Hakikati pazarlayan hakikat tüccarları oldu her zaman; bunlar, üreticiden aldıklarını iddia ettikleri hakikati köy köy, kasaba kasaba, kent kent dolaşıp satmışlardır. Eski Yunan’da hakikati pazarlayan üç karakter vardı: öte dünyaya doğrudan erişen ve görünmez olanı görünür kılarak, olmuş olanı, şu anı ve olacak olanı beyan eden kâhin, ozan ve kral. Ve günümüzde bu üç karakterin birleştiği siyasal iktidar hakikate doğrudan ulaşacak yeteneklerle donatıldığını ve hakikati söylediğini iddia edebiliyor ve üreticiyle aramıza girerek bize hakikati pazarlamaya çalışıyor. Ama Maurice Blanchot, ‘Yüceler Yücesi’ kitabının girişinde iktidarın yalanını, kendi ağzından boşa çıkarmıştır: “Yalvarıyorum anlamaya çalışın, benden size gelen her şey yalandan başka bir şey değildir, çünkü ben hakikatim ” (çev. İsmail Yerguz, Kabalcı).
“Ben hakikatim” diyen biri, hele günümüzde, yalan söylüyordur. Kendini kaideye yerleştiren ve hakikati bildiğini iddia eden iktidar pornografik bir numara sergiliyordur. Örtüyü tamamen kaldırıp hakikati tüm çıplaklığıyla sunan iktidar, pornonun taktiğini uyguluyordur. Porno setindeki kamerasıyla bedenlerin her yerine giren bir bakışın. Tamamen örtüsünden arındırılmış bir hakikatin olamayacağını biliyoruz çünkü. Hakikatin örtüsünü kaldırmak, yaşamı tüm niteliklerinden soymaktır ve imkânsızdır. Konuşarak, yaşama ve birbirimize dokunarak, yanlamasına hareketlerle yavaşa yavaş keşfedeceğiz, yaşamın niteliklerle örülü hakikatini. Derinlerde ya da yücelerde keşfedilecek bir şey yok. Platon Devlet’inde, hakikatin efendisi filozof-kralı bir dokumacıya benzetiyordu; toplumu, dik kesen çizgilerle dokuyan ve birbirine kenetleyen bir dokumacı ve bu dokumanın içinde sıkışıp kalmış bir tebaa. Yerleşiklerin ve iktidarın birbirini dik kesen çizgilerden oluşan dokuması gibi değil, göçebelerin keçesinin her yöne yayılan lifleri gibi, devinerek, eğilerek, bükülerek yüzeyde keşfedeceğiz hakikati. Ve yine de hakikati elimizde tutuyoruz, diyemeyeceğiz.
Kaide üzerinde, hakikat olduğunu iddia eden pornografik bir diktatörün kendisi çırılçıplaktır; yine de elindeki şiddet araçlarını kullanarak ikna etmeye çalışacaktır bizi. Oysa biliyoruz ki hakikat artık tek merkezden dağıtılmıyor ve kaide üzerinde duran her şey kaidesinden düşüp parçalanmaya eğilimlidir, yerçekimi var çünkü. Kaideye çıkıp hakikatin merkezi olduğunu söyleyen biri olsa olsa komiktir ve mizahın malzemesi olacaktır. O da bilir bunu ve o yüzden mizahtan nefret eder. Hakikat, yaşamı niteliklerinden soyarak, çıplak bırakarak sergilenecek bir şey değil. Aksine yaşamın tüm unsurları arasında, nitelikleriyle bağlantılar kurarak birlikte keşfedeceğimiz bir şey. Hakikat, yatay olarak dolaşan ve kesişen eylem çizgileriyle keşfedilebilir ancak. Dolayısıyla iktidarın yaptığı gibi soyulmuş bir çıplak hakikatten değil, eylem çizgileriyle örülmüş bir hakikatten söz edebiliriz. Ve bu eylem çizgileri birbirleriyle kesiştiklerinde ve konuştuklarında anlamın keçeleşmiş halini birlikte yaratacağız. Ama yine de hakikatin efendisiyiz, diyemeyeceğiz.
Meydanları ve sokakları görünmez eylem çizgileriyle ördüğümüzde ortaya çıkan resim, Jackson Pollock’un sopayla ya da fırçayla boya savurarak yaptığı soyut dışavurumcu tuvalleri andıracaktır. Ya da hayatın içinde yarattığımız eylem çizgilerini görünür kılsaydık, Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’ kitabında bahsettiği ‘Ersilia’ kenti de çıkabilirdi karşımıza. Ersilia kentinde yaşayanlar, toplumsal ilişkilerini gösteren farklı renkteki ipliklerle örmüşlerdir kenti. Kenti terk edip, keçenin dokusunu andıran ip kargaşasına bir tepeden baktıklarında, “ Ersilia kentinin hâlâ o, kendilerinin ise bir hiç” olduğunu anlamışlardır. Hakikati, yeryüzüyle kurduğumuz keçeleşmiş ilişkilerle biz yaratabiliriz ancak ve bu ilişkilerden soyulduğumuzda, bir hiç kalacaktır geriye.
“Ben hakikatim” diyen biri, hele günümüzde, yalan söylüyordur. Kendini kaideye yerleştiren ve hakikati bildiğini iddia eden iktidar pornografik bir numara sergiliyordur. Örtüyü tamamen kaldırıp hakikati tüm çıplaklığıyla sunan iktidar, pornonun taktiğini uyguluyordur. Porno setindeki kamerasıyla bedenlerin her yerine giren bir bakışın. Tamamen örtüsünden arındırılmış bir hakikatin olamayacağını biliyoruz çünkü. Hakikatin örtüsünü kaldırmak, yaşamı tüm niteliklerinden soymaktır ve imkânsızdır. Konuşarak, yaşama ve birbirimize dokunarak, yanlamasına hareketlerle yavaşa yavaş keşfedeceğiz, yaşamın niteliklerle örülü hakikatini. Derinlerde ya da yücelerde keşfedilecek bir şey yok. Platon Devlet’inde, hakikatin efendisi filozof-kralı bir dokumacıya benzetiyordu; toplumu, dik kesen çizgilerle dokuyan ve birbirine kenetleyen bir dokumacı ve bu dokumanın içinde sıkışıp kalmış bir tebaa. Yerleşiklerin ve iktidarın birbirini dik kesen çizgilerden oluşan dokuması gibi değil, göçebelerin keçesinin her yöne yayılan lifleri gibi, devinerek, eğilerek, bükülerek yüzeyde keşfedeceğiz hakikati. Ve yine de hakikati elimizde tutuyoruz, diyemeyeceğiz.
Kaide üzerinde, hakikat olduğunu iddia eden pornografik bir diktatörün kendisi çırılçıplaktır; yine de elindeki şiddet araçlarını kullanarak ikna etmeye çalışacaktır bizi. Oysa biliyoruz ki hakikat artık tek merkezden dağıtılmıyor ve kaide üzerinde duran her şey kaidesinden düşüp parçalanmaya eğilimlidir, yerçekimi var çünkü. Kaideye çıkıp hakikatin merkezi olduğunu söyleyen biri olsa olsa komiktir ve mizahın malzemesi olacaktır. O da bilir bunu ve o yüzden mizahtan nefret eder. Hakikat, yaşamı niteliklerinden soyarak, çıplak bırakarak sergilenecek bir şey değil. Aksine yaşamın tüm unsurları arasında, nitelikleriyle bağlantılar kurarak birlikte keşfedeceğimiz bir şey. Hakikat, yatay olarak dolaşan ve kesişen eylem çizgileriyle keşfedilebilir ancak. Dolayısıyla iktidarın yaptığı gibi soyulmuş bir çıplak hakikatten değil, eylem çizgileriyle örülmüş bir hakikatten söz edebiliriz. Ve bu eylem çizgileri birbirleriyle kesiştiklerinde ve konuştuklarında anlamın keçeleşmiş halini birlikte yaratacağız. Ama yine de hakikatin efendisiyiz, diyemeyeceğiz.
Meydanları ve sokakları görünmez eylem çizgileriyle ördüğümüzde ortaya çıkan resim, Jackson Pollock’un sopayla ya da fırçayla boya savurarak yaptığı soyut dışavurumcu tuvalleri andıracaktır. Ya da hayatın içinde yarattığımız eylem çizgilerini görünür kılsaydık, Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’ kitabında bahsettiği ‘Ersilia’ kenti de çıkabilirdi karşımıza. Ersilia kentinde yaşayanlar, toplumsal ilişkilerini gösteren farklı renkteki ipliklerle örmüşlerdir kenti. Kenti terk edip, keçenin dokusunu andıran ip kargaşasına bir tepeden baktıklarında, “ Ersilia kentinin hâlâ o, kendilerinin ise bir hiç” olduğunu anlamışlardır. Hakikati, yeryüzüyle kurduğumuz keçeleşmiş ilişkilerle biz yaratabiliriz ancak ve bu ilişkilerden soyulduğumuzda, bir hiç kalacaktır geriye.
Yazılarınızın devamını dilerim. Teşekkürler.
YanıtlaSil