31 Temmuz 2014 Perşembe

TİŞÖRTTEKİ FELSEFE: İNSAN KENDİNİ YAPABİLİR


RAHMİ ÖĞDÜL

31.07.2014

Sıcaklarla birlikte tişörtler piyasaya çıkınca, mesaj bombardımanında da bir artış oluyor haliyle. Sokaklarda dolaşırken tişörtlerde yazılı mesajlara takılıyor bakışım sürekli. Kimi bilinçli, kimi bilinçsizce tişörtlerinin üzerinde yazılar, desenler, görseller taşıyor. Kimileri ünlü markaların logolarıyla kendi kimliklerini şirketleştirirken, kimileri kişisel, politik mesajları tercih ediyor. Bazen de mesaj ile taşıyan arasında uyumsuzluk göze çarpıyor. Bir keresinde tişörtünde İngilizce edepsiz bir mesaj yazan başörtülü bir kız görmüştüm. İlettiği mesaj ile giysilerin dayattığı hayat arasında bir kopukluk vardı. Her zaman bu böyle olmuyor. Tişörtündeki iletiyi gururla taşıyanlar da var. Herkesin birbirine yabancı olduğu bir kent kalabalığı içinde sesini duyurmanın ve kendini inşa etmenin bir yolu olarak tişörtler postmodern hayatın vazgeçilmezlerine dönüştü.

Fanila denilen bir iç giysinin dış giysiye ve modaya dönüşmesinde Marlon Brando’nun da katkısı olmuştur; Arzu Tramvayı filminde tişört giyen aktörden sonra, 1950lerde tişört artık tek başına bir dış giysi olarak popülerleşir. 1960larda kendini ifade etmenin bir aracı olarak baskılı tişörtler yaygınlaşır. Günümüzde baskısız olanları alıp kendi desenleri, mesajlarıyla donatanlar var ama çoğunluk hazır giyim olarak kendilerine sunulanlar arasından seçiyorlar mesajlarını.

Otobüs beklerken bir tişörtün üzerinde ağır bir mesajla karşı karşıya kaldım ve neredeyse tüm felsefi, metafizik ve politik alanı kat ederken buluverdim kendimi. Jean Paul Sartre’ın 1946’da verdiği “Varoluşçuluk bir Hümanizmdir” başlığını taşıyan dersinde geçen ünlü cümlesinin İngilizcesi yazılıydı üzerinde: “Man is nothing else but what he makes of himself”; Türkçesiyle, “insan kendinden yarattığı şeyden başka bir şey değildir.” Yani insan kendini tasarlayabilir diyen varoluşçu bir tümce vardı karşımda ve Sartre bunu varoluşçuluğun ilk ilkesi olarak belirlemişti metninde. Otobüsü beklerken bu tümceyi ve çağrıştırdıklarını düşünmeden edemedim.

Tişörtün mesajı insanın sabit bir doğasının, özünün olmadığını vurguluyordu. Bir giysi gibi toplumsal bedene biçilen politik kalıplar sabit bir insan doğasından yola çıkıyorlar nedense. Devletin çok gerekli olduğunu, aksi takdirde insanların birbirinin kurdu olacağını söyleyen Thomas Hobbes, insanın doğasını kötü olarak sabitlerken, Kropotkin ve Bakunin’inin içinde yer aldığı klasik anarşist gelenek, insanın doğasını iyi olarak tespit ediyor ve devletin ve iktidarın bu iyi olan doğayı yozlaştırdığını iddia ediyor. Sartre ise insanın sabit bir doğasının olmadığını, insanın olumsal bir varlık olduğunu ve kendi edimleriyle kendini biçimlendirebileceğini söylediğinde, Rönesans döneminde Giovanni Pico della Mirandola’nın yazdığı “İnsanın Vakarı Üzerine Söylev”e geri götürüyor bizi.

İnsanın kendine has bir yüzünün olmadığını ve yüzünü kendi iradesiyle hayvani ya da ilahi yönde biçimlendirebileceğini yazmıştı della Mirandola 1486’da. Göksel ile yersel, hayvani olan ile insani olan arasında havada asılı kalmış, sınıflandırılamaz bir yaratık olarak tanımlıyor insanı. Della Mirandola’ya göre insan bütün yaratılış modelleri tükendiğinde biçimlendirildiği için bir arketipe, kendine ait bir yere ya da özel bir sınıfa sahip değildir. Dolayısıyla kesin bir modele göre yaratılmaması nedeniyle insanın kendine has bir yüzü yoktur. Kendi edimleriyle yüzünü istediği gibi biçimlendirebileceğini, daha doğrusu kendini her türlü inşa edebileceğini söylüyordu (Agamben, Açıklık, YKY).

İran geleneğinde de yüzümüzü biz biçimlendiriyoruz yine. Her insan Daena denilen, güzeller güzeli bir meleğe benzer biçimde yaratılmıştır önce. Doğduğumuz andan itibaren bu melek yaşamımızın her anında bize eşlik eder. Birlikte yaşarken bu meleğin yüzünü yapıp ettiklerimizle, düşüncelerimizle biz biçimlendiririz. Böylece ölüm anında ruh, kendisini karşılamaya gelen meleğini, hayatta nasıl davrandıysa bu davranışa uygun bir biçimde değişmiş olarak görür, bazen daha da güzel bir varlıkla, bazen de korkunç bir şeytanla karşılaşır. Sürdürmüş olduğumuz hayat, suretine göre yaratıldığımız bu arketipe şekil verip, biçimlendirmiştir. İkizimizi biz yaratmışızdır, ona baktığımızda kendimizi görürüz.

Tişörtlerimizde kendimizi tasarlayabileceğimize dair mesajlar taşısak da ikizimiz olarak bir toplum duruyor yanı başımızda ve bu toplum giderek çirkinleşiyor. Ona baktığımızda kendimizi görüyoruz. Reklam panosunu andıran bir beden taşımak yerine, bedeni devinen bir mesaja dönüştürdüğümüzde hep birlikte inşa edebilirdik güzeller güzeli toplumsal bedeni, yani kendi ikizimizi.

24 Temmuz 2014 Perşembe

MİTOS VE LOGOS: ÇÜRÜME VE DOĞUM


RAHMİ ÖĞDÜL
24 Temmuz 2014
Babil dilinde bahçe için, çitlerle çevirmek anlamına gelen ‘pardisu’ sözcüğü kullanılıyordu. Bu sözcüğün bir giysi olarak “pardösü” (Fr. Pardessus) sözcüğü ile ses ve anlam yakınlığı hiç aklıma gelmemişti: Bahçeler ve bedenler. Birlikte düşündüğümüz bir arkadaşım bu bağlantıyı kurunca zihnimizdeki örtüler de aralandı. Bir örtü olarak yeryüzüne giydirilen çitler ile bedene giydirilen örtüler arasındaki bağlantı bir kez kurulunca, bedenlerin de çitlerle çevrili bahçeler olarak tasarlandığını görmek kolay oluyor.
Birlikte düşünme, yani diyalog, örtü kaldırıcı bir eylemdir. Sokrates’in bir doğurtma eylemi olarak diyaloglarını hatırlayın. Diyalogda herkes birbirinin ebesidir; zihindeki örtüler kalkar ve yeni doğumlar meydana gelir. Ön yargılar, âdetler, alışkanlıklar, gelenek görenekler, kalıplarla üzeri örtülmüş, tel örgülerle çevrilmiş zihnin ve bedenin diyalog sürecinde örtülerinin kalktığı ve daha önce görülmeyen, görülemeyen yeni bağlantılarla, yeni doğumlarla düşüncenin ilerlediğini kendimden biliyorum. Tek başına düşünülmüyor; düşünce doğası gereği birlikte ve birbirimizin örtülerini kaldırarak gelişip serpiliyor. Bunu daha iyi anlamak için mitos ile logos arasındaki ayrımın ortaya çıktığı dönemlere geri gitmek gerek.
Mitosun geçerli olduğu zamanlarda her şey, evrenin başlangıcında tanrıların gerçekleştirdiği ilk edimin sürekli yinelenmesiyle ve kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla açıklanırken yeryüzü, zihinler ve bedenler bu yinelenen anlatıyla örtülüyordu. Sonra İ.Ö. 6. yüzyılda Ege kıyılarında, İyonya’da ilk doğa filozofları gözlemlere dayanarak evrenin, doğanın nasıl ortaya çıktığına dair akıl yürüttükçe ve kendi sözlerini söyledikçe mitosun örtüsünde yeni doğumlar için delikler peyda olmaya başladı. Mitos, başkalarının sözlerini tekrarlamaktır; başkalarının yalancısı olmaktır. Bu ilk filozoflar artık başkalarının yalancıları, geleneklerin, basmakalıp düşüncelerin esiri olmayı bırakıp, yeryüzünün ve zihnin örtüsünü kaldırmaya yönelik hamleleri başlatmışlardı. Ve bu filozoflar, birlikte düşünerek logosun, kendi sözünü söylemenin zeminini hazırlamış oldular. Düşünce, düşünceyi kışkırtıyor.
Düşünme edimi durduğunda mitosun örtüleri seriliyor üzerimize. Kaldırmaya yeltendiğimiz örtü, yeniden yeryüzüne örtülüyor. Başkalarının sözlerini yineleyen, düğmesine bastığınızda sözcüklerini durmadan tekrarlayan telesekreterlere dönüştüğümüzde düşünürmüş gibi yapıyoruz. Oysa tüm yapıp ettiğimiz, başkalarının sözlerinin yalancıları olarak mitosun dipsiz kuyusunda debelenmek. İktidar logosu değil, mitosu seviyor en çok. Babil’in mitosu Enuma Eliş’in (Bir Zamanlar Yukarıda) aslında tüm zamanlarda iktidar tarafından sahneye konulduğunu ve durmadan tekrarlandığını fark edemiyoruz. Her yıl temmuz ayında yinelenen bayramda bu mitos sahneye konuluyor ve kaosu temsil eden Tiamat, kozmosu temsil eden Marduk tarafından öldürülüyordu. Ve toplumsal hiyerarşinin en tepesindeki tanrı-kral her yıl kendi konumunu sağlama alırken, kurduğu düzenin de sonsuza kadar bu yinelemelerle süreceğini umuyordu. Yine aylardan temmuz ve iktidar geçmişin mitos ve ritüellerini andıran gösterilerle kendi düzenini sonsuza kadar taşıyacağını umuyor.
Babilliler için kaos kentin surlarının hemen dışında uzanan ve zaman zaman taşarak kenti tehdit eden nehirlerin sularıysa, günümüz iktidarının kaosu sokakları, meydanları doldurarak deli gibi akan halkın coşkun selidir. Bu seli bastırabilmek için temsili kaos kuvvetleri icat ederek onlarla savaşa girişiyor. Toplumsal düzenin ancak temsili düşman kuvvetlerinin öldürülmesiyle korunacağını bildiği için durmadan düşman icat ederek temsiller sahneye koyuyor. Değişen bir şey yok. Eski tas eski hamam; Eski Babil ya da Yeni Babil. Üzeri mitosla örtülerek derin uykulara yatırılmış bir halk var hâlâ.
Mitosun örtüsünü logos kemirebilir ancak. Din tarihçisi Walter Burkett mitos ile logos karşıtlığını şöyle özetliyor: “Bir araya getirmek anlamına gelen ‘Legein’ sözcüğünden gelen logos tek tek veri parçalarını, doğrulanabilir olgu parçalarını bir araya getirir… Mitos ise sorumluluk kabul etmeden bir hikâye anlatır: “Bu benim hikâyem değil, başka bir yerde duydum” (bkz Richard Sennett, Ten ve Taş, Metis). İktidarın uydurduğu yalanların yalancılarıyız. Mitik bir evrenin içine gömülüyoruz giderek ve logosun havasızlıktan çürüyeceği örtülerle, çitlerle çevriliyor bedenler. Yaşamı ve düşünceyi çoğaltacak yeni doğumlara mı gebeyiz yoksa çürümeye yüz tutmuş bedenler mi? 


Not: Görseller Polonyalı sanatçı Igor Morski’ye ait.

17 Temmuz 2014 Perşembe

ISLIK ÇALMAK İSTİYORUM, KATILIR MISINIZ?

RAHMİ ÖĞDÜL

17.07.2014

İçim çok sıkılıyor. “Batsın bu dünya” demek istiyorum ama sonra sözlerin müellifinin dünyayı batıranlarla aynı geminin içinde yolculuk yaptığını, dünyayı batırırken kendi gemilerini yüzdürdüklerini düşününce vazgeçiyorum. Dünyayı batıranlar ya da batırmayı planlayan küresel güçler Mars’ta koloniler kurarken, bizim dünyayı batıranlarımız, yeryüzünü yağmalayanlarımız, şatafatlı gemilerinin lüks kamaralarına, gökdelenlerin lüks dairelerine sığınıyorlar.

Sıkıntımı hafifletmek için ıslık çalmak istiyorum. İçimde biriken onca havayı bir çırpıda dışarı çıkarırsam kocaman bir ofla karşıki dağlara zarar vermekten korkuyorum; o yüzden ıslığın sağaltıcı etkisine sığınarak, içimdeki kaostan bir düzen çıkaracak nağmelere yöneliyorum. Bildiğim bütün şarkıları unuttuğum için uygun notaları el yordamıyla yan yana getirerek içimdeki kaosu düzene sokmaya çalışsam da olmuyor. Hep kakafonik sesler çıkıyor. İçimdeki kaos dışarıdaki despotik havada kendi yolunu bulup kozmosa ulaşamıyor bir türlü; ıslığımın boğazımda düğümlendiğini hissediyorum.

Çocuktum, ıslık çalmayı henüz öğrenmiştim. Bir enstrüman olarak bedenin imkânlarını keşfetme çağında, bu çabamın çok geçmeden engellendiğini gördüm. Evde ıslık çaldığımda ilk uyarı babamdan gelmişti. “Islık çalma, şeytanları mı üşüştüreceksin başımıza!” Islık çalmanın, özellikle geceleri yapılıyorsa, şeytanlara çıkarılmış bir çağrı olduğunu öğrendiğimde küçük bedenim ürpermişti. Bedenini tanımak üzere keşiflere çıktığın bir yaşta, otoriter bir ses bu çabanın şeytanlarla işbirliği yapmak olduğunu öğretmişti bana. Oysa ben sadece seslerin, müziğin büyülü havasıyla kendime küçük bir dünya kurmaya çalışıyordum sadece, etrafımda sesten bir duvar örmek. Oysa iktidar için ıslık çalmak, şeytanlaşmak demekti.

Geçmişin öyküleri, mitleri birbirine eklenerek tüm zamanları kat ediyor ve hâlâ bedenleri biçimlendirmeyi sürdürüyorlar. On dördüncü yüzyılın çok satan kitaplarından biri olan Gesta Romanorum’daki (Romalıların Davranışları) bir öykü ıslığın şeytana ait olduğunu yazıyordu. Babamın ıslık çaldığımda şeytanları çağırdığımı söylemesi boşuna değildi demek. Bir zamanlar Doğu Roma’nın başkenti olmuş İstanbul’da hâlâ Romalıların davranışları geçerli olması şaşırtıcı. Öykü şöyle: İmparator Theodosius ava çıktığı sırada bir arpın tatlı müziğini duyarak hemen bu sesin geldiği yere yönelir ve sonunda bir nehre ulaşır. Bu çok etkileyici müziğin nehir kenarında yere oturmuş, arp çalan yoksul bir adamdan geldiğini görür. Adam mutsuzdur; çünkü bir zamanlar arpının tatlı sesini duyup nehir kıyısına gelen balıkları kolayca avlıyor ve ailesini doyurabiliyormuş. Ama artık işler değişmiş: “Birkaç gün önce başka bir diyardan güzel mi güzel ıslık çalan biri geldi ve balıklar beni terk edip ona gitti.” Öykünün isimsiz yazarı kısadan hisse çıkararak “balıkçının rahip, arpın tanrının kelamı ve ıslık çalanın da şeytanın ta kendisi olduğunu” açıklar (bkz David Hendy, “Gürültü”, çev. Çiğdem Çidamlı, Kolektif Kitap).

İnsan bir enstrümandır. Islık çalarak, şarkı söyleyerek, bedeninde ve bedeniyle tempo tutarak bir orkestraya dönüştürebilir kendini. Ve başka bedenlerin de katılmasıyla müthiş bir yeryüzü doğaçlaması çıkar ortaya. Yatay olarak birbirine kontrpuanlarla bağlanan bedenlerin kendi doğaçlamalarını gerçekleştirmeleri iktidarın hiç işine gelmez tabii. Bir şef olarak kendi kelamını mırıldanmamızı istediği için elindeki sopasıyla despotça yönetmeye kalkar bizi. Elimize tutuşturduğu kendi bestesi olan sıkıcı bir partisyonu, yine kendi seçtiği enstrümanlarla icra etmemiz için despotluk gereklidir. Aksi takdirde bu sıkıcı ezgiyi unutabilir, burnumuzun dikine gidebilir ve başka bedenleri de ayartabiliriz. Despot şefin, her notasına kadar belirlediği bu sıkıcı ezgide sapma yaratacak en küçük hatayı affetmemesi lazım; partisyondaki küçük sapmalar, burnunun dikine gitmeler tüm gösterinin çöküşüne yol açabilir; ve yeryüzü, tüm bedenlerin yatay olarak birbirine kontrpuanlarla bağlanmasıyla sahneyi ele geçiriverir ve kendi doğaçlamasını sahneleyebilir.

Islık çalmak istiyorum ama despotik havada soluğum kesiliyor. Bedenimi bir enstrümana dönüştürerek, dünyayı batıranların değil, dünyayı yaşatanların şarkılarına eşlik etmek istiyorum. İktidarın bizi şeytanlaştırmasına aldırmadan nefesimin yettiği yere kadar ıslığımı duyurmak istiyorum. Soluk, hayat demektir ve ıslık, hayatın sesidir. Ölüme karşı hayatı savunanlar, soluklarıyla diriltecekler ölü bedenleri.

10 Temmuz 2014 Perşembe

HATT-I MÜDAFAA YOKTUR SATH-I MÜDAFAA VARDIR; O SATIH BÜTÜN BEDENDİR


RAHMİ ÖĞDÜL

10.07.2017
Düşünsenize, yeryüzündeki renklerin çokluğunu. Gökkuşağının renkleri bu çokluğun prizmadan kırılarak budanmış halidir; yeryüzünün paletindeki renklerin yanında çok yoksul duruyor. Sadece ana renkleri değil, ara renkleri de düşünün. Ana renkler birbirine geçişirken, aralarda ortaya çıkan tonları hayal bile edemiyoruz. Sonsuzca kendini çoğaltan renkler cümbüşü. Hiç biri bir diğerinden üstün değil ve hep birlikte müthiş bir renk dünyası yaratıyorlar. Üstelik birbirine karışarak, geçişlerle tüm sınırları muğlaklaştırmaları, yeryüzünü sürekli dalgalanan bir renk denizi yapmaya yetiyor. Sonra norm ve normal kavramlarının ortaya çıktığı 19. yüzyılda sosyal-Darvinciliğin etkisiyle yaratılan evrim skalasının yoksulluğunu bir düşünün. Tüm renkler beyaz lehine bir çırpıda değerden düşürülecek ve evrim bakımından gelişmemişliği, yozluğu simgeleyen diğer renkler evrim skalasının en altına yerleştirilecekti. Modern, beyaz, Avrupalı birey en tepede yer alırken, en altta yeryüzünün tüm renkleriyle bedenini süsleyen ilkel ve yoz insan. Renk çeşitliliği, evrimin skalasının sunağında kurban edilirken sadece beyaz renge verilecekti üstünlük ve bedenler pürüzsüz bir yüzey olarak yeniden kurulacaktı.
Sadece beyaza ve modern olana değil, beyaz, modern ve erkek olana verilir bu üstünlük. Modernitenin figürü apaçık şekilde erkektir. Alacalı bulacalı renklerle bedenlerini süsleyen erkekler ilkel, yoz ve suçludur modern bakışa göre. Ve modern mimarlığın babalarından Adolf Loos “Süs sonsuza kadar kadının hizmetinde olacaktır… Kadınlardaki süs temelde vahşilerdeki süse karşılık gelir” diye yazdığında kadının hiçbir zaman evrimleşemeyeceğini ve yoz olarak kalacağını saptayacaktı. Adolf Loos için çocukta, Papualı’da ve kadındaki süs, modern erkekte bir yozlaşma belirtisidir. Dolayısıyla evrimsel bakımdan gelişmiş modern bir erkeğin süsten arınması gerekecektir. Süslenen bir erkek kadınlaşmış bir erkektir ve Loos’un süse karşı saldırısı sadece cinsiyetçi değildir; saldırısını mimaride aşırı süslemeden yana olan efemine mimarlara yönelttiğinde, aynı zamanda açıkça homofobiktir de. Tüm renkleriyle yeryüzünün bedeni budandığında beyaz ve erkek bir standart çıkar karşımıza. Rönesans’ın ideal bedeni “Vitriviusçu İnsan” da bir erkektir ama Le Corbusier’nin bir erkek olan beden standardı, “Modüler İnsan” bir norm olarak dayatılmıştır modern zamanlarda.
Bu erkek her türlü süsten arınmış olmalıdır. 19. yy İtalyan antropolog, kriminoloğu Cesare Lombroso yerlilere özgü dövmelerle bedenlerini süsleyen Batılıları ilkel, yoz ve suçlu olarak damgalamıştı. Despotik bir tavırla tüm bedenleri zihnindeki skalaya göre ölçer, biçer, yargılar ve sınıflandırır. Lombroso’nun bu yaklaşımları, her türlü süsten arınmış, işlevsel mimariyi savunan Loos’un yazılarında da yankılanır: “Dövme yaptıran modern bir kişi ya suçludur ya da yoz biridir. Suçluların yüzde sekseninin dövmeli olduğu hapishaneler var. Hapishanenin dışındaki dövmeli kişiler ise ya gizli suçlulardır ya da yozlaşmış aristokratlardır.” Bedene karşı bu despotik yaklaşımlar günümüzde de iktidar tarafından seslendirildiğinde şaşırtmıyor bizi. Futbolcunun dövmeli kolunu görünce yüzündeki ifade Lombroso’nun, Loos’un ifadesiyle aynı olmalı. Hepsi, dayatılan beden normundan sapanları patolojikleştiriyor ve hastalıklı bedenler olarak teşhis ediyorlar: “kansere varıncaya kadar yapar.”
Yeryüzünün bedeni ve bizim bedenlerimiz. Beden bizim vatanımızdır ve işgal altındadır. Tüm zamanların beden açısından en mağdurları kadınlardır elbette. Eril bir iktidarın kadın bedenini çitlerle çevirip mülkiyetine almasıyla birlikte kadının kendi bedenine dair söz söyleme hakkı elinden alınmıştır. Sadece kadın bedenlerinin iktidar tarafından işgal edildiğini söylemek yanlış olur. Yeryüzünün bedeni de dâhil tüm bedenleri işgal eden iktidar, zihnindeki tasarıma göre yeniden kurmaya çalışır bedenleri. Bedenlerin buna karşı tavrı ya da karşı hamlesi, işgal edilen vatanlarını yeniden ele geçirmek oluyor. Kendilerine özgü işaretlerle, dövmelerle, dönüşümlerle süslediklerinde, bedenlerini yeniden kendi yurtlarına, vatanlarına dönüştürebiliyorlar. Okyanusta bir damla olsa da bedenini, içinde rahat edebileceği bir vatana dönüştürmek istediğinde, trans birey Okyanus’un kendi vatanını kurma hakkı baskılarla gasp edildi. Derisini dövmelerle süsleyen bir futbolcu iktidarın hışmına uğrayabiliyor. Sadece cinsel organlar değil, bedenin tüm yüzeyi saldırı altında: Tüm renklerin içi içe geçtiği, bir renk denizi gibi dalgalanan yeryüzünün bedenleri. O halde artık, “hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır ve o satıh bütün bedendir.”

3 Temmuz 2014 Perşembe

DEUS EX MACHINA YA DA SIVILAŞAN BEDENLER


RAHMİ ÖĞDÜL

03.07.2014

Kafamız çok karışık; içinden çıkılamaz bir denklemin içindeyiz ve çözümünü hayal bile edemiyoruz. Düşüncemizi nereye doğru ilerletsek ya da yeryüzünde hangi yolu izlesek hep duvarla karşılaşıyoruz. Tam bir açmaz durumda bulduk kendimizi. Tüm yolların kapatıldığı, duvara çarpan düşüncelerin kırıntılar halinde dağıldığı ve tekrar bir araya toplanıp akıl yürütülemediği, kilitlenip kaldığımız bir durum. Kafamız çok karışık.
Felsefede bu duruma “aporia”, yani açmaz deniliyor. Genellikle kişi meseleyi ne yöne taşıyacağını bilemez; akıl yürütemez; dolayısıyla nasıl düşünülmesi, ne söylenmesi gerektiğini bilemediği için birbiriyle çelişen önermeleri peş peşine sıralar. Çözümsüz, karmaşık bir muammanın düğümlenmiş iplikleri arasında dolaşık durumdayız. Ne düşüncemizi ilerletebiliyoruz ne de bedenlerimizi. Antik tiyatronun sahnesinde olsaydık, bu muammayı “deus ex machina (makine tanrı)” denilen bir sistemle yukarıdan indirilen ve tanrı rolünü üstlenmiş bir aktör çözecekti. Makaralar sistemi sayesinde, tanrıyı oynayan aktör, beline bağlı bir ip yardımıyla sahnenin sol tarafından aşağıya indiriliyordu; ve oyunun akışı içinde ortaya çıkan bütün “aporia”ları, açmazları bir çırpıda çözüme kavuşturuyordu.

Yine politik sahnede müthiş bir “aporia”, yani çözülmezmiş gibi duran bir düğüm; ve hepimiz bu düğümün arasında sıkışık kaldık ve yine sahnenin sol tarafından, belindeki ipe kanca bağlanarak yukarıdan indirilen nur yüzlü bir tanrı; onun sayesinde bu açmazdan kurtulabileceğimizi düşünüyoruz. Yukarıdan inen aşkın bir varlığın dokunmasıyla çözülecek ya da İskender’in bir kılıç darbesiyle çözeceği bir düğüm. Her iki durumda da çözüm dışarıdan gelmiştir. Oysa “aporia” ya da açmaz çözümünü, çıkış yolunu kendi içinde taşıyan bir muammadır. Yukarıdan değil, aşağıdan, bedenlerimizden gelen bir hamle ile çözülebilecektir.  Sözcüğün etimolojisine baktığımızda bunu görebiliyoruz. “Aporia”yı bileşenlerine ayırdığımızda “a” ve “poros” ile karşılaşıyoruz; “a” öneki, önüne getirildiği sözcükleri olumsuz kılıyor; “poros” ise geçit, gözenek anlamlarını taşıyor. Dolayısıyla geçit vermeyen, gözeneği olmayan anlamlarını taşıdığını görüyoruz “aporia”nın: Bir duvar gibi önümüze dikiliyor ilk önce. “Aporia” duvarı içinde gizli bir geçit (poros) vardır her zaman. İlk bakışta duvarı gördüğümüz için müthiş bir yılgınlığa kapılabiliriz; sonra sabırla, tutkuyla duvarın yüzeyinde elimizi gezdirdiğimizde gizli bir kapı aralanır önümüzde. Kafa patlatarak, aklın yardımıyla çıkış yolu bulamadığımız muammaların kapısı, bedenlerin devreye girmesiyle keşfedilebiliyor ancak. Aklın sıkıştığı yerde, çözüm bedenlerimizden gelebiliyor.

Reis Çelik’in 2013 tarihli “İnat Hikâyeleri” filminde, Tuncel Kurtiz’in anlattığı zengin ağanın oğlu Yusuf ile yoksul köylü kızı Şahsenem’in öyküsü, aklın çözemediği muammayı, bedenin bilgeliğinin nasıl çözüme kavuşturduğunu gösteriyor bize. Ağa oğlunu yine bir ağanın kızıyla evlendirmek istese de oğlu Yusuf Şahsenem’e deli gibi âşıktır. Oğlunun bu tutkusu karşısında çaresiz kalan ağa sonunda, o zamana kadar kimsenin çözemediği, akıl erdiremediği bir muamma sormaya karar verir kıza. Şayet bu muammayı çözerse, kızı oğluna alacaktır. Ağa, kızın önüne beş kırık çöp koyar. ‘V’ şeklindeki bu kırık çöpleri, sivri uçları birbirine değecek şekilde masanın üzerine yerleştirir. Ve ardından ekler: “Bu beş kırık çöpe elini değdirmeden yıldız şeklini verdirirsen, seni oğluma gelin olarak alacağım.” Kızın bu bilmeceyi çözmesi için kırk gün süresi vardır. Günler hızla akıp geçer ve kırkıncı güne gelindiğinde kız hâlâ muammanın çözümünü bulamamıştır. Gün bitiminde, şafak ağarmak üzereyken, sevdiğine kavuşamayacak olmanın ve aklın çaresizliği karşısında gözlerinden iki damla gözyaşı düşer kırık çöplerin üzerine. Tutkulu bedenden akan sıvının kuvvetiyle kırık çöpler yıldız şekline dönüşür. Bedenden akan sıvı ya da sıvılaşan beden muammayı çözmüştür.

Her “aporia” ya da duvar, kendi içinde mutlaka bir geçit (poros) saklar; aklın yetmediği yerde, sıvılaşan bedenlerimizle bulabileceğimiz bir geçit. İçine düşürüldüğümüz açmazdan, sahnenin sol tarafından makara sistemiyle indirilen bir tanrı sayesinde değil, tıpkı Şahsenem’de olduğu gibi, sıvılaşan bedenlerimizle kurtulabileceğimizi “Gezi Günleri”nden biliyoruz.