RAHMİ ÖĞDÜL
27.09.2012
Ataş, heykeli dikilesi
bir devlet adamıdır, nitekim Norveçliler 1989’da başkentleri Oslo’ya yedi metre
boyunda heykelini dikmişlerdir. Kökeni tartışmalı olsa da Norveçliler ataşı kendilerinin
icat ettiği konusunda ısrarlıdırlar. Norveçli Johann Vaaler yirminci yüzyılın
tam başında, 1900 yılında ataş tasarımının patentini almıştı.
Ataş
salt bir büro nesnesi olmanın çok ötesinde anlam taşır. İkinci Dünya Savaşı
sırasında Nazilere karşı direnen Norveçliler milli birlik ve dayanışmanın
göstergesi olarak yakalarına ataş takıyorlardı. Savaş sonrasında Amerikan
askeri istihbarat örgütü Nazi Almanya’sından bilimcileri yakalayıp ABD’ye
getirmek ve ıslah etmek amacıyla Ataş Operasyonu (Operation Paperclip) başlığı
altında bir program devreye sokmuştu. Dediğim gibi, ataş yüzyılın başında
dağınıklığı gidermek, birlik ve beraberlik ruhunu canlandırmak için icat
edilmiş bürokratik bir devlet adamıdır. Ayrı ayrı duran ve kaosa yol açabilecek
öğeleri yakalarından tuttuğu gibi tomarlar halinde kıstırarak anlamlı
bütünlükler yaratır.
Her evde ve büroda
bulunan, notları, sayfaları, dosyaları ve elbette zihinleri bir arada tutmaya
yarayan, çok basit olsa da dönemin zihinsel yapısını yansıtması açısından vazgeçilmez
ve mutlaka yaratılması gereken bir icat olduğunu görüyoruz ataşın. Tıpkı Japon kâğıt katlama sanatında olduğu
gibi bir tel parçasının katlanmasından oluşmuş. İcat edildiği andan itibaren
şeylerin ayrık durmalarına ve aralarında kendiliğinden ilişki kurmalarına izin
vermiyor. Toplumsal kolajın hiç hesapta olmayan yatay bağlantılarından hiç haz
etmez. Tutturduğu şeyler arasında tutarlılık arar; ‘ya/ya da’cıdır; ya bu
tomara girecektir parça ya da bir diğerine. ‘Ya sev ya da terket’çi davranışın
izlerini görürüz ataşın işlevinde. Yakaladığı, kıstırdığı şeyleri tutarlı
cümleler haline dönüştürür, kekelemeye tahammülü yoktur; hele ki ‘VE’lerle
kekelemeye.
Fransızca attache
sözcüğünden dilimize geçen bu sözcük halk arasında çoğu kez ataç olarak da söylenir
ve ister istemez eleştirmen, denemeci, şair Nurullah Ataç’ı akla getirir.
Sadece isim benzerliği olsa yine iyi, VE’lere karşı tutumunda da ataşvari bir
tavrı vardır Nurullah Ataç’ın: “Türkçede, konuşma Türkçesinde, VE’den bir
kaçınma, bir tiksinme var. Oysaki yazılara dolduruyorlar VE’yi, onsuz olmazmış,
anlaşılmazmış ne dediğimiz, daha bir takım lakırdılar. VE’yi konuşurken gerekli
bulmadığımıza göre, atabildiğimize göre, yazı dilinden de atabiliriz! İşlerine
gelmez, onun yazıya bir kibarlık, derinlik verdiğini sanıyorlar, boncuk diye
kullanıyorlar onu. Nazar boncuğu yahut katır boncuğu…” (Günce 1953-1955,
YKY). Ataç haklı, VE’ler boncuk diye
kullanılıyor, daha doğrusu VE’ler araya girerek her şeyi boncuklaştırıyor, bir
boncuk dizisi gibi yan yana geliyor şeyler: 've Türkler ve Kürtler ve Araplar
ve …' diyebiliyoruz örneğin. ‘Ya/ya
da’cı ataşın aksine, birbirini dışlayan, diklemesine hiyerarşik, totaliter
bütünlükler kurmak yerine, her zaman ortada, arada yer alacak şekilde
düzenliyor VE şeyleri. Deleuze ve
Guattari’nin vurguladıkları gibi, dır/dur ile biten cümlelerin ontolojik
tutarlılığını çökerterek boncuklar arasında yeni ilişkilere yol açıyor, dili
sonsuz bir varyasyon içine sokuyor. Artık şeylerin ne başı ne de sonu vardır,
VE bağlacı sayesinde bir içkinlik düzleminde şeyler yan yana gelerek, tıpkı
müzikte olduğu gibi kontrpuansal bağlantılar kurabilirler aralarında.
Devletçi zihinler VE’leri
pek sevmezler o yüzden; VE kekelemeye yol açarak dilin bütünlüğünü bozacak,
ataçla tutturulmuş tomarı darmadağın edecektir çünkü. Dildeki iktidar
ilişkilerinin tam da kekelemeye başladığımız an çırılçıplak görünür olması ve
bizi doğru yola sevk etmesi de manidar. Konuşurken, dilin dağılıp gideceğini,
kekeleyeceğimizi hissettiğimiz an, nedense bir efendi giriyor hemen devreye.
'Efendime söyleyeyim' diye bir zaman kazanma sözü var bizde. Tam da gramerin
bozulacağı an. Dilin görünmez efendisi
çizgisellikten, doğru yoldan çıkıp ara yollara sapmamızı, dallanıp budaklanmamızı
engelliyor, dilin yasalarını hatırlatıyor bize. Sadece konuşma dilinde değil,
sanat, kültür, politika üzerine yazarken de dilin görünmez efendisinin ataşvari
kıstırmalarına maruz kalıyoruz.
‘Ya/ya da’cı ataşın bizi
ikili karşıtlıkların kutuplarından birine kıstırmasından VE’lerle kurtulduğumuzda,
aynı anda hem bu hem de şu olabileceğimiz yeni bir deney alanı açılacak
önümüzde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder