22 Temmuz 2009 Çarşamba

HOPPER ÜLKESİ’NE HOŞ GELDİNİZ!


RAHMİ ÖĞDÜL

23.Temmuz.2009

Yeri, Nietzscheci bir anlamda bir beden olarak tanımlayabilir miyiz? Galiba evet. Nietzsche’ye göre ister kimyasal ya da biyolojik, ister toplumsal ya da politik olsun kuvvetlerin kendi aralarındaki ilişkileri, bir beden teşkil ediyor. Çok sayıda kuvvetin etkileşime girdiği yer de bir bedendir o halde. Romalıların bir kent inşa etmeden önce kentin göbek deliğini (umbilicus) tespit etmeleri, bir beden olarak yer anlayışını cisimleştiriyor örneğin; kentin merkezinde yer alacak bu göbek deliğinde çukur açıyor, yeraltı ve yerüstü tanrılarını/kuvvetlerini teskin etmek, gönüllerini almak için adaklarla dolduruyorlardı bu çukuru. Dolayısıyla insanların yaşadığı, ekip biçtiği, savunduğu, kerteriz noktalarını belirlediği, sınırlarını koruyup kolladığı bir beden olarak yer, yeraltı ve yerüstü tanrılarının, doğal ve toplumsal kuvvetlerin, atalarının ya da ruhlarının izlerini taşıyor. İnsanlar, içinde yaşadıkları yer sayesinde kimliklerini ediniyorlar, yer üzerinden tarihsel ve ilişkisel varlıklar haline geliyorlar. Birbirleriyle, geçmişleriyle yer üzerinden ilişki kuruyor, geleceğe dair beklentilerini yine bu yer üzerinden oluşturuyorlar.

Doğal ve toplumsal kuvvetlerin etkileşime girdiği bir beden olarak yer anlayışında büyük bir kırılma yaşandığı görülüyor günümüzde. Bunun müsebbibi hız olsa gerek. Hız, yerle kurulabilecek her türlü ilişkiyi yok ediyor, sürekli bir kopuş deneyimi yaşatıyor insana. Hız mekânlarıyla ya da Marc Augé’nin tabiriyle “yer-olmayan” mekânlarla işgal ediliyor yeryüzü artık. Alışveriş merkezleri, havaalanları, oteller gibi bu tekdüze, homojen mekânlar, gerçek yerin tüm kuvvetlerinden muaf tutuluyorlar; doğal iklimden, insan ilişkilerinden, tarihten, toplumsallıktan tamamen arındırılmış bu yapay mekânlar, birbirine eklemlenerek kentleri de devasa bir “yer-olmayan”a dönüştürüyorlar adeta. Buraları tıpatıp birbirine benziyor. Her hangi bir “yer-olmayan” mekânda, örneğin bir alışveriş merkezinde, bir havaalanında bulunmak, size o mekânın dünyanın hangi noktasında olduğuna dair hiçbir fikir vermiyor. Bu “yer-olmayan”ların sakinleri de, Edward Hopper’in resimlerindeki figürler gibi içleri boşaltılmış, her türlü ilişki ve kuvvetten arındırılmış hayaletimsi varlıklara, “beden-olmayan”lara dönüşüyorlar zamanla.

Amerikalı ressam Edward Hopper (1882-1967) oteller, yollar, benzin istasyonları, restoranlar, kafeteryalar ya da trenlerde tek başlarına duran, yalnız insanları çizdi. 1906’da yirmi dört yaşındayken gittiği Paris’te yaptığı ilk resimlerinde bile yoğun bir yalnızlık, yalıtılmışlık duygusu hissediliyor. Ziyaret ettiği her yeri bir tür “yer-olmayan”a, ‘Hopper Ülkesi’ne çeviriyordu adeta; Güçlü bir öngörüyle gelecekte yeryüzünün alacağı formu görüyor ve kaçınılmaz olana işaret ediyordu sanki.

Hopper Ülkesi sakinleri hiç konuşmuyor, diyaloga girmiyor ve birbirlerine dokunmuyorlar; çevrelerindeki eşyalardan ayırt etmek mümkün değil onları. 1947 tarihli Gece Kuşları (Nighthawks) adlı tabloda bir garson, bir çift ve arkası bize dönük bir adamın doldurduğu bir bar tasvir ediliyor. Doğrusu ilk bakışta yalnız gibi durmasalar da resme yoğun bir yalnızlık, terk edilmişlik ve ilişkisizlik duygusu hâkim. Dikkatle bakıldığında bağlantısızlık, ilişkisizlik anıtları gibi dikiliyor ve bize kendi yalnızlığımızı hatırlatıyorlar.

“Yer-olmayan”lar çoğalıyor; gerçek bir yer üzerinden kurulan gerçek ilişkilerin erozyona uğratıldığı böyle bir durumda Hopper Ülkesi’nin sakinleri de artmaya devam edecek anlaşılan. Yerler, türlü türlü kuvvetlerin oluşturduğu bir beden olmaktan çıkarıldıkça, kanlı canlı bedenlerden oluşan insanların da “beden-olmayan”lara dönüşmesi ne yazık ki kaçınılmaz gibi görünüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder