27 Ağustos 2009 Perşembe

MEKâNI ÜRETMEK, GERGEF İŞLER GİBİ…


RAHMİ ÖĞDÜL

27.Ağustos.2009

Vakti zamanında Fransız mimarlar, kadınların kuyulardan su taşıdıkları Kuzey Afrika köylerinde, ev içlerine dek su getirme projesi hazırlıyorlar. Bu projeye, kadınları büyük bir zahmetten kurtaracak bir girişim gözüyle bakıyordu Fransızlar; bir bakıma kadınların kurtuluşu projesi olarak. Gelgelelim özgürleştirecekleri köylü kadınların topyekûn direnişiyle karşılaştılar.

Aslında köy kuyularına gün içinde sık sık yapılan ziyaretlerin tam bir toplumsal olay olduğu ortaya çıktı sonunda. Basit bir su taşıma eyleminin çok ötesinde işlevler taşıyordu. Peçelerle dolaşmak zorunda oldukları, baskıcı, geleneksel köylerde kadınların, evlerinden dışarı çıkabilme fırsatı yakaladıkları tek durum, kuyulardan su taşımaktı. Kuyu başlarında bir araya gelen kadınlar kendi aralarında bir toplumsal şebeke oluşturmuşlardı. Yerel medya işlevi gören dedikodu sayesinde aralarında sıkı bir iletişim ağı kuruyor ve bu ağın aracılığıyla toplumsallaşıyorlardı. İşte bu iletişim şebekesinin, modern bir hamleyle, evlere su şebekesi döşenmesiyle kesilmesine karşı çıkıyordu kadınlar. Su şebekesi, toplumsal şebekeyi devre dışında bırakacak, mecburen evlere kapanacaklardı. Kadınlar erkeklerini kışkırtıp Fransızların girişimini önlediler. Toplumsal ilişkileriyle, iletişim şebekeleriyle ördükleri, yarattıkları mekânlarından geri çekilmeyi, evlerde tecrit edilmeyi reddettiler. Modernleşme projelerinin dışında kalarak toplumsal mekânlarını savundular bir anlamda.

Kadınların toplumsal alandan sürgün edilmelerine, özel mekânlara sıkışıp kalmalarına modern zamanlarda daha çok rastlanıyor. Griselda Pollock, “Modernlik ve Kadınlığın Mekânları” adlı denemesinde (bkz Sanat/Cinsiyet, İletişim Yayınları) modernliğin kurulduğu 19. yüzyıl başı Paris’inde erkek ve kadın empresyonist ressamlar arasında yaşanan farklı mekân deneyimlerinden söz ediyor. Manet, Monet gibi empresyonist erkek ressamların kent deneyimleriyle, kadın ressamların kent deneyimleri arasındaki farkları, tablolarda tasvir edilen mekânlar üzerinden çözümlüyor Pollock. Erkek ressamlar bir flaneur (kent aylağı) tavrıyla kentin tüm mekânlarına girip çıkıyor ve tablolarında her türden mekânı tasvir edebiliyorlardı; buna karşın flaneur’ün kadın muadilinin, yani flaneuse’ün bulunmadığını, empresyonist kadın ressamların sınırlı bir mekân deneyimine sahip olduklarını gösteriyor bu deneme.

1800’lerde Paris’te yapıtlarını sergileyen empresyonist grupla yakın ilişkide olan Berthe Morisot ve Mary Cassatt’ın resimleri incelendiğinde ilk anda göze çarpan şey, yemek odası, oturma odası, yatak odası, balkon, veranda, bahçe gibi özel alanlar ve ev yaşamının geçtiği mekânların tasviridir. Erkek meslektaşlarına açık olan yerler (barlar, genelevler) ve etkinlikler, kadın sanatçılara kapalıydı. Erkekler sokakların hareketli dünyasında özgürce gezebiliyor, popüler eğlencelere katılabiliyorken, kadın ressamlar ev içi ya da özel mekânlarda geçiyorlardı zamanlarını ve bu da tablolarına yansıyordu haliyle.

Su şebekesinin toplumsal şebekelerini yerinden etmesine direnen köylü kadınlar ile kapitalizmin biçimlendirdiği yüzyıl başındaki Paris’te mekânsal sıkışmışlıklarını resimleri aracılığıyla dışa vurmaya çalışan empresyonist kadın ressamları, yaşamak zorunda bırakıldıkları toplumsal cinsiyetçi mekânlar birbirine bağlıyor. Her ikisi de erkeklerin belirlediği toplumsal uzamlar içinde kendi mekânlarını üretmeye çalışıyor. Mekân, aşkın bir şey olarak, dışarıdan bize verilemez; bilakis, iktidarın mekânları ayrıştırma hamlesi karşısında, kendi kurduğumuz ilişkilerle, yarattığımız toplumsal şebekelerle, bir gergef işler gibi içerden dışarı doğru inşa ediyoruz kendi mekânlarımızı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder