16 Aralık 2016 Cuma

KENDİNİZİ "BİR" Mİ SANIYORSUNUZ? SIFIRSINIZ!


RAHMİ ÖĞDÜL
16.12.2016

Kendimize “bir” diyoruz, yani birey; bireyin İngilizcesi, ‘individual’, sözcük anlamıyla ‘bölünmez’ (in-dividual). Hatta atom bile diyebilirsiniz, çünkü hepsi aynı kapıya çıkıyor. Kendinizi “bir” ve bölünmez olarak adlandırdığınızda Parmenides’in, küre şeklinde tanımladığı ve “bir” dediği varlıksınız artık ve tüm değişim, dönüşüm, çokluk, yani oluş “bir”in dışına, yanılsamalar alanına sürülmüştür, yani boşluğun, sıfırın alanına. Oluş, yanılsama olarak sıfırlanınca geriye, değişmeyen ve hep aynı kalan “bir” ya da birey olmaktan başka bir seçeneğimiz kalmamıştır. Ama kendi üzerine kapanarak yaşamla bağlarını koparan “bir”in ne geçmişi ne de geleceği var. Dondurulmuş şimdinin içinde dikilip durmaktan başka bir işe yaramaz.

Çatışmanın tarihi
Sıfırı olmayan “bir”, yaşamla bağları kesilmiş ölü bir çubuktur. Bakmayın siz onun dik durduğuna, dondurulduğu içindir. Yaşamın sıcaklığı buzlarını çözünce çok geçmeden eğilip bükülecek. Sıfır dediğimiz, varlığın içine yerleştiği ve yaşamın kuvvetlerini içeren boşluktur. Ve boşluğu olmayanın varlığı da olmaz. Herakleitos’un yaşamı olumlayan oluş felsefesi ve ardından gelen Parmenides’in boşluğu ve çokluğu reddeden varlık felsefesiyle birlikte felsefe, oluş ile varlık arasındaki gerilim hattına yerleştirilmiştir. Bir bakıma felsefe tarihi, bir ile sıfırın, yani varlık ile oluş arasındaki çatışmanın tarihidir.

Sadece felsefenin değil, sanatın da meselesidir sıfır ya da boşluk. Demokritos’un varlık ile hiçlik ya da atom ile boşluk arasında kurduğu bağlantı tuvale taşındığında, tuvalin yüzeyini tıka basa dolduranların boşluk korkusu ile tuvalini boşaltanların boşluk sevgisi arasındaki çatışma, sanatın da meselesidir artık. “Çinli ressamın dediği gibi, bir tuval atların sıçrayabileceği yeterli boşluğu saklıyorsa bir sanat yapıtıdır” (Deleuze ve Guattari, Felsefe Nedir?). Atlar sıçrayabilmeli, atomlar da, “bir”ler, bireyler de. Ve sıçradıkça başka atomlarla çarpışarak yeni dünyalar kuracak, yaşamlarını bir sanat yapıtına dönüştürecekler. Şimdiki haliyle varlık bırakın sıçramayı, kımıldayamaz bile, yere çivilenmiştir, hareket ve değişim sadece bir yanılsamadan ibarettir. O halde “bir” olduğunuzu iddia ediyorsanız siz eyleyen değil, yeryüzünü bir tiyatro sahnesi gibi izleyensiniz, koltuklarına çivilenmiş mahkûmlar. Platon’un mağara meselindeki tutsaklar gibi. Olup bitenleri mağaranızda izliyor ve “güvendeyim” diye Facebook’ta paylaşımlarda bulunuyorsunuz. Ancak ölüler güvende olur. Eğer sıçrayamıyorsanız siz zaten ölmüşsünüz demektir.

Bedenler mezarlara hapsoldu
Kamusal alanın boşluklarında yürüyen, sıçrayarak başka atomlarla buluşma ve yeni dünyalar yaratma ihtimali olan varlıklar, yani yayalar ortadan kalkacak. Ray Bradbury yayanın en son MS 2052 yılında görüleceğini ön görüyor. “Son Yaya” adlı öyküsünün kahramanı Leonard Mead’in en çok sevdiği gece yarısına kadar kentin kaldırımlarında yürümektir ama ondan başka yürüyen yoktur kentte, yapayalnızdır. “Yolunun üzerinde karanlık pencereli kulübeler, evler görürdü; bunun da pencerelerin ardında titrek ateşböceği pırıltılarının belirdiği bir mezarlıkta yürümekten pek farkı yoktu.” Kent, yani ‘polis’ bir ‘nekropolis’e, yani mezarlığa dönüşecek. Mezarların içinden, televizyonların ölü ışıkları yansıyacak dışarı sadece. Ve ölüler bu dünyaya değil, öte dünyaya ait görüntülerle oyalanırken, yüzeydeki mezarlığa rağmen yaşam altta, derinlerde akışını sürdürecek. Bedenlerin içinde de. Yüzeydeki kanı çekilmiş ölü derilerin altında, kılcal damarlarımızda akan kan, yeryüzünün yeraltı nehirleriyle bağlantılıdır, duyumsamıyoruz. Yeryüzünün akışlarıyla bağlantısını kesmek için bedenleri mezarlara kapattılar.

Yoksunuz aslında
Siz “bir”siniz, bireysiniz evet, yeryüzü ve kuvvetleriyle ilişkiniz kesildiği için; sizin sıfırınız yok. Ama sıfırı olmayanın “bir”i, boşluğu olmayanın varlığı da olmaz; yoksunuz aslında. Boşluk; Taocuların dediği gibi, “on bin varlığı”, yani çokluğu bağrında taşıyandır. Ne çıkacaksa, “bir”lerin “bir”lere dokunacağı, karışacağı boşluktan çıkacak. Şimdi mezarlarda kıstırıldık; dışarıda, boşlukta “on bin varlık”, yani çokluk, yani oluş. Uğultusunu duymuyor musunuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder