya çekilince, sadece ruhla baş başa kalanların durumu tuhaftır; soyut, aşkın ve despotik bir ruha teslim olmuşlardır; bizi kendinde birleştiren ama dünyadan ve birbirimizden koparan. “Baba, oğul ve kutsal ruh” üçgeninde tutsak alınmış bedenlerimizi özgürleştirmeden yeniden ruhlanmamız pek mümkün görünmüyor.
        İKTİDAR ARAZİSİ
        Franco “Bifo” Berardi ile aynı fikirdeyim: “Ruh, biyolojik maddeyi canlı bedene çeviren hayat nefesidir… Spinoza’nın söylediği gibi, ruh bedenin yapabilecekleridir” (Ruh İş Başında, Metis). Yeryüzünü sarıp sarmalayarak maddeyi canlı bedene dönüştüren yeryüzünün nefesini solumadan hayata dönemeyiz. Bizler, ölüm kültüne tapınan bir toplumda, doğduğumuz andan itibaren üçgen tabutlara yerleştirilmiş cesetleriz. Ve bir bedenin nelere muktedir olabileceğini, yerin ruhu içimize girmeden bilemeyiz. Yeniden ruhlanmayı, yitirdiğimiz bedensel yeteneklerimizi ele geçirmek ve çoğaltmak olarak tanımlarsak, aşkın bir ruh dünyevi bir despotta cisimleştiğinde, ruhumuza ve bedenimize el konulmuştur. “Bedenime sahip olabilirsin, ama ruhuma asla” safsatasına inanmayın. Eğer bedeninize sahip olunmuşsa, ruhunuz iktidarın mülküdür zaten.
        Ruh, yeryüzünü saran ve her şeyi birbirine bağlayan kuvvet. Düşünüldüğünün aksine hiyerarşik değil, yatay. İktidar, bedenleri birbirine bağlayan bu ruhu kesintiye uğratıp biat ve boyun eğmenin diklemesine yapılarında tutsak aldığında, bedenler de durmadan fethedilip yeniden kodlanacak bir iktidar arazisidir artık; ancak tutsaklıklarının farkına varan ve her yöne hareket edebilmeyi, yatay bağlar kurmayı arzulayan özgür ruhlar özgürleştirebilir bedenlerini. Ruh, dikine yükselmeyi değil, bağlantılar kurarak yeryüzüleşmeyi sevecek ve arzulayacaktır en çok. Ama bu arzunun her seferinde öte dünyacı, otoriter, karşı-devrimci bir ruh anlayışıyla kesintiye uğradığını görüyoruz. Arendt’in dediği gibi “bir sihirli numara” ile dünya aradan kalkınca, despotik bir iktidarın ruhları boyun eğdirerek, arzularını öte dünyaya ertelemesi mümkün olabiliyor. Ama yine de olmuyor, yaşamsal tutkulardan arınmış ölüm severe değil, yaşamsal tutkularla öte dünyadan arınmış yaşam severe dönüşme arzusu, devrimci bir arzudur ve dünyanın tüm iktidar karşıtı ruhsallıklarında, özgür ruhlar arasında yaşamayı sürdürüyor.
        RUHU KURTARMAK GEREK
        Ruhlar iktidarın kafasında tutsaktır şimdi; ruhsuz bedenlerse, iktidarın yazdığı senaryoda kuklalar. Ruh, ip gibidir. Tüm bedenlerin içinden geçerek yeryüzünü bir dantela gibi örterken, iktidar bir sihir numarasıyla yeryüzünü ortadan kaldırmıştır ve şimdi tüm ipler elindedir. İpin çok farklı kullanımları vardır: Bir kuklacının elinde, bedenleri oynatabilir de; yeryüzünü bir ağ gibi kuşattığında bedenleri kudretlendirebilir de. Ruhu kurtarmak gerek. Demir ve ateş tanrısı Hephaistos, Zeus’un kafasına baltasını indirdiğinde, kafanın içinde tutsak kalan zekâ, sanat, esin ve barış tanrıçası Athena kurtulmuştu. Yeryüzünün zekâsını, sanatını, esinini ve barışını, yani yeryüzünün ruhunu tutsaklıktan kurtaramazsak bedenlerimizin neler yapabileceğini asla öğrenemeyeceğiz; çünkü ruh, bedenin kudretidir.