RAHMİ ÖĞDÜL
30.08.2012
Küresel veri akışlarında biçimlenmiş özneler olarak gündelik yaşamın neredeyse her anının gözetlendiği bir toplumda yaşıyoruz. Sürekli gözetlenen, denetlenen, tasnif edilen dijital verilerden başka neyiz ki? Her yeni dijital teknolojiyle birlikte daha fazla gömülüyoruz bu küresel veri akışlarının içine.
Panoptikonu bile özler olduk. Küçük hücrelerinde gözetim altında tutulan özneler en azından kendi içsel yaşamlarını, düşüncelerini geliştirebiliyorlardı. Panoptikonun kulesinden tüm hareketlerini gözleyen iktidar karşısında bireyler kendilerine ait küçük odalarında direniş imkânları üzerinde kafa patlatabiliyorlardı hiç değilse. Ne güzel günlerdi! Oysa kimliklerin bilgisayar tarafından yapılandırıldığı süper-panoptikon çağında kendimize ait küçük odalarımızın da artık bir işe yaramadığını görüyoruz. İnternete taşıdığımız küçük odalarımızı küresel veri akışlarının içine yerleştirerek düşündüğümüz, duyumsadığımız her şeyi bir dijital veri olarak iktidarın kullanımına sunuyoruz. Modern gözetlemenin panoptikonu özneleri sabit kimlikleri üzerinden ayırt edebiliyordu ancak, oysa post-modern zamanların süper-panoptikonu kimliklerin çoğalıp dağılmasına izin veriyor ve dijital ortamda dağılmış olan bu çoklu kimlikleri yeniden birleştirerek tüm direniş imkânlarını önceden kestirebiliyor.
John Carpenter’in 1982 tarihli The Thing (Şey) adlı filmini hatırlayalım: Amerika’nın Antarktik bölgesinde araştırmalar yapan doktor, bir yaratık keşfeder. ‘Şey’in kendine özgü bağımsız bir biçimi yoktur; hücreleri, yanından geçen her hangi bir şeyin hücresini yakalamakta, bu hücreleri taklit ederek anında karşılaştığı şeye dönüşmektedir. Keşif gezisinin üyelerinden birine, bir köpeğe ya da bambaşka bir şeye dönüştüğünü görürüz filmde Şey’in. Sürekli dönüşüm ve metamorfoz geçiren biçimsiz bir kitleyle karşılaşırız. Doktor bu muammayı bir bilgisayar programı yardımıyla çözer. Sürekli biçim ve kimlik değiştiren bireyler çağında süper-panoptikonun dijital ortamı bu biçimsiz kitlenin gizlerini çözmeye yarıyor. Bir e-iktidar çağında biçimsiz bir kitle dijital verilere indirgenerek biçimlendirilebiliyor. e-devletler var artık karşımızda.
e-Devlet’i devlet kendi sitesinde şöyle tanımlıyor:” vatandaşlara devlet tarafından verilen hizmetlerin elektronik ortamda sunulması demektir. Bu sayede, devlet hizmetlerinin vatandaşa en kolay ve en etkin yoldan, kaliteli, hızlı, kesintisiz ve güvenli bir şekilde ulaştırılması hedeflenmektedir. Bürokratik ve klasik devlet kavramının yerini almaya başlayan e-devlet anlayışı ile, her kurumun ve her bireyin bilgi ve iletişim teknolojileri ile devlet kurumlarına ve kurumlarca sunulan hizmetlere kolayca erişmesi hedeflenmektedir.” Çok masumane, tamamen bizim yararımıza bir hizmet; devlet vatandaşlarını düşünüyor.
Elektronik ortamdaki kendimize ait küçük odalarda tartıştığımız ‘tehlikeli’ konulardan sonra kapımıza dayanan ailemizin polisine ne demeli? Sağdan soldan duyuyorum, çocukları bir internet sitesinde ateizm konusunda yazışmış ve çok geçmeden mahalle karakolundan gelen polisler dayanmışlar kapıya, ebeveynleri uyarmak için. Her hareketimizin, her düşüncemizin izlendiği Orwell’in cehenneminde yaşıyoruz adeta. The Rage Against Machine grubunun vokalisti Zack de la Rocha’nın ‘Voice of the Voiceless (Sessizlerin Sesi)’ parçasındaki haykırışı kulaklarımda: “Ve Orwell’in cehennemi, terör çağı gerçek oldu/ Fakat bu küçük birader de izliyor sizi.”
Küresel veri akışlarından oluşan Orwell’in cehenneminden kaçmak için küçük biraderler de Büyük Biraderi izliyor şimdi. ‘Bir Avuç Saçma’ başlığı altında kitaplaştırılan kroniğinde Refik Halid Karay siyah göz bebekleriyle kırmızı gelinciklerden söz ediyordu : “Gelincikler etrafı tarassut eden (gözetleyen) gözler gibidir; bizim onlara baktığımızdan ziyade sanki onlar bizi seyreder. Bebekleri iri, simsiyahtır. Ah bu kırmızı Bolşevik gözleri…!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder