29 Ağustos 2013 Perşembe

ORMAN İKTİDARIN KÂBUSUDUR


RAHMİ ÖĞDÜL

29.08.2013

Issız, karanlık bir ormanda, “değerli yalnızlığı”nı kemiklerine dek hisseder. Tedirgin edici, tekinsiz bir korku kaplar içini. Ve alçak sesle şarkı söylerek ya da bildik bir ezginin nağmelerini ıslıkla seslendirerek kendini rahatlatmaya çalışır, en çok sevdiği şarkıyı mesela: “Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda.” Issızlığın ortasında sadece ağaçlar ve ağaçların ay ışığında uzayan gölgeleri vardır; bu tekinsizlik, kaos bölgesinde, sesten bir hakikat çemberi yaratacak, daha doğrusu içinde taşıdığı despot düzeni yeniden tesis edecek düzen-kurucu çırpınışlardır bunlar. Ölülerden zarar gelmeyeceğini bilir bilmesine ama ruhlara dair aynı şeyi düşünmez. Ruhların kol gezdiği tekinsizliğin bölgesinde bildik bir nağmenin evcil ortamına sığınmaktan başka bir şey gelmez elinden. Ruhlar koyu gölgelerin, ağaçların arkasında sessizce izlemektedir onu. Geçmişin ölü olduğunu ama ruhunun her şeye sindiğini bilmek tedirgin edicidir. Ay ışında uzayan ağaçların koyu gölgeleri Ethem’in, Ali İsmail’in, Mustafa’nın, Mehmet’in, Abdullah’ın suretlerine dönüşür; karanlığın içinde, ağaçların arasında Gezi Direnişi’nde gözünü kaybetmiş olanların gözleri parıldamaktadır. Adımlarını hızlandırır, tutturduğu şarkıyı daha yüksek sesle söylüyordur şimdi.  Nefes nefese ormanı geçer ve çok sevdiği otoyola ulaşır. Gecenin karanlığında çelik kaportalarının içinde hızla otoyolda akıp gidenler, yolun kenarında el kol hareketi yapan birini görürler sadece, bir meczup olduğunu düşünüp hızla gözden kaybolurlar.

TEKİNSİZ GÖLGELER
Koyu gölgeler, uykularında ve gündüz düşlerinde rahat bırakmıyor iktidarı. Tekinsizliğin gölgeleri. Kuytu köşelerde, ağaçların koyuluklarında iktidarı bekleyen, kurduğu düzeni alt üst edecek tekinsiz gölgeler. Giorgio de Chirico’nun resimlerinde rastladığımız türden gölgeler. “Bir Sokağın Melankolisi ve Gizemi” başlığını taşıyan tuvalinde, gölgelerin irkiltici gücünü kullanır ressam; gerçekleşecek dramatik bir olayı, beklenmedik ve ortaya çıkmasıyla tüm yerleşik düzeni allak bullak edecek tekinsiz olanı duyumsatır bize. Biçimsizliğiyle iktidarın akli melekelerini dumura uğratacak gölgeler uzanır mekânda. Eril aklın, hiyerarşik düzenin ampul ışığından kaçan, olanaklar alanının dişil karanlığına kapı aralayan gölgeler.

KENT İÇİNDEKİ AĞAÇLAR NASIL BUDANIR!
Derin ve koyu gölgeleriyle orman iktidarın kâbusudur. Tüm projeleri ormanı yok etmek üzerinedir ve ilişkisizliğin ortamı olan otoyol inşasına dayanır. Ormanı andıran kent mekânları, avm’lerle, kapalı sitelerle, ayrıştırmalarla otoyollaştırılır. “Kent ve kasabaların daha eski ve daha plansız mahalleleri tamamen bir ormanı andırır; özellikle de içimizden geçiş biçimleriyle, kendilerini ortaya koyuş tarzlarıyla, yolumuzu kaybettirmeleriyle, açılmaları ve kapanmalarıyla, şaşırtmaları ve memnun edişleriyle” diye yazıyor John Fowles Ağaç ve Doğası kitabında. Ve ekliyor: “Yirminci yüzyıl mimarisinin birçok aptalca hatası içinde en aptalca olanı, gösterişli kent planlamasında bu eski modeli unutmak olmuştur. Geometrik ve doğrusal kentlerin insanları, geometrik ve doğrusal olur; ahşap kentlerin insanlarıysa daha insan gibi insan olur.” Kent içindeki, kaldırımlardaki ağaçların nasıl budandığına dikkat ettiniz mi hiç? Dallanarak her yöne uç veren ağaçların tüm dalları budanıp güdükleştiriliyor. Doğrusal bir varlık yaratılıyor; ağaç sever bir dostum yerel yönetimin ağaçları küstürdüğünü söylemişti; aşırı budanmış, doğrusal insanlar da birbirlerine ve hayata küsmüşlerdir.

Doğal ve fiziksel çevrenin, Fowles’in deyişiyle insanı insan yapan ormanların yıkılması, aynı zamanda toplumsal belleğin yıkılmasıdır. Geçmiş, ormanın derin gölgelerinde saklıdır çünkü.  Tarihselliği, doğayı, toplum ilişkileri barındıran kıvrımlı, gölgeli yerleri düzleştirmeye çalışıyor iktidar. ODTÜ’nün, devrimci geçmişini derin gölgelerinde barındıran, Yusuf Aslan’ların, Hüseyin İnan’ların ruhlarının sindiği ormanlık arazisinden otoyol geçirmeye kalkışan iktidarın kafasında her türlü ilişkiden, bellekten arınmış bir insan yaratma kaygısı var, sadece kendi hakikatine biat edecek insanlar istiyor.

 Düzenin katlettiği tüm devrimcilerin ruhları artık ağaçların gölgelerinde yaşamaktadır. Ve bu ruhlar tuhaf şekilde yaşayanlara sirayet ediyor, ağaçların gölgeleri çoğalıyor. Kendi hakikat çemberinden dışladığı çokluk, ay ışığında uzayan gölgeler gibi iktidarın kâbuslarını süslemeye devam edecek anlaşılan.

22 Ağustos 2013 Perşembe

KIYILARDA ŞARABİ EŞKİYALAR


RAHMİ ÖĞDÜL

22.08.2013

İlk doğa filozoflarından Thales karayı uçsuz bucaksız Okeanos’un üzerinde yüzen bir sal olarak düşündüğünde, günümüzün levha tektoniği kuramını öncelemişti. Kıtalar manto denilen akışkan bir maddenin üzerinden kayarak hareket ediyorlar.  Altımızda ve önümüzde derya uzanıyor. Bastığımız zeminin ayaklarımızın altından kaydığını hissettiğimiz anlar olmuştur, tıpkı Darwin’in 20 Şubat 1835’de Şili’de yaşadığı deneyim gibi: “Kötü bir deprem en köklü kavramları alt üst edebiliyor. Sağlamlığın simgesi olan toprak, tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı.”  İktidar hakikatini sağlam kazığa bağladığını düşünüyordu, ayaklarının altındaki zemin kayıp giderken hakikatin de başka bir yere doğru, kıyıya kaydığını hissediyoruz.  Mevsim sonbahara döndü; denizden esen rüzgârlar, kaya gibi sağlam durduğunu sanan iktidarı aşındıran dalgaları yığıyor kıyıya. İktidar Hesiodos’un İşler ve Günler kitabındaki önerisini dinleyerek teknesini kıyıya çekerek etrafını taşlarla çeviriyor yine de, kendisini güvence altına almak için; ne diyordu Hesiodos?: “Deniz şarap rengine büründüğünde tekneni kıyıya çek ve etrafını taşlarla çevir.” Deniz, şarabi eşkıyaları yığıyor kıyıya, taşlarla birlikte tekneyi de sürükleyecek şarabi eşkiyalar.

Yeryüzünü biçimlendiren kuvvetler katı olan her şeyi sıvılaştırıyor. Temsile dayalı demokrasimizin tuvalini değişmez formlarla döşesek de hayat kıyıdan esen rüzgârlarla dağıtıyor her şeyi. Rüzgârların fırtınaya dönüşmesi an meselesi. Manzara hızla değişiyor. Temsil düzleminde doğayı dinamik bir kuvvet olarak göstermek istediğimizde katı olan her şeyin sıvılaştığını ve tuval düzleminin anaforlaştığını gördük. Alışılmadık manzara resimleriyle izleyicilerini şaşırtan J. M. W. Turner (1775-1851), 1842’de “Fırtına” başlıklı tablosunu sergilediğinde, katı kuralcı akademik resme sıkı sıkıya bağlı eleştirmenler tarafından yerilmişti, “sabun köpüğü ve badana” olarak aşağıladılar resmi. Oysa Turner, bu resmi yapabilmek için, doğanın dinamik güçlerini dışarıdan değil de bizzat içerden gözlemek için, fırtınanın ortasındaki yandan çarklı bir vapurun direğine palamarla bağlatmıştı kendisini. Ve bu direkte iki saat boyunca bağlı kalmıştı. Kendisini fırtınanın gözüne yerleştiren Turner katı olan her şeyin anafora kapılıp eridiğini gözlemlemişti.  Gözümüzü demirleyebileceğimiz sabit bir nokta bulmakta zorlanırız bu resme baktığımızda. Bildiğimiz tüm referans noktaları, kerterizler dağılıp giderken müthiş bir akışın, önüne çıkan her şeyi süpüren şarabi eşkıyaların ruhunu hissederiz. 

Toplumda yaşanan fırtınaları da temsil etmekte zorlanıyoruz. Çünkü her türlü temsil aracından kaçan bir tarafı var fırtınanın. Bildiğimiz dünyanın, konturlarla birbirinden ayrılmış şeyler düzeninin allak bullak olduğu bir toplumsal fırtınayı temsil ederken tanıdık nesneleri kullanıyoruz. Oysa konturlar darmadağın olurken tutunacak bir dal bulmakta bile zorlanıyoruz. Ellerimizle yaptığımız işaretler kaçıp gitmekte olan bildik anlamlara tutunma çabası belki de. Masamda bir figa duruyor; yani ülkemizde edepsiz sayılan el işareti; işaret parmağı ile orta parmak arasına yerleştirilmiş başparmaktan oluşan sıkılı bir yumruk heykeli. Eşim Portekiz’den getirmişti. Bu el işaretini ülkemde birine doğrultsam küfür addedip bana saldırması işten bile değil; kavga sebebi sayılabilecek bir el hareketi. Oysa eski bir Akdeniz uğurudur. Pompei’deki kazılarda da figalara rastlanmıştı. Figa incir anlamına geliyor ve çiftleşmenin simgesel bir ifadesi. Levi-Strauss Hüzünlü Dönenceler kitabında Sao Paulo pazarında abanoz ya da gümüşten küçük takılar halinde satıldığını yazıyor; kendi evinin tavanına da bunları asmış. Portekizliler bu Akdeniz uğurunu Brezilya’ya taşımışlar.


Fırtına, tutunmaya çalıştığımız anlamları, en köklü kavramlarımızı alt üst ediyor.  Konturları eriyen kavramlar yeni çiftleşmelere gebe ve elimle sadece figa işareti yapasım geliyor. Deniz şarabi renge bürünürken,  kıyılarda şarabi eşkıyalar birikiyor ve Deleuze -Guattari’nin göçebeler için dediği gibi: “Bu yaratıklar bir yazgı gibi sebepsiz, hesapsız, bahanesiz gelirler; bir şimşeğin oluşumu gibi oluşurlar, nefret edilemeyecek denli çok korkunç, çok ani, çok ikna edici, çok farklıdırlar…”

15 Ağustos 2013 Perşembe

BİR İNSANIN GAMI NASIL ALINIR?


RAHMİ ÖĞDÜL

15.08.2013

Balıkçılar bilirler, bir misinanın gamının nasıl alınacağını. Misina da gamlanır çünkü. Esneyerek kendi üzerine kıvrılır ve büklümler oluşur üzerinde. Dış dünyanın dokunuşlarına duyarsız hale gelir, dünya dokunsa umurunda değildir artık; kendi içine, üzerine kapanır bir anlamda. Hiçbir şey iletmez, iletemez; dış dünyanın dokunuşlarını bir kara delik gibi içinde soğurur, titreşmez olur ve suskunlaşır.

Bir misinanın gamını almanın yolları vardır. Misinanın bir ucu bir yere bağlanır ve olabildiğince gererek düzgün şekilde yeniden sarılır; esnekliği, büklümleri, burulmaları giderilir böylece. Gamı alınmış bir misina artık hayatın dokunuşlarına duyarlı hale gelmiştir. Balıkçı, suyun altında uzanan misinayı göremese de misinadan bedenine yayılan titreşimlerden anlar bir balığın oltaya çarpıp çarpmadığını. Misina, balıkçının bedeninden bir sinir gibi uzanır doğanın içine, doğanın kuvvetlerini bedenine anında aktaran iletken bir sinir gibi. Parmağının ucunda hisseder doğanın titreşimlerini. Tam bu anda balıkçının örümcekleştiğini söylebiliriz. Kördür örümcek ve bedeninin salgısıyla döşediği ağlarına takılan sineği titreşimlerinden algılar. En küçük bir dokunuş bile balıkçının ve örümceğin bedeninde duygulanımlar yaratır.

İKTİDARIN BUYRUKLARI
Balıkçılar, hele olta balıkçıları vakit buldukça kıyıya atarlar kendilerini; sorduğunuzda, oltayı ellerine aldıklarında ne gam ne de kasavet kaldığını söyleyeceklerdir size. Gamı alınmış bir misinayı parmağının ucunda hisseden bir balıkçının da gamı alınmıştır artık. Toplumda yitirdiği ilişkiselliği, titreşimleri suyun içinde uzanan sinir telinde yeniden duyumsadığından belki. İktidar, kendi aralarında kurabilecekleri, dolayımsız yatay bağları koparıp titreşimden yoksun bir ortam yarattığında insanların, kendi üzerlerine kapanarak büklümlü, burulmalı bir varlığa dönüşmeleri kaçınılmaz. Kendi aramızda döşediğimiz yatay iplikleri birer birer koparan iktidar, ipliklerin uçlarını kendi elinde tutmak ve iktidarın haşmetiyle titrememizi istiyor sadece. Gamlı baykuşlara dönüşmek iktidarın işine geliyor çünkü. Kederli varlıklar olarak kolayca teslim oluyoruz iktidarın buyruklarına. İktidarını kederli, gamlı özler üzerinde kuruyor. Dolayısıyla, iktidara rağmen, duyarlı ve titreşimli oluşlar haline gelmek için balıkçının misinası ya da örümceğin ağı gibi doğaya ve topluma uzatmalıyız sinir tellerimizi.

İKTİDARIN HİYERARŞİK KULELERİNİN
Sartre’ın dediği gibi öz değil, varoluş önce gelir. Ya da Fransız tarihçi ve bilim felsefecisi Michel Serres’in deyişiyle, “İlişkiler varlıktan önce gelir”. Dolayısıyla iktidarın varlıkbilimine değil, bir bağlantı-bilimine (desmoloji) ihtiyacımız olduğunu belirtiyor Serres. İktidar sabitlediği, ilişkisiz özlerle kendi iktidarını kurarken, bizim yatay ilişkilerle, doğaya ve topluma uzanan sinir tellerimizle titreşimli, bağlantılı oluşlar haline gelmekten başka çaremiz yok, eğer hayatın dokunuşlarını duyumsamak istiyorsak. Her birimiz birer bağlantı-bilim uzmanı olduğumuzda, iktidarın hiyerarşik kulelerinin alaşağı edileceğini göreceğiz.

HAYAT BAŞKA BİR YERE EVRİLECEK
Yunanca bağlantı anlamına gelen ‘desmos’ sözcüğünden türetilmiş böyle bir bilim hâlihazırda tıp alanında mevcut; desmoloji, bedenin eklemlerini, organlarını birbirine bağlayan ligamentleri (bağları) konu edinmiş bir bilim dalı. Bağlantı-bilimini doğaya ve topluma taşıdığımızda, farklı insanlar, farklı nesneler, sağduyunun ilişkilendirmekte zorlandığı şeyler arasında olmadık ilişkiler, bağlantılar kurduğumuzda, emin olun, hayat şimdi olduğundan başka bir şeye evrilecek.

‘Bir insanın gamı nasıl alınır?’ sorusunun yanıtı desmolojide saklı. Misinalarımızı iktidar merkezinin tepesine değil, kıyıya attığımızda, olmadık şeyler arasında yatay bağlantılar kurarak neşeli tonlarla tınlayan titreşimli oluşlar haline geldiğimizde, ne gam kalacak ne de kasavet.

8 Ağustos 2013 Perşembe

POZ VERMENİN DAYANILMAZ CAZİBESİ



RAHMİ ÖĞDÜL

08.08.2013

 “Benim gösterdiğim şeye, benim istediğim açıdan bakacaksınız” diyor iktidar. Yandaş medya iktidarın gösterdiği şeyi, onun istediği açıdan, manşetten RT-Ediyor, yani yeniden Tweet ediyor durmadan. Hareketsiz bir kameranın karşısında havalı pozlar veriyor.  Kendini merkeze yerleştirdiğini düşünen iktidar hayatı da bu merkezden yeniden örgütleyebileceği sanısına kapılsa da çağımızın çok merkezli, devingen, ele avuca sığmaz bakışı, bozuyor tüm fiyakasını. Yasaklara rağmen tribünler iktidarın tüylerini diken diken eden sloganları haykırıyor. 

ÇOK ESKİDENDİ O HAYRANLIK
İşi zor iktidarın. Despotluğunu yasalarla pekiştirse de artık cepheden yakışıklı pozlarını hayranlıkla seyredecek devinimsiz bir kitle yok karşısında. Devinimsiz bir kitlenin kendisini hep cepheden seyredeceğini düşünerek pozlar verdikçe, ters açıdan bakıldığında komik duruma düşüyor. Kitle durmadan hareket ederek iktidarın en olmadık yerlerini çok farklı açılardan görebiliyor. Bir zamanlar heykel gibi cepheden görülecek pozlar vermek işe yarıyordu belki; izleyicinin kendisini bir heykelin karşısında sabitleyip hayranlıkla izlediği zamanlardı.  Michelangelo, 1504 yılında İncil kahramanı Davut’un heykelini yaparken ön cepheden bakılmak üzere tasarlamıştı büyük ölçüde. Karşısında kendini sabitleyerek kahramanı hayranlıkla seyredecek bir kitleye göre biçimlendirmişti heykelini. Oysa çok değil, bir yüzyıl sonra devingen bir kitleyi hesaba katan Bernini 1624 yılında aynı kahramanı çoklu bakışın çoklu algısına teslim ediyordu. Davut’un barok heykeli artık sabit izleyicinin sabit bakışına göre biçimlenmemiştir; hareket ettikçe farklı bir görünüme bürünen, açı değiştikçe tuhaf şekilde bükülen bir kahramanla karşılaşır izleyiciler.

BOŞA HARCANAN ÇABA
Modern heykelin önemli isimlerinden Constantin Brancusi ise Rönesans’ın sabit izleyicisini yeniden yaratmak için olsa gerek, heykellerini kendi çektiği fotoğraflarla, kendi seçtiği açıdan göstermek çabası içindedir. Fallik heykelinin fotoğrafını ‘Brancusi’nin Kendi Bakış Açısından Prenses X’ (1917) başlığı ile yayınlamıştı. İktidarın tavrını andırıyor bu çabası. Ama artık bu çabanın boş olduğunu biliyoruz. İktidar “dik dur eğilme” korkusuyla ön cepheden poz verirken, başka açılardan bakıldığında ciddi iktidar sorunları yaşayan bir fallik nesneyle karşılaşıyoruz, Brancusi’nin heykelinin dik durmayı başardığı pek söylenemez.  Yolları çatallanan, çok merkezli bir bakış labirentinde nesneleri artık istediğimiz açıdan, istediğimiz pozisyonda göstermeyi pek başaramıyoruz.

“Bizler için gerçeklik daha çok, birbiriyle rekabet halindeki ve merkezi bir eşgüdümü olmayan kitle iletişim araçları tarafından dolayıma sokulan bir imgeler, yorumlar ve yeniden inşalar çokluğunun kesişmesinin ve kirlenmenin sonucudur” diyor Vattimo (Şeffaf Toplum, Say Yayınları).  Bu iletişim ortamı bir labirenti andırıyor. Yolları durmadan çatallanan ve çok merkezli bir labirent. Bu iletişim labirentinde artık nesneleri ve gerçekliği sabitlemek mümkün değil. İstediğimiz kadar aynanın karşısında en yakışıklı pozumuza çalışsak da labirentin çoklu bakışı büküveriyor bizi. En olmadık açıdan tuhaf perspektiflere maruz kalıyoruz.

İKTİDAR TÜM ÇIPLAKLIĞIYLA KARŞIMIZDA
İç içe geçmiş çemberlerden oluşan, klasik tek merkezli labirentin merkezini ele geçirip hayatı yeniden tek merkezden örgütleyeceğini düşünenler, hala çizgisel perspektifin ön cepheden görünümüne sığınıyorlar. Karmaşık bir labirentin içinde durmadan hareket eden bir izlerkitlenin, nesneleri ön cepheden gösteren merkezi perspektifi çökertmesiyle iktidar tüm çarpıklığıyla çırılçıplak duruyor ortada. Poz vermenin cazibesine kapılmamak lazım.

1 Ağustos 2013 Perşembe

HAKİKAT ÇEMBERİ YIKILDIĞINDA


RAHMİ ÖĞDÜL

01.08.2013

Sünger Bob ve dostu Patrick, deniz ayısı saldırısından korunmak için etraflarına bir çember çizip içine sığınırlar; dizinin bu bölümünü seviyorum en çok. Ayı ve balık karışımı melez bir yaratık olan bu canavarın saldırısından kuma çizdikleri bir çember sayesinde korunmuşlardır. İktidarın naifliği, kırılganlığı, komikliği bu denli güzel anlatılamazdı her halde. Yerleşik hayata geçtiğimizden beri tüm iktidarlar kendi etraflarına çizdikleri fiziksel ve düşünsel koruyucu çemberlerin içine sığınararak, kendi varlıkları için bir tehdit olarak gördükleri çokluğu bu çemberin dışına sürmüşlerdir hep. Daha doğrusu, eş merkezli çemberler biçiminde yayılan yerleşikler en dıştaki çemberin dışında kalanları bir tehdit olarak gördüler. Farklı olanlar kapı dışarı! Kimler sürülmedi ki çemberin dışına? En başta doğa; tüm kaotik yapısıyla doğa tüm zamanların en tehlikeli düşmanıydı. Ve görüldüğü her yerde hemen başı ezilmeliydi. Sadece doğal dünyadan söz etmiyorum, bizi doğanın kuvvetlerine bağlayan içimizdeki doğa da aynı kaderi paylaştı. Uygarlaşma sürecinde tüm doğal kuvvetler çemberin dışına defedilerek içeride mutlak düzeni temsil eden bir tür cennet bahçesi kuruldu. Doğanın ve insan doğasının tahakküm altına alınarak evcilleştirildiği, çitlerle, duvarlarla çevrili bir bahçe olarak ülke.

Sonra bizden olmayanlar, bize benzemeyenler, yani çoğunluğun, yeknesak kütlenin içinde farklılıklarıyla sırıtanlar. Başka etnik gruplara ait insanlar da çemberin dışına sürüldüler. Çingeneler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, eşcinseller, Aleviler. Ve elbette başka türlü düşünenler de iktidarın hakikat çemberinin dışına sürgün edilenler arasındadır. Düşünce de tüm ayrık otlarının ayıklandığı bu bahçeleşmeden ne yazık ki kaçamadı. Herakleitos her şeyin değiştiğini, oluşu, çokluğu vurguluyordu; fakat sonra gelen Parmenides varlığı değişmez, bölünmez ve devinimsiz olarak düşünmüş ve hakikati de çember şeklinde tasarlamıştı. Bu çember şeklindeki mutlak hakikatin dışında her şeyin değiştiği, oluşun ve çokluğun güvenilmez dünyası vardı. Böylelikle çember şeklinde kurulan mutlak düzen düşünceye taşınarak düşüncedeki çokluk da yine çemberin dışına sürgüne gönderildi. Bu mutlak düzen çemberinde oluşa, çokluğa yer yoktu artık.

Ve tüm farklılıklarımızı durmadan çemberin dışına sürmeye devam ediyoruz. Çemberin içinde kurduğumuz mutlak düzeni sürdürenler ile bu düzeni bozanları ayırıyoruz birbirinden. Kenetlenmiş bir bütün olarak yeknesaklığı parçalayacak ve yozlaştıracak, topluluğun kutsallığını kirletecek unsurlar günah keçilerimizdir bizim. Kutsal metinlerde çıkıyor günah keçisi karşımıza. Tevrat’ın Levililer metnindeki “Günahları Bağışlatma Günü” başlıklı bölümde günahlarımızı üzerine yüklediğimiz keçilerimizi kentin dışına, çöle sürüyoruz. “Sonra Harun ellerini keçinin başına koyar ve İsrailoğullarının tüm suçlarını, isyanlarını ve günahlarını itiraf eder. Böylece tüm günahları keçinin başına yükledikten sonra hayvanı çöle yollar… Keçi, İsrailoğullarının tüm suçlarını ıssız bir yere taşıyacaktır (Levililer 16:20-2).” İçimizdeki çokluğu çöle taşıyacaktır keçi. Kent merkezindeki emlak fiyatlarını düşüren ve dolayısıyla kalkınmayı geçiktiren yoksulları, kimliklerimizi bulanıklaştıran trans bireyleri, hakikatimizi alt üst eden Alevileri, bizim dışımızdaki etnik grupları durmadan hakikat çemberinin dışına sürüyoruz.

Kentin dışına, doğaya sürdüğümüz içimizdeki çokluk, Sünger Bob’un deniz ayısı gibi hep tehdit ediyor bizi ve kuma çizdiğimiz çemberin içine sığınarak bu tehlikeyi bertaraf edebileceğimizi düşüyoruz. Oysa bir çokluk düzlemi olarak doğa, kumdan kalelerimizi parçalıyor. Doğal felaketleri sadece sel, fırtına ve deprem olarak düşünmeyelim; ağaçların da iktidar için bir doğal felaket olduğunu gördük. Geçen hafta 77 yaşındayken yitirdiğimiz heykeltraş, müzisyen ve Arazi sanatçısı Walter de Maria, “Doğal felaketleri seviyorum” diyordu; “bunların, bir deneyim biçimi olarak, en yüksek sanat biçimi olduğuna inanıyorum.” Biz de inanıyoruz, Gezi Komünü’nden arta kalan gözlerimizin pırıltısından belli. Ne güzel anlatıyor şarkı bu doğal felaketi: “Bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz.”