Man Ray, "Metroda Dans", 1948 |
Yaşlı Pieter Bruegel, "Düğün Dansı", 1566 |
RAHMİ ÖĞDÜL
10.03.2017
Güm! Güm! Güm!... Keşke yüreklerimiz de bu kadar güçlü atsa! Kadıköy Çarşı’da içkili yemekli bir mekân; içerideki müziğin basları o kadar yüksek ki içim titreşiyor, arada belli belirsiz melodiler. Resmen ritim pompalıyorlar içimize. Hayatın çok farklı ritimleri vardır ve bu ritimlerin üzerinde melodiler dolaşır, birbirlerine dolanır ve bağlanırlar. Doğanın ritim sazcıları, ağustos böcekleri ve çekirgeler; doğanın diğer çalgıcıları kendi melodilerini, doğaçlamalarını icra etsinler diye tempo tutuyorlar sanki. Ve herkes kendi müzikal cümlesini kurduğunda ve bu cümleler kontrpuanlarla birbirine bağlandıklarında doğanın çok sesliliğini işitiyoruz, tabi işitebilirsek. Doğanın işaretlerini okuyamıyoruz artık, seslerini de. Doğa bir kakofoni olarak duruyor.
Yüreğinin ritmi
Kentin de farklı ritimleri var. İçinde bulunduğum mekândaki tekno vuruşların şiddetinden insanların birbirlerini işiteceklerini ve dolayısıyla cümle kurabileceklerini hiç sanmıyorum. Kurulamayan cümlelerin birbirlerine kontrpuanlarla bağlanmasından da söz edemeyiz tabii. Bir kakofoni. Bu ritim sadece bedenin sindirim sistemini hızlandırıyor, daha fazla içmeyi ve yemeyi. Susuyoruz. İçime pompalanan ritmin hızıyla mekânı terk ediyorum. Dışarıda kaldırımdaki bir sokak müzisyeninin kurduğu melodik cümleler, otomobillerden yükselen motor ve korna seslerine, “dum dum tıs”lara karışıyor. Modernitenin giderek hızlanan ritmine tapan fütüristler bu ortamı çok yaratıcı bulabilirlerdi ama bu karmaşada cehennem azabı çekenler de var. İnsanın kendi özünden yabancılaşmasının semptomlarını görenler. İnsanın gerçekten bir özü var mı? Varsa, bu öz hiç değişmeden kalabilir mi? İnsanın bir özü varsa bir de bu öze uygun bir ritmi olmalı; yüreğinin ritmi. “Yüreğinin götürdüğü yere git”, diyorlar. Yüreğin ritmi, nabız. Nabzın atışı bireyden bireye değiştiği gibi, farklı duygu durumlarında da değişebiliyor. Ne tümel bir insan var ne de tümel bir insan ritmi. Herkes kendi yüreğinin ritmini izleseydi nereye giderdik acaba? Gideceğimiz ortak bir yer var mı?
Kentin de farklı ritimleri var. İçinde bulunduğum mekândaki tekno vuruşların şiddetinden insanların birbirlerini işiteceklerini ve dolayısıyla cümle kurabileceklerini hiç sanmıyorum. Kurulamayan cümlelerin birbirlerine kontrpuanlarla bağlanmasından da söz edemeyiz tabii. Bir kakofoni. Bu ritim sadece bedenin sindirim sistemini hızlandırıyor, daha fazla içmeyi ve yemeyi. Susuyoruz. İçime pompalanan ritmin hızıyla mekânı terk ediyorum. Dışarıda kaldırımdaki bir sokak müzisyeninin kurduğu melodik cümleler, otomobillerden yükselen motor ve korna seslerine, “dum dum tıs”lara karışıyor. Modernitenin giderek hızlanan ritmine tapan fütüristler bu ortamı çok yaratıcı bulabilirlerdi ama bu karmaşada cehennem azabı çekenler de var. İnsanın kendi özünden yabancılaşmasının semptomlarını görenler. İnsanın gerçekten bir özü var mı? Varsa, bu öz hiç değişmeden kalabilir mi? İnsanın bir özü varsa bir de bu öze uygun bir ritmi olmalı; yüreğinin ritmi. “Yüreğinin götürdüğü yere git”, diyorlar. Yüreğin ritmi, nabız. Nabzın atışı bireyden bireye değiştiği gibi, farklı duygu durumlarında da değişebiliyor. Ne tümel bir insan var ne de tümel bir insan ritmi. Herkes kendi yüreğinin ritmini izleseydi nereye giderdik acaba? Gideceğimiz ortak bir yer var mı?
Şimdi bir yer inşa edebilir miyiz?
İnsanın özünü ve ritmini sabitleyenler, gideceği yolu ve varacağı yeri de sabitliyorlar: Ütopya, yani “yok-yer”. Farklılıkların yadsınmasıyla varabileceğimiz olmayan bir yer yerine, tüm farklılıklarımıza rağmen birbirimize dokunarak, yeni bağlantılarla şimdi ve burada bir yer inşa edebilir miyiz? Sanattan yardım alırsak işimiz kolaylaşacak: Anamorfoz, bir perspektif tekniği. Aynı düzlemde farklı perspektiflerle farklı olanı, görünmeyeni gösterme yöntemi. O kadar dik durmaya alıştırdılar ki bizi, belkemiğimiz kireçlendi, esnekliğimizi yitirdik. Oysa esnediğimizde yeryüzü farklı bir açıdan, bambaşka ilişkiler düzeni olarak görülecek. Anamorfoz tekniğiyle yapılmış Holbein’ın “Büyükelçiler” (1533) tablosuna dik durup baktığınızda gördükleriniz ile eğildiğinizde gördüğünüz arasındaki fark. Büyükelçiler şatafatlı giysileri ve sahip oldukları nesneleriyle kendi kimliklerinden ne kadar da eminler; ama aynı düzleme yöneltilen anamorfik, eğik bir bakış kibirlerinin aslında boş olduğunu açığa çıkarıyor. İktidar havada duruyor, dokunsak düşecek.
İnsanın özünü ve ritmini sabitleyenler, gideceği yolu ve varacağı yeri de sabitliyorlar: Ütopya, yani “yok-yer”. Farklılıkların yadsınmasıyla varabileceğimiz olmayan bir yer yerine, tüm farklılıklarımıza rağmen birbirimize dokunarak, yeni bağlantılarla şimdi ve burada bir yer inşa edebilir miyiz? Sanattan yardım alırsak işimiz kolaylaşacak: Anamorfoz, bir perspektif tekniği. Aynı düzlemde farklı perspektiflerle farklı olanı, görünmeyeni gösterme yöntemi. O kadar dik durmaya alıştırdılar ki bizi, belkemiğimiz kireçlendi, esnekliğimizi yitirdik. Oysa esnediğimizde yeryüzü farklı bir açıdan, bambaşka ilişkiler düzeni olarak görülecek. Anamorfoz tekniğiyle yapılmış Holbein’ın “Büyükelçiler” (1533) tablosuna dik durup baktığınızda gördükleriniz ile eğildiğinizde gördüğünüz arasındaki fark. Büyükelçiler şatafatlı giysileri ve sahip oldukları nesneleriyle kendi kimliklerinden ne kadar da eminler; ama aynı düzleme yöneltilen anamorfik, eğik bir bakış kibirlerinin aslında boş olduğunu açığa çıkarıyor. İktidar havada duruyor, dokunsak düşecek.
Tekno ritimlerin üzerimize boca edildiği mekâna geri dönüyorum. Konuşamıyoruz, konuşsak da birbirimizi duyamıyoruz. Dans mı etsek acaba, bedenin evrensel diliyle mi anlaşsak? Bedenler bir kez devinmeye başlayınca durduramazsınız. Ve birbirine bağlanan ve birlikte devinen bedenlerden yayılan kudreti bir düşünün! Madem artık yüreklerimiz tekno ritimle çarpıyor, o halde vakit yitirmeden birbirimize bağlanmalı. İnsanı tanımlayan özü değil, kurduğu bağlantılar ve ilişkilerdir. Ve ne çıkarsa bu ilişkilerden çıkıyor; devlet bile. Anarşist Gustav Landauer, devletin insanlar arasında bir ilişki biçimi olduğunu, farklı bağlanma biçimleriyle ondan kurtulabileceğimizi ve gerçek bir topluluğa dönüşebileceğimizi vurguluyor. Anamorfik bir bakış gerekli, aramızdaki doğrudan bağlantıları görünür kılmak için. İşte o zaman iktidarın tüm numaraları boşa çıkacak. Bedenlerin doğrudan birbirine bağlandığı ve herkesin kendi nabzına göre eğilip büküldüğü, anamorfik, doğaçlama bir dans hayal ediyorum, Emma Goldman’ın dansını: “Devrimde dans olmayacaksa ben gelmiyorum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder