24 Eylül 2009 Perşembe

MONA LİSA, (BOŞ) MEKÂN VE BİENAL


RAHMİ ÖĞDÜL

24.Eylül.2009

Aşırılan bir imgeden arta kalan boşluğu görmek için sanatseverlerin kuyruklar oluşturduğu bir sanat olayından söz etmek istiyorum bu hafta sizlere; sanat ile izlerkitle arasındaki karmaşık ilişkileri daha da karmaşıklaştıran bir olaydan.
Mona Lisa, 21 Ağustos 1911’de Louvre’da boya, badana işleri yapan Vincento Peruggia tarafından çalınır. Badanacı, önlüğünün altında sakladığı tabloyla, kimseye görünmeden müzenin dışına süzülüp kalabalıkların arasına karışır. Bu arada Peruggia, ambalaj kâğıdına sardığı tabloyu iki yıl boyunca kendi bekâr odasında saklamayı başarmıştır.

Çalındığının ertesi günü Mona Lisa tüm gazetelerin manşetlerine taşınır. Artık haber filmlerinde, çikolata kutularının üzerinde, kartpostallarda ve ilan panolarında Mona Lisa’nın imgesi vardır. Birden bire tablo, film yıldızlarının ve şarkıcıların şöhretine kavuşmuştur. Bu hırsızlıktan üç hafta sonra Franz Kafka ve arkadaşı Max Brod bile bu boş mekânı görmek için hiç vakit kaybetmeden kuyruğa girmişler. “Mona Lisa’nın imgesi her yerdeydi” diye not düşmüş Max Brod günlüğüne.
Mona Lisa’nın sayısız kopyasının oluşturulması, orijinaline de tuhaf bir statü kazandırmış, mitsel, kayıp bir nesneye dönüşmüş. Tablo çalınmadan önce sanat ikonu olma gururunu Raffaello’nun Fornarina ve Sistina Madonnası tabloları taşıyordu. Çalındıktan sonra bu statüyü Mona Lisa devraldı. Bir sembole dönüşmesi için yok olması gerekiyordu sanki.

İnsanlar, bir zamanlar tablonun asılı olduğu, ama şimdi boş kalan mekânını görmek için Louvre’a akın etmeye başlarlar. Bu insanların çoğunun, daha önce hiç Louvre’a gelmemiş ya da resmi daha önce hiç görmemiş olması da işin şaşırtıcı yanı. Bir tablodan arta kalan boş mekânı görmek için kuyruklar oluşturmaları (boş) mekân ile sanat ve siyaset arasındaki ilişkiye dair kimi ipuçları veriyor bize.
Jacques Ranciere, “Estetiğin Siyaseti” başlıklı metnin girişinde, Campement Urbain adlı bir Fransız grubunun ödüllü projesinden söz eder. Yeni toplumsallık biçimleri yaratmayı hedefleyen “Ben ve Biz” adlı bu sanat projesi, Paris’in banliyösünde özel bir yer, herkese açık ama tek bir kişi tarafından kullanılabilen “boş bir mekân” yaratmayı öneriyordu. Bu sanat projesinden yola çıkarak Ranciere sanat ile siyaset arasındaki ilişkiyi çözümlüyor. Boş bir mekân ile sanatın ve siyasetin ortak faaliyetinden söz ediyor.

Toplumsal ve siyasi meselelerle ilgili mesajlar ve duygular ileterek sanatın siyasi olamayacağını ileri sürüyor Ranciere. Bilakis sanat, belirli bir mekânsal-zamansal duyu ve algılama tarzı şekillendirdiği ölçüde siyasi olur, diyor. Zira siyaset, her şeyden önce bir mekânın siyasi olarak düzenlenmesidir; belirli bir deneyim alanının şekillendirilmesidir; “ortak” denen şeylerin ve bunları tanımlayıp bunlar hakkında tartışma yetileri olduğu kabul edilen öznelerin belirlenmesidir.

Platon’un “Sanatkârların kendi işleri dışında bir şey yapmaya vakitleri yoktur” saptamasını ele alan Ranciere, bu zaman yokluğunun tersine çevrilmesi yoluyla siyasetin mümkün olacağını söylüyor. Siyasetin, kendilerini ortak bir dünyanın mensupları olarak görünür kılmak, acı ve hazzı ifade etmenin ötesinde ortak konuşmaya katılabildiklerini kanıtlamak için işlerinden başka zamanı olmayanların sahip oldukları bu zamanı kullandıklarında başladığını vurguluyor. Siyaset, mekânda yeni nesnelerin ve öznelerin yerlerini almasıdır; görünmez olanların, “sesleri gürültü çıkaran birer hayvan gibi işitilenlerin” söylediklerinin söz olarak dinlenebilir kılınmasıdır. Böylesi uyuşmazlık sahneleri yaratması anlamında siyaseti, estetik bir faaliyet olarak niteleyebileceğimizi söylüyor Ranciere. Bunun tersini de söylemek mümkün; sanat uyuşmazlık sahneleri yarattığı ölçüde siyasi oluyor.

Bienal hakkındaki geçen haftaki yazımda, egemen kültürün bir toplumsal gruba ait yıkıcı bir sözü, belirli bir bağlamdan aşırıp bambaşka bir bağlama taşıyarak, Barthes’ın tabiriyle mitleştirmesinden ve dolayısıyla boş bir tüketim nesnesi haline dönüştürmesinden söz etmiştim. Bienal, aşırılan Mona Lisa’dan arta kalan boş mekânla benzerlikler taşıyor açıkçası. Aşırılan söylemin orijinali mitsel, kayıp bir nesne statüsü kazanırken, Bienalin kendisi de bu söylemin boşluğunu içeren bir sanat ikonu haline geliyor. Bienal’in boş mekânında söylemin asıl sahipleri, Ranciere’in deyimiyle görünmez kılınıp, “sesleri gürültü çıkaran birer hayvan” konumuna indirgenirken, bizleri Bienal’de kuyruklar oluşturmaya davet eden bir holdingin sesini işitiyor, kurumsal kimliğini görüyoruz sadece. Sanat tıpkı siyaset gibi mekânın yeniden düzenlenmesini, sesleri işitilmeyenlerin işitilir, görünmez kılınanların görünür hale getirilmesini içerdiği ölçüde siyasi olabiliyor oysa. Siyasi olduklarını iddia eden küratörlere Henri Lefebvre’nin sözünü hatırlatarak bitiriyorum yazıyı: “Etrafımız boşlukla sarılı, ama göstergelerle doldurulmuş bir boşluk bu.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder