7 Temmuz 2011 Perşembe

BRİKOLAJ USTASIDIR DOĞA


RAHMİ ÖĞDÜL

7 Temmuz 2011

Sabahın ilk ışınları Güre iskelesinin durgun kıyı sularında gezinen yavru balık sürülerini aydınlatıyor. Kıyıdaki masada oturan yaşlı balıkçı suya doğru eğilmiş, Edremit Körfezi’nin serin sularında yüzen irili ufaklı yavru balıkların hangi türlere ait olduklarını anlatıyor yanı başındaki ahbabına. Güzel havalarda yavru balıkların nasıl da kuyruklarını çırparak başlarını su yüzeyine çıkardığından söz ediyor ve başka doğa öyküleriyle giderek genişletiyor anlatısını. Balıkların yerel adları yabancı bir dilin tınısıyla çınlıyor kulaklarımda. Sadece dinliyorum. Bir ‘rhapsodos’ gibi doğanın öykülerini birbirine teyelleyip, sabahın serinliğini öykülerden oluşan bir yamalı bohçayla örterek içimi ısıtıyor.

DOĞANIN SEMİYOTİĞİNE SIRT ÇEVİRMEK
Antik Yunanistan’ın gezgin epik şiir okuyucuları olan rhapsodoslar da farklı söylenceleri, öyküleri ve şakaları birbirine ekleyerek oluşturuyorlardı repertuarlarını. Homeros’un destanlarını, Hesiodos’un şiirlerini ve Arkilokus’un hicivlerini birbirine dikiyor ve her gittikleri yerde dinleyicilerin beklentisine göre içerik değişikliğiyle doğaçlama performanslar gerçekleştiriyorlardı. Rhapsodos, şeyleri birbirine dikmek, tutturmak anlamına gelen yunanca ‘rhapsoidein’ sözcüğünden geliyor. Denize tutunan balıkçı doğanın ayrıksı unsurlarından kendine bir anlatı örerken, biz doğaya tutunamayan kent insanları, kültürel dolayımlarla katmerleştirdiğimiz kozalarımızın içinde artık kökenlerini yitirdiğimiz anlatıların anlatılarını üretiyoruz. Ve doğa ancak anlatının anlatısı olarak duruyor yanı başımızda. Romantik, estetik bir doğa ancak kentsel peyzajın dekoratif bir öğesi olarak anlam kazanıyor. Doğanın semiyotiğini okuyamıyor artık kent insanları; kültürel semiyotik içine yerleştirdiğimiz doğa, insan bakışının simgeselliğinin sabit göstergelerine dönüşüyor.

Oysa doğa kendine has işaretler yayıyor durmadan, okumasını bilenlere. Göçebeler, doğanın içinde doğanın kuvvetleriyle devinenler, doğanın semiyotiğini sökmek zorundadırlar. Gökyüzü ve yeryüzündeki işaretleri okuyabildikleri sürece doğaya, dolayısıyla hayata tutunabiliyorlar. Bizler ise kültürün semiyotiğini sökebildiğimiz ölçüde kentlere tutunabiliyoruz. Estetik bir paradigma içinde doğa dekoratif bir unsur haline gelirken, bedenlerimizin kıvrımlaşarak doğanın içine doğru yayılan uzantılarını uygarlık denilen budama makinesiyle budadık; doğanın göstergeleri bize hiçbir şey göstermiyor artık.

EVRİM VE DOĞAL SÜREÇLER
Doğanın öykülerini birbirine teyelleyen balıkçı, bir yaptakçı (bricoleur ya da brikolör) gibi elinin altındaki malzemeleri kullanıyor; doğadan devşirdiği farklı anlatıları kendi yaşam anlatısı içine yerleştirerek bir brikolaj gerçekleştiriyordu sabahın serinliğinde. Nobel ödüllü Fransız biyolog François Jacob, doğanın da bir yaptakçı gibi çalıştığını söylüyor (Mümkünlerin Oyunu, çev. Turhan Ilgaz, Kesit Yayıncılık). Doğanın daha önce var olan yapılar üzerinde çalıştığını, eski bir sistemi yeni bir işlevle donatmak üzere dönüştürdüğünü, karmaşık bir sistemi yükseltmek için birçok sistemi birleştirdiğini anlatıyor kitabında. Doğal süreçlerin, evrimin bir mühendis gibi değil de bir yaptakçı gibi iş gördüğünün altını çizerek, örnekliyor.

Brikolör ya da yaptakçı, önceden ne üreteceğini bilmeyen, ama elinin altındaki her şeyi, toplayıp biriktirdiği en ayrıksı nesneleri malzeme olarak kullanan biridir. Mühendis ise önceden tasarladığı projesine uygun nesneleri ve araçları bir araya getirdikten sonra işe koyulur. Yaptakçının ise önceden tasarlanmış bir projesi yoktur; mühendisin aksine sağda soldan toplayıp biriktirdiği, terk edilmiş, ıskartaya çıkarılmış nesnelerden neler yapabileceğini düşünür. Claude Lévi-Straus’un belirttiği gibi, yaptakçının avadanlığı hiçbir program tarafından önceden tanımlanamaz. Elindeki malzemelerin kendi içinde bir tutarlılığı yoktur. Bunların her biri çeşitli işler için kullanılabilir. Yaptakçı, her zaman işe yarabilecekleri düşüncesiyle biriktirmiştir bunları.

BÜYÜK ANNEDEN KALMA BİR PERDE
Jacob, evrim sürecini de bu tür devşirmelere benzetmektedir. Yaptakçı, çoğu kez uzun vadeli bir hedef gözetmeksizin, avadanlığından bir nesne çıkarır ve ona hiç beklenmedik bir işlev kazandırabilir. Eski bir araba tekerleğinden bir vantilatör, kırık bir masadan bir şemsiye yapabilir. Yaptakçının bu tavrına doğada da rastlıyoruz; evrim, bir ayaktan bir kanat ya da bir çene kemiği parçasından kulak ürettiği zaman yaptakçı gibi davranmaktadır aslında. Darwin’in tanımladığı gibi ortaya çıkan yeni yapılar daha önce var olan ve başlangıçta belli bir görevi olan, ama sonradan giderek farklı işlevlere uyum sağlayan organlardan gelişmişlerdir. Evrim, milyonlarca yıl boyunca yapıtını yavaş yavaş elden geçiren, biraz şuradan kesip, biraz buraya eklenti yaparak düzelten, dönüştüren bir yaptakçı gibi iş görüyor. Bir yemek borusu parçasından bir akciğer imal etmek, Jacob’un benzetmesiyle, “büyük anneden kalma bir perdeden eteklik yapmaya fazlasıyla benziyor.”

Balıkçının, farklı öyküleri bir araya getiren brikolaj anlatısıyla, doğanın brikolör tavrı içiçe geçiyor Güre’de. Balıkçı hayata tutabilmek için doğanın semiyotiğini hâlâ okuyabiliyor kendince. Projelerin körleştirdiği bizler ise elimizin altındaki malzemeyi, doğayı, bedenlerimizi ıskartaya çıkarıp, projeye uygun, ama doğaya aykırı malzemelerle donatıyoruz çevremizi. Doğanın yaptakçı tavrının ürünü brikolaj varlıklar olduğumuzu unutuyor, mühendisvari tasarımların ürünü proje bedenlere dönüşüyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder