29 Eylül 2018 Cumartesi

ZAMANI ÖLDÜRMELİYİZ!

Pawel Kuczynski

RAHMİ ÖĞDÜL
28.09.2018

Hızlı yaşamaya zorlanan ve genç ölenler var. Son yıllarda istatistiklere yansıyan iş kazalarında ölenlerin sayısı dehşet verici. Bunlar bilinenler, bir de bilinmeyenler var. Marx ne diyordu? “Zaman her şey, insan hiçbir şeydir; insan olsa olsa zamanın enkazıdır.” Hızlanan zaman ardında enkazlar bırakıyor, yıkıntılar ve cesetler. Zaman, kapitalizmin zamanı. Giderek hızlanan bir koşu bandında koşmaya zorlanıyoruz, yeni rekorlar kırmaya, kırdıklarımızı da aşmaya. Ama nereye kadar? “Hayat hızlanıyor, ayak uydurmak zorundasınız” diyorlar. Hayat hızlanmıyor, hızlanan makinedir. Makinenin hızına yetişmeye çabalıyoruz. Kapitalist makine öldürüyor.

Makinelerin zamanı
“Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun.” Bir zamanlar gençler arasında çok popüler olan ve hız tutkusunu dile getiren bu mottoyu genç yaşta trafik kazasında ölen James Dean’e atfediyoruz ama asıl dile getiren, 1949 tarihli “Knock On Any Door” (Cinayet Mahkemesi) filmindeki aktör John Derek’ti. Filmde, Şikago’nun varoşlarında yaşayan genç ve yoksul bir İtalyanı, Nick Romano’yu oynamıştı; bir polisi öldürmekle suçlanan bu gencin savunmasını üstlenen avukat Andrew Morton’u ise Humphrey Bogart. Nick’in filmde kız arkadaşına söylediği bu replik, Amerikalı siyah yazar Willard Motley’nin 1947’de yayınladığı ve filmin uyarlandığı aynı adlı romanında bir çok kez geçiyordu.

Oysa “Hızlı yaşa, genç öl” mottosu’nun gündelik yaşamda dolaşıma girmesi çok daha erken bir tarihe, 19. yüzyılın ikinci yarısına rastlıyor. Zaman kapitalizmin zamanıdır, makinelerin zamanı. Giderek hızlanan makinelere ilk başta direnenler olduysa da sonunda yenik düştük. Ve zamanı sadece makinelerin zamanı olarak algılıyoruz. Kapitalizmi hayat sanıyoruz. Hayatın hızlandığı filan yok. Hayat, çok farklı hız ve ritimlere sahip varlıkların kendi ritimlerine göre icra ettikleri devasa bir perküsyon gösterisini andırıyor. Siz hiç bir çitanın bir kablumbağayı koşmaya zorladığını gördünüz mü? Hayat, hız ve yavaşlıklardan oluşan çok ritimli bir akış. Ama çok yakın bir tarihte Homo sapiens diye bir tür çıkıyor, çitlerle çevirdiği ve uygarlık dediği alanda saat zamanını icat ederek saatin giderek hızlanan tik taklarını dayatıyor hayata ve yıkım başlıyor. Tuhaf değil mi? Doğal ritimlerinden koparılanlar, birden bire kendilerini saatin yapay ritmine ayak uydurmak zorunda buldular. Zaman her şeyi öldürüyor. Ve kapitalizm vakti nakite dönüştürünce, küresel olarak ölüyoruz.

Artık kopamıyoruz
Saat, makinelerin makinesi. Ve sanayi devrimiyle birlikte fabrikalarda mekanik makinelerin hızına ayak uydurmaya çalışırken bugün bilgisayarların hızına yetişmek zorundayız. Mekanik makinelerin hiç durmaması için vardiya sistemini icat etmişlerdi. Ve insanlar makineden koptuklarında bedenlerinin doğal ritimlerine geri dönebiliyorlardı. Ama bugün makineden kopamıyoruz. Koptuğumuzda hayatla bağlarımız kesilmiş gibi hissediyoruz, ‘online’ olamadığımızda hastalanıyoruz. Diyaliz makinesine bağlı, dolaşım bozukluğundan muzdarip hastalar gibiyiz. Makineden koptuğumuzda dolaşamıyoruz. İnsan, alet icat eden hayvandır. Aletler, bedenin gücünü çoğaltan protezler. Ama artık bizler protezleriz, makinenin protezleri. Biz bağlandıkça makine gücüne güç katıyor. Biz ise bağlandıkça ölüyoruz.

“Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” mottosu, Ellilerde Amerikan varoşlarında hayatta kalmak için yasaları ihlal eden yoksul Nick Romano’ların çaresizliğini yansıtıyor. Filmdeki avukatın deyişiyle, “Bu çocuğu üreten mahalleleri ortadan kaldırmazsak, onlarcası onun yerini almak için türeyecek, yüzlercesi, binlercesi. Varoşları yıkıp yeniden inşa etmezsek, hangi kapıyı çalarsanız çalın, karşınıza Nick Romano çıkacak”. Şimdi kentin kıvrımlarını yıkma işini üç kuruşa yoksul gençlere yaptırıyorlar. Hangi inşaatın kapısını çalarsanız çalın, karşınıza Nick Romano çıkacak. Yine hızlı yaşıyor ve genç ölüyorlar. Zamanı öldürmeliyiz, yoksa o bizi öldürmeye devam edecek.

23 Eylül 2018 Pazar

YOKSA SİZ İDİOT MUSUNUZ?

Michael Sowa, "Sahiplerinin sesi"

Pieter Brueghel, "Körler", 1568
RAHMİ ÖĞDÜL
21.09.2018

Maya inanışına göre insanların, henüz yaratıldıklarında ufkun ötesini görebilme yetenekleri varmış ama tanrılar, bu kadar güçlü olmasınlar diye gözlerine kum atmışlar (Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, Can). Şimdi sadece burunlarının ucunu görebiliyorlar. Burnumuzun ucunda cep telefonları, ekranlar ve vitrin camları.
Bırakın ufkun ötesini, yeryüzüyle gökyüzünü ayıran o çizginin, ufuk çizgisinin bile farkında değiliz. Ufuk çizgisi diye vitrinleri ve ekranları bellettiler bize. Vitrin camlarının ardında metalar; metalara kavuşabilmenin hayalini kuruyoruz.

Ne yazık! Ufuk çizgimiz yok, ufkun ötesi de. Sadece burnumuzun ucu. Oysa ufuk çizgisi, görünür olan ile görünmez olanı ayıran sınırdır. Ufkun ötesinde ‘terra incognita’ uzanıyor, bilinmez topraklar. ‘Terra incognita’, keşifler çağında sömürgecileri kışkırtmakla kalmadı sadece, düşünceyi de yerinden etmiş, göç etmeye zorlamıştır. Düşünmek; sağduyunun, durmadan geri gelen aynının alanı olan çemberi terk etmek ve çizginin ötesindeki bilinmez topraklara doğru göç etmek. Göçebe düşünce yurduna her dönüşünde sırtında başka dünyalardan kasırgalar getirmiştir.

Malamud’un ‘Fixer’ romanındaki kahramanı Yakov’un sırtında da Spinoza’nın Etika’sını okurken kopan kasırga vardır: “Birkaç sayfa okudum ve sırtımda bir kasırga varmışçasına okumaya devam ettim. Her sözcüğünü anlamasam da bu tür fikirlerle uğraştığınızda uçan süpürgeyle yolculuğa çıkmış gibi hissediyorsunuz, nefesiniz kesiliyor. Artık aynı insan değildim.” Yakov, çıktığı yolculuktan geri döndüğünde değişmiştir, Homeros’un Odysseus’u da: “Odysseus sonunda İthaka’ya ayak bastığında İthaka’yı tanıyamaz ve onu da ilk anda köpeğinden başka hiç kimse tanımaz” (Cassin, Nostalji, Kolektif). Ufkun ötesine yolculuğa çıkan, her geri döndüğünde çemberin içindeki yabancıdır. Düşünce geri dönmüş ve çemberde fark yaratmış ve bir gedik açmıştır.

Ufuk çizgisi mevcut olan ile henüz mevcut olmayanı, reel olan ile sürreal olanı, aktüel olan ile virtüel olanı, varlık ile oluşu ayırıyor. Ufuk çizgisi hayal gücünü kışkırtıyor. Hayal gücü, dünyamızın başka türlü olabileceğini şimdi ve burada deneyimleyebilmektir. Varlık âleminden oluş âlemine geçebilmek. Tanrılar, kendi hükümranlık alanlarına, mevcut olana gömülü yaşamımızı istiyor. Hükümranlık alanları kölelik düzenidir çünkü, toplumun ve doğanın alabildiğine sömürüldüğü. Ve özgürlüğü görmeyelim diye, durmadan kum atıyorlar gözlerimize. Çemberin içinde körler körlere yol gösteriyor. Çemberin içinde “idiotes” yaşıyor.

Yunan kent devletlerinde kentin demokratik yönetimine katılmayanlara “idiotes” denirdi (C. Ruby, Siyaset Felsefesine Giriş, İletişim). Bu sözcük günümüzde alık, budala, aptal anlamına gelen idiot sözcüğüne dönüşmüş. “Yunanlılar şehrin işlerine karışmayan yalnız yurttaşa, başka bir deyişle başkalarına bir şey sunamayan ve iz bırakamayan, varoluşu yersiz, doğuştan sıfatı olmayan “yalıtık”, önemsiz bireye idiotes derler”. İnternet’teki New Testament (Yeni Ahit) sözlüğüne baktığınızda da idiot olduğunuzu göreceksiniz, sakın şaşırmayın: “Hükümdarın, kralın karşısında yer alan sıradan kişi.”

Hükümdarın hükümranlık alanındaki sıradan kişilere “idiotes” denmesi gücendirmesin sizi. Ama öylesiniz. Ve tüm eğitim sistemi “idiotes” üretimine dayanıyor. Ufuk çizgisi olmayanların üretimi. Ufkun ötesini göremesek de keşke görebilmek için yolculuklara çıkabilseydik, döndüğümüzde kasırgalar taşırdık sırtımızda ve kısır döngünün çemberinde gedikler açardık. Ufuk çizgisinin ötesi henüz görünürlük âlemine çıkmamış gizil güçleri barındırıyor, fakat duyumsayamıyoruz. Gözlerimize kum atmakla kalmadılar, tüm duyumsama gücümüzü de körelttiler. Burnumuzun ucundakileri gerçek sanıyoruz. Gerçek! Nasıl da aldatıcı bir sözcük. Robert Musil, “Bir günlüğüne dünyayı yönetmeniz istenseydi ne yapardınız?”sorusunu, “Gerçekliğe son vermekten başka seçeneğim olmazdı” diye yanıtlıyor (Niteliksiz Adam).

17 Eylül 2018 Pazartesi

YOLDAN ÇIKMANIN DAYANILMAZLIĞI

RAHMİ ÖĞDÜL
14.09.2018

Yoldan çıkmak’, motorlu taşıtlar için de kullanılan bir deyim. Taşıt yoldan çıktığında yaşanacak olan kazadır; öngörülebilir olanın alanından çıkıp öngörülemez olanın, rastlantının alanına girmek. “Yoldan çıkan kamyon” haberlerinden yoldan çıkmanın ne tür sonuçlar doğurabileceğini biliyoruz. Ve otoyollar, taşıtların yoldan çıkmamaları için bariyerlerle şeritlere ayrılmış.

Peki, bir insan yoldan çıkarsa ne olur? Tabi ki yine kaza olur. Kaza, öngürülemeyen, beklemedik olay. İnsanlara taşıt muamelesi yapıldığı despotik toplumlarda mekân öngörülebilir olanın alanı olarak, otoyollar şeklinde inşa edilir, bireylerin kendilerine ayrılan şeritlerde, birbirlerine dokunmadan hareket etmeleri için. Aksi takdirde beklenmedik olaylar, mevcut şeyler düzenini değiştirebilir, başka bir dünya kurulabilir. Başka bir dünyanın nasıl kurulabileceğini Lukretius’tan biliyoruz: “Atomlar boşlukta paralel olarak düşerler. Bu atomlardan biri yolundan saparsa, komşu atomla bir karşılaşma olmasını, karşılaşmalar çarpışmayı, bu da bir dünyanın doğuşunu tetikler.” Bireylerin şerit ihlali yaparak çarpışmaları, çarpışarak başka bir dünya yaratmaları mümkün. Ama iktidar için bir felaket olurdu bu. O yüzden atomların yoldan çıkmalarını yasaklamıştır.

İktidar felaketleri çok sever ama, yoldan çıkmış atomların yarattığı felaketleri değil, kendi tasarladığı felaketleri. Doğal ya da toplumsal. Bunlar, yaratıcı yıkımlardır. Picasso haklı: “Her yaratıcı edim bir yıkımla başlar”. Bir avangard olarak iktidar yıkımlardan beslenir. Doğal bir felaket olan depremin nasıl da kapitalist yaratıcı bir yıkıma dönüştürüldüğünü kentsel dönüşüm projelerinden biliyoruz. Depremi bir tehdide dönüştürerek bizi yerimizden yurdumuzdan etti. İktidarın asfalt zemininde toplumsal deneyimler bir felaket olarak yaşanır. Doğal ve toplumsal bağlar parçalanırken, geriye kendi şeritlerindeki yapayalnız atomlar kalmıştır. O yüzden, modern deneyimleri de pek sever. Walter Benjamin’in I. Dünya Savaşı’na dair gözlemleri modern deneyimi tüm şiddetiyle duyumsatır bize: “Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı küçük, korumasız insan bedeni.” İktidar bizim için yeni yıkımlar tasarlıyor; şiddetli patlamaların ortasında kırılgan bedenlerimizle tek başımıza kalalım diye. “Yozlaştıran, doğru yoldan saptıran iktidardır” (Alain Badiou, Gerçek Yaşam, Sel).

Bizim için yaratıcı yıkım, kazalardır. İktidar, yeryüzünün içkin bağlarını yıkarak iş görüyorsa bizim için yaratıcı yıkım, kazalar, karşılaşmalar örgütleyebilmektir; kopardığı bağları yeniden kurabilmek için. Yaratıcı edim, yoldan çıkmak, iktidarın dayattığı ve yürümeye zorladığı asfalttan sapmaktır: “Normallik asfaltlanmış yoldur; yürümesi rahattır fakat üzerinde tek bir çiçek bile açmaz” (Van Gogh). Asfalt yol, fiziksel mekânın yolu da olabilir, zihinsel, davranışsal, duyusal yollar da. Ara yollara sapmadan, çiçeklerle, yaşamın kudretiyle karşılaşamazsınız. Ama ara yollar yasaklanmıştır. Sokrates gençleri yoldan çıkardığı için yargılanmıştı: “Gençlerin önceden saptanmış yollara girmemesini, sitenin gelenek göreneklerine itaate mahkûm olmamasını, yeni bir şeyler yaratabilmesini, gerçek yaşama dair farklı bir yönelim önermesini sağlamaya çalışmak” (Badiou).

İngilizcede kaza anlamına gelen ‘accident’ sözcüğü, felsefede ‘ilinek’ anlamına da geliyor; nesneyi soyutlarken hesaba katılmayan özellikler. İktidar kazalara, hayatı soyutlarken göz ardı edilecek ilinekler olarak bakıyor ve tekil olanı gözden kaçırıyor. Tekil olan, yoldan çıkan ve soyutlanamayandır. Kaza eseridir ve kazaları çoğaltacak olandır. Örgütlendiklerinde kaza “geliyorum” diyecek.

7 Eylül 2018 Cuma

SIRT ÇANTANIZDA NE TAŞIYORSUNUZ?

RAHMİ ÖĞDÜL
07.09.2018

Georg Simmel anlatıyor: “Acemi erler ağır bir sırt çantasıyla uzunca bir yürüyüşten kışlaya dönüp de sırt çantalarını indirdiklerinde, genelde hemen dengelerini bulamaz, bir süre oraya buraya sendelerler. O zaman astsubay ‘Gördünüz mü?’ der. ‘İnsan sırt çantasına yaslanır.’” Simmel, insana güven ve denge sağlayan şeyin yük olduğunu söylüyor (Felsefi Minyatürler, Dost). Demek ki sırtımızda yükümüz olmasaydı dengemizi yitirecek ve güvensiz hissedecektik kendimizi. Oysa hayatımıza yüksüz başlamıştık, “kendiliğinden dönen tekerlekler” olarak. Şimdi bırakın dönmeyi, yere çakılmış vaziyetteyiz. Yaşarken, ne çok şey yüklemişler sırtımıza. Ama merak etmeyin, bizi düşünüyorlar. Sırt çantasına yaslanmazsak düşebiliriz.

Neler var acaba sırt çantanızın içinde? Gereksiz yüklerden kurtulmayı hiç düşünmediniz mi? Hafifleme duygusunu. Yüklerin altında eziliyoruz. Yük, tanrıların cezası. Sisifos’a baksanıza, bıkmadan usanmadan dünyanın yükünü sırtında taşıyor ve gıkı bile çıkmıyor. Ya Atlas’a ne demeli? Atlas, Olimpos Dağı’ndaki tanrılara savaş açmış ve kaybetmişti. Ve tanrılar kestiler cezasını, şimdi gök kubbeyi omuzlarında taşıyor. Gök kubbeyi değil, tanrılar kendilerini taşıttırıyor; göklere yerleşenlerin ağırlığı altında eziliyoruz. Hiyerarşik düzenin tepesindekiler kendi mitlerini uydurmuş ve bizim payımıza da yeryüzünde yük taşımak düşmüş. 14. Louis kendisini güneş-kral ilan ettiğinde mitolojideki Tanrı Apollon figürünü yakıştırmıştı kendisine. Sabah, suların altından çıkıp göğe yükseliyor ve bütün gün evreni yönettikten sonra akşam olduğunda derin sularda istirahata çekiliyordu. Güneşi bile bize taşıttılar. İktidarı taşımaktan bıkmadınız mı? Hafiflemeyi hiç mi özlemediniz?

Özleyemezsiniz, çünkü sırtınızı yüke yaslamanızı öğütlediler, yoksa dengeniz bozulacak. Dengemiz bozulmasın diyedir sırtımızdaki yükler. Daha fazla yük, daha fazla denge. Denge, düzen demektir. Dengemiz bozulursa düzenleri bozulacak, yer ve işlevleri sabitlenmiş mevcut şeyler düzeni. Dengeye nasıl da körü körüne bağlıyız; körleştik, ok yaydan çıkmış, fakat göremiyoruz: “Zaman oku görünmüyorsa, madde görmez, dengeye körü körüne bağlı kalır; zaman oku ortaya çıktığındaysa, madde dengeden uzaklaşmış olarak görmeye başlar” (Prigogine, Kesinliklerin Sonu, Sarmal). Sırtınızdaki yüklerden kurtulmadan, dengenizi bozmadan göremezsiniz. Göremezsiniz gelmekte olanı; gelmekte olan, mevcut şeyler düzenini değiştirecek. Ama yine de siz bilirsiniz. Dengeniz bozulursa, hafifleyeceksiniz.

Düzenin zamanı döngüseldir, hep aynı olanın durmadan geri geldiği kısırdöngü. Despot yerinden olmak ister mi? O yüzden aynı olanı durmadan geri getiriyor. Sisifos’u döngüsel zamana hapsettiler. Kısırdöngü içinde kıskıvrak yakaladılar bizi; sırtımızda ağırlık, kuvvetsiziz. Oysa yaşam nasıl da kuvvetli; denge ile dengesizlik, düzen ile düzensizlik, kozmos ile kaos arasındaki bitimsiz geçişler, dinamik süreçler. Siz hiç hayatın donup kaldığını gördünüz mü? Ama bizler iktidarın zamanında donup kaldık. Nobel ödüllü kimyacı Ilya Prigogine, “madde dengedeyse kördür” diyor. Châtelet “maddenin siyaseti”nden söz ediyor: “İnsan kuvvetlidir, insan maddedir” ve ekliyor: “kuvvet; buna özgürlük de denir” (Deleuze, F. Châtelet’nin Felsefesi, Bağlam). Kuvvet ya da özgürlük, zaman okunu görebilmektir. Zaman oku, kısırdöngünün çemberini çatlattı bile. Yaşamın kuvvetleri sızıyor içeri.

“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç.” Geri dönemeyiz artık. Zaman oku fırladı; geri dönüşü olmayan dinamik süreçlerdeyiz, yaşamın kudreti. Birazdan gecenin karanlığı çökecek yeryüzüne. Ve gece yeni zamanlara gebe. Zamanlar ise yeni biçimlere. Hâlâ dengeden mi söz ediyorsunuz? Yol ağızlarındayız, karar ile kararsızlık arasındaki o ince çizgide. Ama zaman kararını çoktan verdi. Zaman yeni biçimler doğuracak: “Biz zaman okunun çocuklarıyız” (Prigogine).