17 Eylül 2009 Perşembe

YILAŞIRI (BİENAL) ISINMAYA BAĞLI KÜLTÜREL İKLİM DEĞİŞİKLİKLERİ


RAHMİ ÖĞDÜL

17.Eylül.2009

Sonbaharla birlikte kültürel iklim de değişti; yeni yağışlar ve akıntılar oluşuyor kentin içinde; mevsimlere bağlı olarak okyanusta ortaya çıkan akıntılar gibi kültürel/sanatsal etkinlikler de kent kalabalığı içinde farklı derinliklerde ve farklı yönlerde akışlara yol açıyor. Sanatseverler, ellerinde kültür kartograflarının hazırladığı akış haritaları, sokak aralarındaki sanat yapıtlarının izini sürüyor; sanat noktaları etrafında anaforlar oluşturuyorlar. Bienal bağlantılı ya da bağlantısız bir sürü sergi açıldı ve açılmaya da devam ediyor.

Ve her yerde karşımıza çıkan bir soru: “İnsan Neyle Yaşar?” Yıkıcı bağlamından koparılmış ve tüketim sürecine sokulmuş bu sorunun olası yanıtları da veriliyor TV ve gazete reklamlarında. Çoktan seçmeli test sınavlarını andıran bir ortamda buluyoruz kendimizi ister istemez. Oysa güncel meseleleri bizim sorunsallaştırmamız, sorular oluşturup yanıtlarını bulmamız daha yaratıcı olmaz mıydı? Bu zamana kadar sorular hep hazır verildi ve yanıtlarını da verilen şıklar arasından seçmemiz beklendi bizden. İktidar tarafından belirlenen bu tür soruların yanıtları, yine iktidarın işine gelecek şekilde düzenlenecektir elbette. Açıkçası kendi meselelerini sorunsallaştıramayan, hazır soruları çözmeye çabalayan bir topluma dönüştürüldük. 11. İstanbul Bienali’nde böylesi bir sorunun yanıtlarını bulmaya bizi davet edenin bir holding olması ayrıca kafaları daha da karıştırıyor. Galiba kent içindeki kültürel iklimin meydana getirdiği akışlar içinde bu Bienal, en çalkantılı anaforları üretmeye devam edecek.

Günümüz sanat ve kültür ortamının irili ufaklı şirketler tarafından desteklendiği bir gerçek. Radikal, hatta yıkıcı bir içeriğe sahip pek çok film ya da serginin arkasında sponsor olarak şirketleri görüyoruz. Bu Bienal’in en çok dikkat çeken yanı, sistem karşıtı politik bir içerik taşımasına rağmen, bir holdingin tüm sürecin önüne geçmiş, süreci sahiplenmiş olmasıdır. Yazılı basında ve televizyonda hep aynı holdingin davetiyle karşılaşıyoruz. Bir holding durmadan ve ısrarla bizi Brecht’ci ve dolayısıyla Marksist bir sergiye davet ediyor ve üstelik bu sergi “her suçlu bir burjuva, her burjuva bir suçludur” savına dayalı Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sından alıntılanan bir soru üzerine kurulmuş; bu durum ister istemez, şirket-sanat ilişkisi üzerinde daha fazla düşünmeyi gerektiriyor.

Hal Foster’ın “Kültürel Direniş” başlıklı yazısı tam bu noktada aydınlatıcı olabilir (bkz Sanat/Siyaset, İletişim Yayınları). Foster yazısında burjuva kültürünün bütünlüklü yapısını yitirdiğini ve diyalektik bir modernizm ile kitle kültürü karışımından oluştuğunu öne sürüyor; burjuva kültür pratiğinin, başka sosyal grupların anlamlandırma biçimlerinin temellük edilmesine dayandığını belirtiyor. Açıkçası burjuvazi, “öteki”nin söylemini aşırıp farklı bir bağlama, bambaşka bir yere taşıyarak, yıkıcı olabilen bir söylemi bir tür evcilleştirme işleminden geçiriyor ve neticede bir tüketim nesnesi olarak dolaşıma sokabiliyor. Barthes’e göre bu ele geçirmenin iki özelliği var: birincisi, ötekinin zararsız hale getirilerek özümsenmesi; diğeri ise ötekinin temsil yoluyla cisimleştirilmesi; burada temsil, etkin varlığın yerine geçiyor.

Bu temellük etme işleminde bir toplumsal gruba ait özgül bir içerik ya da anlam, soyutlama aracılığıyla, başka bir toplumsal grubun genel bir kültürel formuna ya da üslubuna dönüştürülüyor. Barthes bu işleme “mitleştirme” adını veriyor; aşırılıp başka bir yere yeniden yerleştirilmiş sözden oluşuyor mit. İşte, söylemlerinin mitleştirilmesi yoluyla toplumsal gruplar sessizleştirilip sonuçta seri tüketicilere dönüştürülüyorlar. Söyledikleri çarpıtılmış ve dolayımlanmış bir şekilde yankılanıp duruyor havada. Velhasıl, burjuva/şirket kültürü yıkıcı söylemleri mitleştirip dolaşıma sokma konusunda bir hayli deneyimli.

Spor giysiler üreten bir firmanın kendisine karşı yöneltilen yıkıcı söylemleri aşırıp, bir meta olarak nasıl dolaşıma soktuğuna bizzat tanık olmuştum. Kendi ürettiği tişörtlerin üzerine muhalif gruplara ait “Şirketi Boykot Edin” türevi sloganlar basmış. Böylelikle bu muhalif grupların üyelerini de kendi tüketicisi haline getiriyor, akıllıca bir girişim. Bu temellük etme işlemine karşı nasıl bir direniş geliştirileceği yanıtlanması gereken bir soru. Çünkü her direniş bir süre sonra bir tüketim nesnesi olarak karşımıza çıkabiliyor.

Günümüzde burjuva kültürünün en radikal, en yıkıcı söylemleri bile temellük edip tüketim nesnelerine dönüştürmesi gerçeği, tabi ki çok farklı temayülleri olan sanatçıların Bienal’de sergilenen yapıtlarını izlemekten bizi alıkoyamıyor. Bir yapıtla buluşan bir bireyin yaşayacağı düşünsel ve duygulanımsal anaforları önceden kestirmek mümkün değil. Her ne kadar sorusu ve olası yanıtları bize hazır verilmiş olsa da bu Bienal bünyesinde gerçekleşecek karşılaşmaların, kendi sorularımızı kolektif olarak inşa etme ve yanıtlarını da bulma fırsatı yaratacağından hiç kuşkum yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder