3 Aralık 2009 Perşembe

YAŞAM: KIYISI OLMAYAN NEHİR



RAHMİ ÖĞDÜL

3.ARALIK.2009

15. yüzyılda İtalya’nın güneyinde dönemin güçlü ailelerinden Medici’ler kentin dışında bir tepeye panoramik kır manzaralı bir villa yaptırdıklarında, toprağın/doğanın ekonomik değerine artık estetik bir değer de katılmış oldu. Kentlerin boğucu havasından kaçmak isteyen soylular ya kent dışında kır manzaralı villalar yaptırıyor ya da kent içindeki evlerine kır manzaralı peyzajlar asıyorlardı. Doğa seyredilecek, estetik hazlar alınacak görsel bir tüketim nesnesine dönüşmüştü. Doğa bir süreç, sürekli değişen, evrilen bir oluş hali olarak değil, bir ölü doğa (natürmort), seyredilecek bitmiş bir resim olarak algılanmaya başlandı. Cézanne’nın 1902’de gözlemlediği gibi, doğaya baktığımızda “artık doğayı göremiyoruz, resimler görüyoruz durmadan.”

Alışılmadık manzara resimleriyle izleyicilerini şaşırtan J. M. W. Turner (1775-1851), 1842’de “Tipi” başlıklı tablosunu sergilediğinde, katı kuralcı akademik resme sıkı sıkıya bağlı eleştirmenler tarafından yerildi, “sabun köpüğü ve badana” olarak aşağıladılar resmi. Oysa Turner, bu resmi yapabilmek için, doğanın dinamik güçlerini dışarıdan değil de bizzat içerden gözlemek için, fırtınanın ortasındaki yandan çarklı bir vapurun direğine palamarla bağlatmıştı kendisini. Ve bu direkte iki saat boyunca bağlı kalmıştı.

Ellili yaşlarında olmasına rağmen kasırganın gözünü kendisine mesken olarak seçen Turner, resmi eleştirenlerin doğaya dair en küçük bir fikirlerinin olmadığını söylüyordu. Haklıydı da. Akademinin kupkuru kuralcı diliyle resmedilen doğa, aslında doğayı temsil etmekten çok uzaktı. Ressam, doğayı olabildiğince gerçeğe yakın temsil edebilmek için kendisini doğanın içine yerleştirmek zorundaydı. Fırtınalı bir denizi, doğanın azgın kuvvetlerini deneyimlemek ve bu deneyimi tabloya aktarmak, akademinin kuru dilinden çok farklı, yeni ve yabancı bir dili gerektiriyordu. Doğa, akademinin kupkuru kuralcı grameriyle ifade edilemeyecek denli dinamikti. Dönemin peyzaj resmine özgü tüm uzlaşımlar ve tanıdık kelime dağarcığı terk edilerek doğanın kuvvetlerini ifade edecek yeni, yabancı bir dil yaratıldı.

19. yüzyılda Akademik resmin katı kuralcı anlayışından vazgeçip, karanlık atölyelerin dışına çıkan ressamlar da doğanın içinde doğrudan edindikleri izlenimlerini tuvale aktarmaya başladılar. Akademik resmin doğrusal perspektife dayalı, doğayı ölü doğa olarak gören bakışı terk edildi. Gün içinde durmadan değişen ışığı ve doğanın renklerini olabildiğince el çabukluğuyla tablolarına aktardılar. Anlık doğal izlenimi tabloya aktaran bu ressamların yapıtları, bir bitmemişlik duygusu uyandırıyordu. Bu yüzden bir eleştirmen Claude Monet’nin “Gündoğumu” (1872) resmini izledikten sonra gazetedeki köşesinde şöyle yazıyordu: bitmemişlik duygusu uyandırıyor; düpedüz izlenimden ibaret.” Bir eleştirel yargı, daha sonra bu akımın, yani “izlenimcilik”in adı haline gelecekti.

Evet, doğa bitmemişlik duygusu uyandırıyor; doğa ve doğanın içinde beliren toplum bitmiş tükenmiş, kemale ermiş bir şey değil; bir süreç olarak doğa ve toplum durmadan yeni fenomenlerle, yeni oluşlarla bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Yaşama kalıplaşmış söz dağarcığımızdan hazır giysiler giydirmek yerine yaşamın oluş halini yansıtacak yeni kavramlar icat etmeliyiz.

Deleuze’ün dediği gibi: “Yazmak, yaşanmış bir malzemeye bir biçim, bir ifade biçimi dayatmak değildir…Bir süreçtir, diğer bir deyişle yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kat eden bir yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz.” Yazı ve sanat, bu oluş halini, bitmemişliliği yansıtacak yeni, yabancı bir dil yaratmayı gerektiriyor. Turner’ın kendisini, fırtınanın ortasındaki bir geminin direğine bağlaması gibi, yeni bir dil yaratmak için bir oluş olarak yaşamın tam göbeğine yerleştirmeliyiz kendimizi; zira yaşam, olup bitmiş şeylerin seyredilebileceği kıyısı olmayan bir nehirdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder