RAHMİ ÖĞDÜL
24.07.2015
Ortaçağlardan kalma bir Alman sözü, şehrin havasından ve özgürlükten söz ediyor: “Şehrin havası özgürleştirir.” Feodal beyliklerden kaçarak özgürlüğün havasını soluyanların, bağlarından kurtulup kendilerini gerçekleştirme fırsatı yakalayanların şehri. Şehirler özgürleştirir; şehrin havası, feodal ilişkileri çözer, ayaklarınızı yerden keserek havalandırır; ciğerleriniz şehrin havasıyla doldukça uçan balonlar gibi neşelenirsiniz. Ama şehrin havasını da merkezi iktidarlar kirletmişlerdir artık; boğulur gibi olursunuz. Hayatta kalabilmek için şehrin havasını soluyabilmemiz gerekiyor; devrimler kaçınılmazdır bu yüzden. Özgürleştiren bir şehri birlikte inşa etmek üzere Kobane’ye gidecek gençlerden Hatice Ezgi Sadet, “Bu devrim bütün cinsiyet önyargılarının kırıldığı bir devrim. Rojava Devrimi’nde kendi özgürlüğümüzü görüyoruz” demişti. Özgürlüğün kentine ulaşmaya ramak kalmışken, merkezi iktidarın boğucu havasına yenik düştüler; 32 gencin, özgürlük düşleriyle birlikte bedenleri de parçalandı.
ÖZGÜRLÜK BULAŞICIDIR
Özgürlük bulaşıcıdır; havadan bulaşır. Özgürlük duygusunu yok edemezsiniz; havadır bizi özgürleştiren çünkü; başka diyarlardan esen rüzgârlarla, esintilerle bulaşır. Şehirler, neoliberal dayatmaların sonucu boğucu bir hâl alsa da esintiler, özgürleştirici bir şehrin düşünü hep canlı tutacaktır. Kapitalizmin çizgisel dayatmalarını kırdığımızda, bir yıkım şehri yerine doğaya ve insan doğasına dokunan bir şehrin ortaya çıkışının pekâlâ mümkün olabileceğini biliyoruz; insanların hava molekülleri gibi özgürce dolaştıkları ve aralarında su molekülleri gibi yatay bağlar kurarak istediklerinde sıvılaşacakları bir şehrin.
İnsanlığın inorganik bir madde olan suyun geçirdiği evreleri andıran evrelerden, faz geçişlerinden geçtiğini belirten Fizikçi Arthur Iberall’ı izlersek eğer, aralarındaki mesafeden dolayı küçük avcı toplayıcı gruplarının göçebe bir hayat sürdükleri evreyi insanlığın gaz evresine benzetebiliriz. Doğa içinde hava molekülleri gibi özgürce dolaştıkları bu evreyi, tarım topluluklarının ortaya çıkışıyla birlikte sıvı evresi izlemiştir. Neolitik dönemin başlangıcında tarımsal faaliyetlerle bir araya gelen insanlar, aralarında yeni bağlar geliştirerek, su molekülleri gibi davranmaya başlamışlar ve ardından merkezi, hiyerarşik politik yapılar, bu sıvılaşmış topluluğu dondurarak, surlarla çevrili yerleşimler halinde katılaştırmıştır (bkz Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan tarih, Metis).
KATILAŞMIŞ BİR TOPLUM
12.000 yıl önce Göbeklitepe’de ortaya çıkan, iç içe geçmiş çemberlerden oluşturulmuş tapınak, insanlığın katılaşmasının mekânsal olarak nasıl gerçekleşeceğine dair ilk örneği veriyor bize. İç içe geçmiş çember, yerleşiklerin mekânda örgütlenme biçimidir, bir merkez etrafında nasıl katılaşacaklarını gösterir. Önceleri en içte tahıl ambarı yer alırken, daha sonra bu merkez, hiyerarşik toplumun politik merkezi haline gelmiştir. Ekonomik, toplumsal ve ahlaki dayatmalar merkezinin etrafında halkalar halinde katılaşmış bir toplum.
Duvarlarla doğadan ayrılmış bu dondurulmuş ilişkiler şehrinde insanların bedenleri katılaştırılsa da esintilerle esinlenmelerine kimse engel olamamıştır; şehrin havası başka diyarlardan taşınan esin perileriyle doludur çünkü. Perileri soluyanlar esin perilerine dönüşür; herkes birbirinin esin perisidir artık ve bedenleri sıvılaşmış, tüm duvarlar yıkılmıştır. Marcel Proust, esini ne de güzel tanımlamış: “Heyecan, zihin yenilenişi, bütün duvarların yıkılışı, içimizde hiçbir engelin, katılığın kalmayışı, özümüzün… durdurulmadan akmaya, bizim istediğimiz şekle girmeye hazır bir lava benzemesi” (Edebiyat ve Sanat Yazıları, YKY). Bir lav gibi sıvılaşan kızgın bedenlerin kolektif esininin ya da esin perilerinin nelere muktedir olduğunu deneyimledik, biliyoruz. İktidar esin perilerine düşmandır en çok. Önce perileri öldürür, sonra da şehirleri. Peki, esintileri kim öldürebilmiş ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder