24 Aralık 2009 Perşembe

OLMADIK ŞEYLERE İNANMAK


RAHMİ ÖĞDÜL

24.ARALIK.2009

Beklenmedik bir karşılaşma, alışılmış yaşam tarzlarımızda kopuş yaratır. Yepyeni bir dünyanın, daha doğrusu bu dünyayı farklı bir şekilde görüp düşünmenin kapısı aralanır

Lewis Carroll’un ‘Aynanın İçinden’ adlı yapıtında, parlak gümüşlü bir sır gibi erimeye başlayan aynanın içinden geçen Alice yeni serüvenlere atılır; olmadık şeyler gelir başına. Nesnelerle, şeylerle farklı türden ilişkiler kurar.

Olmadık şeylerin olabileceğini hatırlatıyor bize kitap; bu tür şeylere inanmak, Kraliçe’nin Alice’e tavsiye ettiği gibi, temrin (alıştırma) yapmayı gerektiriyor. “Ben senin yaşındayken günde yarım saat temrin yapardım aksatmadan” der Kraliçe, “bazen, daha kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inandığım olurdu.” Olmadık şeyler, nesnelerle farklı türden bir ilişki kurmamızı talep eder bizden. Olup bitmiş, sınıflandırılıp aklın klasörlerine yerleştirilmiş tanıdık nesnelerle, olgularla dünya hep olduğu haliyle kalıyor; tanıdık nesnelerle ilişkimiz sürdüğü müddetçe, mevcut haliyle bu dünyayı durmadan onaylamaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Etrafımızı saran, aralarında hareket ettiğimiz nesnelerin, olguların, toplumsal ilişkilerin bu olup bitmiş halleriyle ne yazık ki düşünme edimi de gerçekleşmiyor.

TEKRAR ETMEKTEN KAÇININ!
Ne diyordu Deleuze: “dünyada tek bir şey bizi düşünmeye zorlar; bu şey, tanıdık bir nesne değil, bir karşılaşma nesnesidir.” Bir karşılaşma nesnesi, tanıdık, bildik bir nesneden kökten farklıdır. Bildik, tanıdık nesnelerle bilgimiz, inançlarımız ve değerlerimiz hep yeniden onaylanır.

Kimliklerimiz ve yaşadığımız dünya, bildik nesneler üzerinden biteviye teyit edilir. Tanıdık bir nesne, her zaman yerli yerinde olan bir şeyin bir temsilidir, yeniden sunumudur. Tanıdık nesnelerle yüz yüze gelmek hiçbir zaman bir karşılaşma değildir. Zira bu tür nesnelerle alışık olduğumuz varlık ve eylem tarzımızı durmaksızın pekiştiririz; neticede bu tür nesnelerle ilişkimizde hiçbir düşünce edimi de gerçekleşmez; bir şeyleri temsil eden bildik nesnelerin düşünceyi engellediğini bile söyleyebiliriz.

BAŞKA TÜRLÜ DÜŞÜNMEK
Halbuki hakiki bir karşılaşmada bunun aksi gerçekleşiyor. Bir karşılaşma nesnesi sayesinde yeryüzünde var olma ve düşünce tarzlarımız temelden sarsılır; bilgi sistemlerimiz dumura uğrar. Birden kendimizi düşünmek zorunda hissederiz; olmadık şeyler gelir başımıza; sabit anlamlar yüklediğimiz nesneler, olgular, ilişkiler bize farklı bir şekilde gözükmeye başlar. Dolayısıyla hakiki bir karşılaşma, alışıldık yaşam tarzlarımızda, öznelliklerimizde bir kopuş yaratır. Kesintiye uğratıcı bir karşılaşma aynı zamanda bir olumlama anını da beraberinde getirmektedir: Yeni bir dünyanın, daha doğrusu bu dünyayı farklı bir şekilde görüp düşünmenin olumlanmasını. İşte karşılaşmanın bu yaratıcı anı bizi başka türlü düşünmek zorunda bırakır.
Karşılaşma, nesnelerle, olgularla temsil üzerinden kurduğumuz ilişkinin ötesine geçirir bizi; bu anlamıyla hakiki bir karşılaşma bir olay niteliği de taşımaktadır. Olay, gelişiyle bizi şaşırtacak olandır; mutat kavrayış dizgemizi bir anlık bile olsa askıya alıp bizi düşündürtendir. Hakkıyla yaşanmış bir yaşam, temsilin ötesine geçen bu olay-karşılaşmaların tarihidir, diyebiliriz.

Kraliçe’nin Alice’e tavsiyesine kulak verip, olmadık şeylere inanmak, dünyayı mevcut halinden farklı şekilde görüp düşünmek için temrinlere zaman ayırmamız gerekiyor galiba; olay-karşılaşmalara yol açacak karşılaşma nesneleriyle alıştırmalar yapmamız gerekiyor. Doğayı ve toplumu sabitleştirilmiş anlamların, temsillerin ötesinde tahayyül edebilmek ve düşünme ediminin önünü açabilmek için bu tür alıştırmalar çok yararlı.

Sanat nesneleri, bizlere yaşattıkları, karşılaşma anına özgü kopuş ve olumlama deneyimi ile olmadık şeylere inanmamıza pekâlâ yol açabiliyorlar. Toplumsal ilişkilerde de olmadık şeylere inanmak için günde en az yarım saat temrin yapmakta fayda var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder