29 Haziran 2017 Perşembe

YERYÜZÜ EGEMENLERİN 'ENSTALASYON' SAHASI

Ai Weiwei, 2016
Jannis Kounellis, "İsimsiz (12 At)", 1969

Damien Hirst, "Black Sheep", 2007

Damien Hirst, "God Knows Why", 2005
RAHMİ ÖĞDÜL
30.06.2017

Marcel Duchamp’ın 1917’de bir pisuvarı ‘hazır-nesne’ olarak sergilemeye kalkışması, bugün sanatçıların her şeyi hazır-nesne olarak kullanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu hazır nesnelere hayvanlar ve insanlar da dâhil. Sanatçı eline geçirdiği her şeyi ‘enstalasyon’una yerleştirebiliyor. Yerinden yurdundan koparılmış varlıklar, canlı olsun olmasın, bir başka düzlemde yeni bir ilişkiler ağı içine yerleştirildiğinde bu politikadır; canlılar söz konusu olduğunda ise biyopolitika; devletlerin egemenliği altındaki topluluklara, bireylere uyguladığı politika. Savaşlarla, nüfus politikalarıyla önce yersizleştirilen ve mülteci konumuna düşürülen insanlar, ardından birer ‘enstalasyon/yerleştirme’ nesnesine çevriliyor. Yeryüzü adeta egemenlerin bir ‘enstalasyon’ sahası. Bir coğrafyaya ait ve o coğrafyanın kuvvetleriyle biçimlenmiş ve birlikte devinen topluluklara, bireylere iktidarlar, politik ve ekonomik çıkarları nedeniyle yerlerinden sökülecek hazır nesneler olarak bakıyor artık. Bir zamanların “sanat toplum için mi yoksa sanat sanat için mi?” tartışması ne kadar naifmiş meğer. Kapitalizmin her şeyi, yerinden edilecek ve başka bir yere yerleştirilecek hazır-nesnelere çevirmesiyle birlikte iktidar avangartlaşmış, sanatçı da iktidar-gibileşmiştir; tartışma şimdi sanat ve iktidar ilişkisi etrafında dönüyor.


1960’ların sonunda ortaya çıkan ve İtalyan Germano Celant’ın isim babalığını yaptığı Arte Povera (Yoksul Sanat), sanatın kabuğunu çatlatarak yaşamın içeri sızmasını amaçlamış ve hayat ile sanatı birleştirmeye çabalamıştı. Ve bu çaba gerçekleşti. Hayat ve sanat kapitalizmin ilkeleri ve çıkarları doğrultusunda birleşmiştir. Celant, “hayvanlar, sebzeler ve mineraller sanat dünyasındaki yerlerini alıyor” diye yazıyordu, “bir bitkinin büyümesi, bir mineralin kimyasal tepkimesi, bir nehrin akışı, kar yağışı, otların ve toprağın hali, bir ağırlığın yere düşüşü…” Bugün Celant’ın duyduğu heyecanı duyamıyoruz. Bu tanım adeta, kapitalizmin çerçevelediği ve tüm süreçleri, akışları para akışına dönüştürdüğü bir dünyayı tanımlıyor, distopik bir dünyayı. Ve bir başka Arte Povera sanatçısı Mario Merz’in “bir resim yüzeyi olarak tuval terk edilmiş, onun yerine bazen en basit, bazen de en karmaşık yüzeyler kullanılır olmuştur: yerler, tarlalar, duvarlar, taş, çimento gibi. Arte Povera bazen çatı kirişlerine, bazen de ağaçlara tutunur” deyişi, yeryüzünün tüm yüzeyini ve çatılarını avangard bir tavırla harabeye çeviren kapitalizmin, tutunmayı bırakın, yakasına yapışarak her şeyi metalaşma sürecine sürüklediği bir durumun içler acısı, yürek burkan bir anlatısı haline geliyor.

Arte Povera sanatçısı Jannis Kounellis’in 1969’da Roma’daki bir galeriye on iki at yerleştirmesi, beyaz kübün kabuğunu çatlatmış ve içerideki steril ortamı kişnemeler ve gübrelerle kirletmiştir ama hayvanların hazır-nesnelere dönüşmesinin de önü açılmıştır. Aynı sergi 2015’de New York’ta yinelendiğinde, hayvanların artık bir pisuvardan farkı kalmamıştır. Ve bugün, sergilerinde ölü hayvanları hazır-nesne olarak kullanan Damien Hirst’e hayvan hakları savunucuları soruyor: “Damien Hirst’ün sanatı yaşasın diye daha kaç hayvan öldürülecek?” Ya da şöyle de sorabiliriz: “Kapitalizm yaşasın diye daha kaç milyon insana kıyılacak?” Bu yıl Venedik’te Hirst’in sergisini protesto edenler, sergi mekânının önüne kilolarca hayvan dışkısı bırakmış. Yine bu yıl Mali’li sanatçı Aboubakar Fofana, Documenta 14 için hazırladığı projede çivitle boyadığı 54 canlı koyunu kullanınca eylemciler de atölyesinin camlarını kırıp içeriye mavi boya fırlatmışlar. Tüm hayatı ele geçirmeyi, sanatı da hayatla birleştirmeyi tasarlayan biyo-iktidar ile sanatçının ilişkisini sorgulamamız gerekiyor. İktidar yıkıcılığıyla avangartlaşırken, avangart sanat da iktidarın yanı başında, bu yıkımdan beslenebiliyor.

Yerinden yurdundan edilmiş, yıkımlara, kıyımlara uğramış insanların bile hazır-nesneler olarak çağdaş sanata yerleştirilmesi, sanatın düştüğü ölümcül durumu göstermiyor mu? Çinli sanatçı Ai Weiwei’in Aylan Kurdi’nin sahile vurmuş küçük bedenini taklit etmesi, mülteci ölümlerinin teatral bir jeste, hazır-imgeye dönüştürülmesinin örneği. Yoksa sanat kendi ölümünü mü sergiliyor?

23 Haziran 2017 Cuma

HEPİMİZ ALGI TESTİNDEN GEÇTİK

Rene Magritte, "Bir Yolculuk Anısı", 1952
RAHMİ ÖĞDÜL
23.05.2017

Çocuğun algı becerilerini test etmek için kullanılan masum oyunlar vardır. Nesneleri renk ve şekillerine göre ayrı kutuların içine yerleştirmek gibi. Ve çocuk ayrıştırmayı becerdiği zaman alkışlıyoruz. Sonra büyüdüğünde, bu kez sadece nesneleri değil, farklı etnik, cinsel, dinsel kimlikleri, norm dışı bedenleri ayırıp ayrı kutulara yerleştirdiğinde iktidar alkışlıyor. Formları ayrıştıran norm elekleri gibi çalışıyoruz. Ayrıştıran, zaten ayrıştırmaya maruz kalmıştır. Daha işin başında, nesneleri ayrıştırmayı öğrendikçe, bizi yakalayan, biçimlendiren ve yönlendiren “dispozitif”lerin oyuncağı oluyoruz. Algı testinden geçip geçememize bağlı olarak, ayrıştırılan bizleriz. Görünmez bir el, bizi biçimlerimize ve renklerimize göre ayrı kutuların içine yerleştiriyor. Ve yerleştirildiğimiz formların içinden bakıyoruz dünyaya. Bu formlar şablonlardır. Şablonlara uydurmak için önümüze çıkan her şeyi kesip biçiyor, pürüzlerini gideriyoruz. Uyduramadıklarımızı ya günah keçisi olarak kentin dışına, çöle sürüyor ya tecrit ediyor ya da ortadan kaldırıyoruz. Bu faşizmdir. Masum bir algı testi ile başlayan yolculuk, faşizm ile son bulabiliyor.

Platon’un tanrısı Demiurgos yeryüzünü aşkın formlardan yapmıştır. Elinin altındaki hazır formları bir terzi gibi dikerek yeryüzünü giydirmiş. Yeryüzüne nasıl bakacağımızı bize öğretenler, algılarımızı biçimlendirenler, Demiurgos’un yeryüzüne yerleştirdiği formlarla başlıyorlar işe. Resme yeni başlayanlar için hazırlanmış kitaplar, dünyayı aşkın formlar olarak görmemizi öneriyor. Armut mu çizeceksiniz? Armutun eğri büğrü konturlarını, ayrıntılarını bir kenara bırakın. Ne görüyorsunuz? Bir çember ve onun üzerine yerleştirilmiş bir üçgen. Önce geometrik bir armut çizin; sonra da bunu bozup pürüzlü hale getirdiğinizde dünyevi bir armuta ulaşacaksınız. Bize önerilen, Platoncu anlayışı uygulamaktır. Algılarımız dünyevi formları değil, aşkın formları görmek üzere biçimlendirilmiştir. Bu dünyadaki nesnelerin çıkıntılarını, ayrıntılarını, pürüzlerini giderirseniz, aşkın formlara ulaşırsınız. Ve resme yeni başlayanlar gibi, yeryüzü formlarının pürüzlerini, çıkıntılarını düzleştirdikçe, yeryüzünün soyut geometrik resmini çiziyoruz durmadan.

Mayıs 68 olayları hakkında konuşan Edgar Morin de tekil bir olayın kesilip biçilerek bir şablona uydurulmasından söz ediyor: “İdeolojiler kendi şemalarına uydurabilmek için, olayı kesti, biçti, pürüzlerini giderdi. Her şey düzene uyduruldu… Ölü yiyen böcekler, cesedi silip süpürdü; geriye, olayın açıklanamayan, ussallaştırılamayan yanları kaldı” (Kavramlar ve Bağlamlar Arasında, YKY). Yine Platoncu anlayış iş başında. Şemaların dışında bırakılmış kuvvetlerin şimşek hızıyla topluma yayılmasıyla birdenbire ortaya çıkan bir olay, çok geçmeden kesilip biçilerek bildik şablonlara uydurulur. Olay, bir kurmacanın bildik olay örgüsüne yerleştirilmiştir. Oysa olay, tüm kurmacalardan, anlamlandırmalardan, ussallaştırmalardan kaçandır. Resme başlarken çizdiğimiz geometrik formları gerçek bir armuta benzetmek için üzerlerine yerleştirdiğimiz eğriler, kıvrımlar, pürüzler var ya, onlar olaydır. Ama bir farkla; yeryüzünde aşkın form yoktur. Formlar yeryüzünün içkin kuvvetlerince biçimlendirilmiştir. Ve bu formları hazır-nesne olarak kurmacanın örgüsüne yerleştirseniz de, beklenmedik, hesapta olmayan tekillikler çıkar ve kurmacanızı, soyutlamanızı bozar. Ve tekillikler şimşek hızıyla yayıldığında şaşırırsınız. Yapacağınız tek şey, tekil olanın pürüzlerini gidermek ve bir sınıflandırma nesnesine, tikele çevirmektir. Ussallaştırılmış ve uysallaştırılmıştır. Ama olay, tüm ussallaştırmaların dışında kalan ve sınıflandırılamayandır.

Bir ayrıştırma ve sınıflandırma aygıtı olan iktidar, olayın ele geçmezliği karşısında şaşkın ve çaresiz. Sahte olaylar, kurmacalar hazırlar: Kaos-kozmos oyunları. Sahte olaylar, olayın yüzeye çıkmasını önleyemez, geciktirebilir ancak. Diktatörlük, içi boş bir kurmacadır. Olayı kurmacayla bastıramazsınız. Hepimiz algı testinden geçtik ama algıyı kutulara sığdıramazsınız; çatlaklar bulacak ve görünmez olanın alanına sızacak. Ve Olay: Görünmez olan içkin kuvvetler görünür ve algılanır olmuştur.

16 Haziran 2017 Cuma

'TEKHNE'NİZİ HAZIRLAYIN, GİDİYORUZ!

M.I.A, "Borders", Video.

Ivan Ayvazovski
RAHMİ ÖĞDÜL
16.06.2017

Kıyıda oturup adaları seyretmeyi, hayal kurmayı kim sevmez ki? Ada deyince aklınıza egzotik adalar gelmesin, seyrettiğim İstanbul’un Prenses Adaları’dır; hayal gücünü kışkırtacak hiçbir özelliği olmayan yerleşik adalar. Ama insanın hayal gücünü kışkırtan, ada fikridir. Önce ayrılışı, ardından da yeni başlangıçları akla getirir. Bu yüzden hayalimizdeki adalar hep ıssızdır; yaratıcı eylemlerimizle kendimizi gerçekleştireceğimiz yer. Dolayısıyla ada insandır. Ve kıyıda oturup adaları seyreden, aslında kendini seyreder, geçmişini ve geleceğini bir ada imgesinde yakalamıştır.

Adaya ulaşmak için anakaradan ayrılmanız gerekecek önce. Karadan ayrılanın iki yüzü vardır; biri ayrıldığı karaya, diğeriyse ulaşacağı adaya dönük. Anakara, basmakalıp düşüncelerin birbirine eklendiği, hep aynının biteviye dönüp durduğu kısır döngünün, sağduyunun, yerleşik düzenin alanıdır; kapatılmanın, tıkabasa doldurmanın ve konformizmin. Karada zaman ve mekân, kapitalizmin örgütlediği haliyle sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelebilir; geçmişi ve geleceği olmayan cehennemsi bir şimdi içinde çaresizce asılı kalmış gibi hissedebilirsiniz. Her şeyin yere sabitlendiği karadan ayrılmak ve çalkantılı bir yüzeyde serüvene atılmak yürek ister ama. Anakarayı adadan ayıran boşluk, yani deniz çalkantılı bir yüzeydir, serüvenlere açık. Denize ‘tekhne’ (yun.) ile açılırsınız, yani ‘yapabilme gücü ve becerinizle’. Bir deneyim alanı olarak deniz, yani boşluk bedenlerin kendi kudretlerini keşfedecekleri ve yapabilme becerilerini artıracakları etiğin alanıdır. Oysa kara, bedenin kudretini yasalarla kısıtlayan ahlakın alanı. Etik alanın çalkantılı sularında devindikçe bedeniniz ve ‘tekhne’niz yeryüzünün kuvvetleriyle birlikte dönüşecek. Adaya ulaştığınızda artık siz, siz değilsiniz.

Denize açılırken ‘tekhne’nin neresinde durduğunuz önemli; yüzünüzün nereye baktığı. ‘Tekhne’nin baş kısmındaysanız; yüzünüz eski olana değil, yeni karşılaşmalara açıktır. Ve fırtınalı denizde adaya ulaşmaya çabaladıkça bir bedenin nelere muktedir olabileceğini keşfedersiniz. Teknenin kıçında oturuyorsanız; karadan kopuşu, yitirdiklerinizi izlemekle yetineceksiniz. Ve alışkanlıklar, ezbere bildiğiniz yollar geride kalırken içinizi bir hüzün kaplayabilir ve bu hüzün nostaljiye dönüştüğünde artık neyi yitirdiğinizi unutsanız bile aklınız ve bedeninizi, yani ‘tekhne’nizi klişeler, yaşamı değersiz kılan yükler işgal edecektir. Deli sularda yol alabilmek için hafiflemek gerek. “Yaratmak hafifletmek, yaşamın yükünü boşaltmak, yeni yaşam olanakları icat etmektir” (Deleuze). Ve Nietzsche de ruhun üç dönüşümünden söz ederken, ancak masumiyeti ve unutuşu temsil eden çocuğun, yaşamı değersiz kılan yüklerden kurtulabileceğini söylüyor; yeni başlangıçlar ve değerler yaratacak olan çocuktur. O yüzden adaya bir çocuk gibi de çıkabilirsiniz; ya da yaşamı değersiz kılan yüklerle bir sömürgeci olarak da, Robinson Crusoe gibi: “Bundan daha sıkıcı bir roman hayal etmek zor, çocukların hâlâ bunu okuduğunu görmek son derece üzücü. Robinson’un dünya görüşü yalnızca mülkiyet üzerine kuruludur; ondan daha ahlakçı bir mülk sahibi görülmemiştir” (Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler, Bağlam). Robinson kıtanın kapitalizmini, yaşamı aşağılayan değerlerini adaya taşımıştır.

Deleuze ‘Issız Ada’ makalesinde, coğrafyacıların adaları oluşlarına göre kıta ve okyanus adaları olarak ikiye ayırmasını felsefi düşünceye taşımıştır. Kıta adaları, kıtadan bir kopuşun ürünüdür. Okyanus adaları ise okyanusun dibinden birdenbire yüzeye çıkan adalar. İnsan adaya yönelirken, adaları üreten bu ikili hareketi de bünyesinde taşır: Kopuş ve yeni başlangıçlar. İçimizde okyanuslar var. Ve derinlerde, henüz yüzeye çıkmamış gizil güçler: Yaratıcı kudretimiz. Yaşamın, birlikte yaratmanın yeni olanaklarını icat etmek için ‘tekhne’mizdeki yüklerden, bizi kısıtlayan, ağırlaştıran, güçsüz bırakan safralardan kurtulmalı önce. Çalkantılı sularda birbirimize doğru yelken açtıkça bakın nasıl da kudretleneceğiz. İnsan hem ‘tekhne’dir hem de ada. “Deniz şarap rengine büründüğünde tekneni kıyıya çek ve etrafını taşlarla çevir” demişti Hesiodos. Şimdi sular güneşin ışınlarıyla pırıl pırıl. ‘Tekhne’nizi yolculuğa hazırlayın, adalara gidiyoruz.

15 Haziran 2017 Perşembe

GÖLGELERİMİZDEN KORKUYORLAR

Eileen Carey

Chauvet Mağarası; Fransa
RAHMİ ÖĞDÜL
09.06.2017

Gölgeleri seviyorum. Biçimi ışığa ve devinime bağlı olarak değişen yeryüzündeki yansılarımız. Bizi yeryüzüne bağlayan ve hareket ettikçe biçim değiştiren uzantılarımız. Ama yeryüzünü, doğayı yitirince gölgelerimizi de yitirdik; tersi de doğru. Birden karşımıza çıktıklarında korkuyoruz şimdi. İnternette dolaşan bir videoda sevimli mi sevimli küçük bir kız çocuğunun gölgesinden korkması ve kaçmaya çalışıp kaçamaması bizi güldürüyor. Kendi hâlimize gülüyoruz. Yitirdiğimizi sandığımız doğa birden karşımıza çıkabiliyor. Bedenin tuhaf, acayip uzantısı. Acayip ve ucube. Ele geçmez, göçebe, ucube gölgeler olarak yeryüzünde dolaşırken gölgemizi konturların içine kapattılar, yakalandık; kalıplara sokulduk ve raflara kaldırıldık. O zamandan beri sürekli form değiştiren ve ele geçmeyen bir varoluş biçimi olarak gölge tedirgin ediyor bizi. Uygarlık tarihi, gölgenin ele geçirilmesi ve personalara/kişiliklere dönüştürülmesidir. Ve bu tarih, resmin tarihiyle örtüşüyor.

Psikologlar deney amacıyla, Afrika’nın ücra köşesindeki bir halka, konusu üç kişi arasında geçen siyah beyaz bir film izletirler. Yerliler filmdeki kişiliklere değil, sadece ağaçların arasında gezinen ışık ve gölge oyunlarına odaklanmışlardır. Oysa “Bizim algılarımız kişilere göre belirleniyor” diyor Foucault ve ekliyor: “Gözlerimiz bir şartlanmışlık içinde, gelip giden, ortaya çıkan ve kaybolan kişileri arıyor.” Uygarlaştıkça bizi doğaya bağlayan gölgemizi yitirmiş ve sadece nitelikleriyle ayırt edebildiğimiz, tanıyıp adlandırdığımız personalar kalmıştır geriye. Gölge, bizi uygarlık ve kişilik öncesine götürüyor, üzerinde konuşmak istemediğimiz, unutmaya çalıştığımız doğal duruma. Ve işin tuhafı, 40 bin yıl öncesine dayanan resmin tarihi de gölgenin kontur içine kapatılmasıyla başlamıştır.

İnsanın resim yapma serüveni Üst Paleolitik dönemde başladı. Keşfedilen resimli mağaraların en eskisi Fransa’daki Chauvet Mağarası. Bernard David, Üst Paleolitik dönemde yaşayan avcı toplayıcıların, mağaraların derin kısımlarına yaptıkları usta işi resimlerin gizemini nasıl çözdüğünü, ‘İnsanlığın En Eski Muamması’ başlıklı kitabında anlatıyor (Can Yayınları, 2013). Hiçbir hava akımının olmadığı, kandillerle aydınlatılmış bir ortamda, duvarların pürüzlü olmasına rağmen, mükemmel düzgün çizgiler çizerek hayvan figürleri yapan bu insanlar usta bir ressam olamazlardı. Bu resimlerin ancak mağara duvarına yansıtılan kilden ya da fildişinden hayvan heykelciklerinin gölgeleri etrafında kontur çizilerek elde edilebileceklerini deneyerek kanıtlamış. Çizilen resimlerin konturlarında, duvarların girinti çıkıntısına rağmen en küçük bir sapma olmaması, buna karşın hayvan figürlerinin üzerindeki göz ve kas çizgileri gibi ayrıntılarda hata yaptıklarının görülmesi, gölgelerin konturlarından yararlandıkları hipotezini güçlendiriyor. Doğanın tahakküm altına alınması ve evcilleştirilmesi, gölgenin ele geçirilmesiyle başlamıştır. Doğanın gölgelerini yakalayıp bir yüzeyde sabitlemeyi ve kontrol etmeyi öğrenen insan, kendi gölgesini de kontur içine kapattığında yerleşik hayata geçmiş ve iktidara yakalanmıştır. Kapatılmış gölgelerin yüzeyinde evcilleşmenin işaretleri arttıkça personalar, maskeler çıktı ortaya. Gölge, beton yüzeyin altında kalmıştır.

Yaşlı Plinius da (İ.S. 23-79) resmin kökenlerini gölgeye dayanıyordu: “Resim bir insanın gölgesinin etrafına bir kontur çizilerek kopyasının bir yüzeye çıkarılmasıyla başlamıştır” diye yazıyor ‘Doğa Tarihi’ kitabında. Bedenin yeryüzündeki göçebe, ele geçmeyen varoluşunu, gölgeyi sınırların içine kapatarak kendimizi bir resme, yani personaya dönüştürdük. Şimdi gölgelerimizden, doğal kudretimizden yoksun, beton yüzeylerde personalar olarak poz veriyoruz kameralara, selfie’lerimizi paylaşıyoruz. Personalar: Beton yüzeyde oyunlar sahneleyen iktidarın, rolleri dağıtırken kullandığı maskeler. Ne kadar kötü bakarsanız bakın, ne kadar kötü çocuk gibi yaparsanız yapın, personalar korkutmuyor, kötü çocuk da repertuvarındaki bir maskedir çünkü. Ama ele geçmeyen, evcilleştirilemeyen gölgelerimizden korkuyorlar hâlâ. Sahnelenen oyunu gölgeler bozabilir ancak. Betonu kırın, altından gölgenin kudreti çıkacak, korkmayın. Onlar korksun!

2 Haziran 2017 Cuma

ORGANİZMALAR BEDENİN DÜŞMANI

Igor Morski

Catrin Welz-Stein

Raghu Rai
RAHMİ ÖĞDÜL
02.06.2017

O kadar gömüldük ki mevcut şeyler düzenine, neler olup bittiğini göremiyoruz; sezinlesek bile çırpındıkça daha fazla gömülüyoruz. Dışarı çıkmayı öneriyorum. Kolay değil, biliyorum. Benim önerim, nelerin olup bittiğini görebilmek ve kendi hayatımızı bir nesne gibi seyredebilmek için, Nesimi’nin ‘Haydar Haydar’ olarak bilinen nefesindeki gibi bir yükseliş: “Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi/Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni”. Ne denli berbat bir bataklığın içine gömüldüğümüzü anlamamız için, mistik bir deneyim olarak olmasa da, en azından düşünsel bir etkinlik olarak kendi bedenlerimizin dışına çıkmak ve dışarıdan bakabilmek kendimize; çok ihtiyacımız var. Nasıl nesneleştiğimizi, tüketim toplumunun nesneleri arasında bir nesne olduğumuzu görebilmek. Bir zamanlar “düşünüyorum o halde varım” diyenler, şimdi “tüketiyorum o halde varım” diyorlar. Tükettikçe tükeniyoruz oysa, yakalandığımız tuzaklarda kendimizi yiyip bitiriyoruz. Tüketim toplumunun maymun tuzaklarına yakalandığımız an, devlet denilen devasa ve acımasız organizmanın organına dönüşmüşüz demektir. Hani, maymunun avucundakileri bırakmak istemediği için sıkılı yumruğunu bir türlü delikten çıkaramadığı ve durmadan enselendiği tuzaklar. Foucault’nun tabiriyle dispozitifler; yani bizi yakalayan, yönlendiren, belirleyen, modelleyen ve denetleyen iktidar aygıtları.

Dışarı çıkıp ya da yükselip kendimizi ve âlemi seyretmeden nelerin olup bittiğini kavramamız mümkün değil. Seyirci olmaya o kadar alıştık ki gösteri toplumunun seyircileri olarak bize hazır yapım seyirlikler sundular, sırf yaşadığımız bataklığa alışalım diye. Bir ‘otoskopi’ yaşamalı; yani kendi dışımıza çıkıp kendi gözlerimizle seyretmeliyiz olup bitenleri. Nasıl yakalandığımızı, biçimlendirildiğimizi ve bir organizmanın organına dönüştüğümüzü, yani hayatımızı bir film şeridi gibi izlemek. Hep derler, ölmeden önce hayatınız bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden akarmış. İş işten geçtikten sonra, ölürken değil, yaşarken izlemeli bu filmi. Tüm yaşama el koyarak doğacak olanın ve doğmasıyla birlikte mevcut şeyler düzenini değiştirecek olanın ölü doğması için elinden geleni yapan boğucu iktidarın elinden yaşamı kurtarmak. Şimdi ve gelecek, geçmişte saklı, film şeridinin geçmiş karelerinde.

Yakalandık bir kere ve bedenimiz devlet denilen organizmanın yeri ve işlevi sabit bir organına dönüştü. Oysa Antonin Artaud bizi uyarmıştı: “Organizmalar bedenin düşmanları”. Geçmişten kareler, yıl 1159; ‘Policraticus’ adlı yapıtında Salisbury’li John devletin organlarını, yani bizi anlatır: “Devlet (res publica) bir bedendir”. Bu bedende hükümdar baştır. Gözlerin, kulakların ve dilin yerinde yargıçlar ve eyalet valileri vardır; para işleriyle uğraşanlar, tüccarlar mide ve bağırsaklara yerleştirilmiş. El ve kollar, memurlar ve askerlerdir; ayaklar ise köylüler ve işçiler. Devlet, üçüncü şahıs olarak aramıza girmiş ve bir zamanlar aramızda kurduğumuz doğrudan ilişkileri kopararak bedenlerimizi kendi organına dönüştürmüştür.

Kendimize doğanın içinde korunaklı bir yuva açmış ve toplumsal bağlarla bağlanarak içinde devineceğimiz yaratıcı kurumlar inşa etmiştik. Sonra devlet çıktı, bir organizma olarak ve aramıza girerek ilişkilerimizi kendi üzerinden dolayımladı; dolayımlandık. Ne kurumlarımız var ne de toplumsal bağlarımız, doğrudan devlete bağlandık, devletin organlarıyız artık. Ve bedenimizde derin yaralar açan yasalarımız var şimdi; her gün yenilerini ekliyorlar. Deleuze yaşasaydı, tiranlık derdi buna: “Tiranlık yasaların çok, kurumların az olduğu bir rejimdir; demokrasi ise kurumların çok, yasaların pek az olduğu bir rejim. Yasalar kendilerinden önce gelen ve insanları güvence altına alan kurumlar üzerinde değil de doğrudan insanlar üzerinde uygulandığı zaman baskı ortaya çıkar” (Issız Ada ve Diğer Metinler, Bağlam). Bir dalga bekliyoruz şimdi, bir duyumsama dalgası. Bedenleri boylamasına katedecek ve titreştirecek: Organsız bedenlerin dalgası. “Organsız beden, organlardan çok, organizma adını verdiğimiz, organların organizasyonuna karşı çıkar” (Deleuze). Kendi dışımıza çıksak ve bir film izler gibi izlesek hayatımızı! İnanın, hayatımız değişecek.