RAHMİ ÖĞDÜL
22.08.2013
İlk doğa filozoflarından Thales karayı uçsuz bucaksız
Okeanos’un üzerinde yüzen bir sal olarak düşündüğünde, günümüzün levha
tektoniği kuramını öncelemişti. Kıtalar manto denilen akışkan bir maddenin
üzerinden kayarak hareket ediyorlar.
Altımızda ve önümüzde derya uzanıyor. Bastığımız zeminin ayaklarımızın
altından kaydığını hissettiğimiz anlar olmuştur, tıpkı Darwin’in 20 Şubat
1835’de Şili’de yaşadığı deneyim gibi: “Kötü bir deprem en köklü kavramları alt
üst edebiliyor. Sağlamlığın simgesi olan toprak, tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen
bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı.”
İktidar hakikatini sağlam kazığa bağladığını düşünüyordu, ayaklarının
altındaki zemin kayıp giderken hakikatin de başka bir yere doğru, kıyıya
kaydığını hissediyoruz. Mevsim sonbahara
döndü; denizden esen rüzgârlar, kaya gibi sağlam durduğunu sanan iktidarı
aşındıran dalgaları yığıyor kıyıya. İktidar Hesiodos’un İşler ve Günler
kitabındaki önerisini dinleyerek teknesini kıyıya çekerek etrafını taşlarla
çeviriyor yine de, kendisini güvence altına almak için; ne diyordu Hesiodos?:
“Deniz şarap rengine büründüğünde tekneni kıyıya çek ve etrafını taşlarla
çevir.” Deniz, şarabi eşkıyaları yığıyor kıyıya, taşlarla birlikte tekneyi de
sürükleyecek şarabi eşkiyalar.
Yeryüzünü biçimlendiren kuvvetler katı olan her şeyi
sıvılaştırıyor. Temsile dayalı demokrasimizin tuvalini değişmez formlarla
döşesek de hayat kıyıdan esen rüzgârlarla dağıtıyor her şeyi. Rüzgârların
fırtınaya dönüşmesi an meselesi. Manzara hızla değişiyor. Temsil düzleminde
doğayı dinamik bir kuvvet olarak göstermek istediğimizde katı olan her şeyin
sıvılaştığını ve tuval düzleminin anaforlaştığını gördük. Alışılmadık manzara
resimleriyle izleyicilerini şaşırtan J. M. W. Turner (1775-1851), 1842’de
“Fırtına” başlıklı tablosunu sergilediğinde, katı kuralcı akademik resme sıkı
sıkıya bağlı eleştirmenler tarafından yerilmişti, “sabun köpüğü ve badana”
olarak aşağıladılar resmi. Oysa Turner, bu resmi yapabilmek için, doğanın
dinamik güçlerini dışarıdan değil de bizzat içerden gözlemek için, fırtınanın
ortasındaki yandan çarklı bir vapurun direğine palamarla bağlatmıştı kendisini.
Ve bu direkte iki saat boyunca bağlı kalmıştı. Kendisini fırtınanın gözüne
yerleştiren Turner katı olan her şeyin anafora kapılıp eridiğini
gözlemlemişti. Gözümüzü demirleyebileceğimiz
sabit bir nokta bulmakta zorlanırız bu resme baktığımızda. Bildiğimiz tüm
referans noktaları, kerterizler dağılıp giderken müthiş bir akışın, önüne çıkan
her şeyi süpüren şarabi eşkıyaların ruhunu hissederiz.
Toplumda yaşanan fırtınaları da temsil etmekte zorlanıyoruz.
Çünkü her türlü temsil aracından kaçan bir tarafı var fırtınanın. Bildiğimiz
dünyanın, konturlarla birbirinden ayrılmış şeyler düzeninin allak bullak olduğu
bir toplumsal fırtınayı temsil ederken tanıdık nesneleri kullanıyoruz. Oysa
konturlar darmadağın olurken tutunacak bir dal bulmakta bile zorlanıyoruz.
Ellerimizle yaptığımız işaretler kaçıp gitmekte olan bildik anlamlara tutunma
çabası belki de. Masamda bir figa duruyor; yani ülkemizde edepsiz sayılan el
işareti; işaret parmağı ile orta parmak arasına yerleştirilmiş başparmaktan
oluşan sıkılı bir yumruk heykeli. Eşim Portekiz’den getirmişti. Bu el işaretini
ülkemde birine doğrultsam küfür addedip bana saldırması işten bile değil; kavga
sebebi sayılabilecek bir el hareketi. Oysa eski bir Akdeniz uğurudur.
Pompei’deki kazılarda da figalara rastlanmıştı. Figa incir anlamına geliyor ve
çiftleşmenin simgesel bir ifadesi. Levi-Strauss Hüzünlü Dönenceler kitabında
Sao Paulo pazarında abanoz ya da gümüşten küçük takılar halinde satıldığını
yazıyor; kendi evinin tavanına da bunları asmış. Portekizliler bu Akdeniz
uğurunu Brezilya’ya taşımışlar.
Fırtına, tutunmaya çalıştığımız anlamları, en köklü
kavramlarımızı alt üst ediyor.
Konturları eriyen kavramlar yeni çiftleşmelere gebe ve elimle sadece
figa işareti yapasım geliyor. Deniz şarabi renge bürünürken, kıyılarda şarabi eşkıyalar birikiyor ve
Deleuze -Guattari’nin göçebeler için dediği gibi: “Bu yaratıklar bir yazgı gibi
sebepsiz, hesapsız, bahanesiz gelirler; bir şimşeğin oluşumu gibi oluşurlar, nefret
edilemeyecek denli çok korkunç, çok ani, çok ikna edici, çok farklıdırlar…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder