Igor Morski |
RAHMİ ÖĞDÜL
09.10.2015
Düşünmek tehlikelidir. Ya düşünmekten beyniniz patlar ya da düşündüğünüz için birileri gelip beyninizi patlatır. Biri, içeriden dışarı doğru, düşüncenin kudretiyle gerçekleşen bir eylemdir; düşüncenin kendi kabını, kabuğunu parçalamasıdır. Diğeri ise duvarlarla çevrili sorgulanamaz, düşünülemez alanlar yaratanların sınırlarını ihlal ettikleri için düşünen beyinlere dışarıdan indirilen darbelerdir. Mümkün mü düşünmeyi engellemek? Düşünce bir kez yola çıktı mı artık her yöne doludizgin koşmak isteyecektir ve duvar geçme yeteneğine sahiptir. Sürekli dışarı doğru patlayarak, duvarları delerek, yıkarak mekânını genişletir ve kendine, sınırları sürekli dalgalanan bir düzlem yaratır.
Kandinskiy’in soyut resimleri karşısında ressam dostu Franz Marc beyninin patlayacağını hissederken düşüncesinin mekânsal genişlemesine tanıklık etmiştir: “İlk tepkim, güçlü, katıksız ve ateşten renkleri karşısında büyük bir coşku duymak oldu, sonra beynim faaliyete geçti, bu resimlerin etkisinden kurtulamıyorsunuz ve tam olarak kavramaya ve tadına varmaya çalışırsanız beyninizin patlayacağını hissediyorsunuz” (bkz W.R.Everdell, “İlk Modernler, çev. Hülya Kocaoluk, YKY).
Yaşamın bir parçası olma coşkusu
Tuvalin sınırlı yüzeyindeki bir resim beyinde patlamalar yaratabiliyorsa, tüm renkleri, biçimleri ve derinliğiyle sonsuzca önünüzde açılan evrenin düşünceye neler yapacağını varın siz düşünün. İlk tepkimiz, Franz Marc’ın Kandinskiy tabloları karşısında duyduğuna benzer büyük bir coşku olacaktır; yaşamın büyüklüğü karşısında, onun bir parçası olmanın coşkusu. Sonra evrenin etkisinden kurtulamayacak ve hiçbir zaman tam olarak kavrayamazsak da tadına varmaya çalıştıkça düşüncemiz evrenle birlikte genişleyecektir. Zaten bilgi nedir ki? Foucault, “Bir bilgi, aynı zamanda bir mekândır” diyor, öznenin içine yerleştiği. Öte yandan evreni kavrayıp tadına varmaya, mekânı genişletmeye, yaşamı olumlamaya yönelik her çabamızın iktidarca engellendiği de görülüyor. İktidar düşünceyi ve düşünen insanı kendi ürettiği söylem içine hapsediyor ya da şişenin içine, cin gibi. Ama düşünce şişede durduğu gibi durmuyor.
Tuvalin sınırlı yüzeyindeki bir resim beyinde patlamalar yaratabiliyorsa, tüm renkleri, biçimleri ve derinliğiyle sonsuzca önünüzde açılan evrenin düşünceye neler yapacağını varın siz düşünün. İlk tepkimiz, Franz Marc’ın Kandinskiy tabloları karşısında duyduğuna benzer büyük bir coşku olacaktır; yaşamın büyüklüğü karşısında, onun bir parçası olmanın coşkusu. Sonra evrenin etkisinden kurtulamayacak ve hiçbir zaman tam olarak kavrayamazsak da tadına varmaya çalıştıkça düşüncemiz evrenle birlikte genişleyecektir. Zaten bilgi nedir ki? Foucault, “Bir bilgi, aynı zamanda bir mekândır” diyor, öznenin içine yerleştiği. Öte yandan evreni kavrayıp tadına varmaya, mekânı genişletmeye, yaşamı olumlamaya yönelik her çabamızın iktidarca engellendiği de görülüyor. İktidar düşünceyi ve düşünen insanı kendi ürettiği söylem içine hapsediyor ya da şişenin içine, cin gibi. Ama düşünce şişede durduğu gibi durmuyor.
İktidar, “Düşünecekseniz sınırlarını çizdiğim alanda düşünün” diyor; “sakın, kutsallaştırdığım alanlara gireyim demeyin.” Önümüze hazır problemler koyuyor. Kendi üzerlerine kapanmış, yanıtları zaten belli olan kapalı problemler. Ve bu hazır problemler üzerinden düşünür gibi yaparken bir televizyon programında işin uzmanına şu zekice soruyu sorabiliriz: “Mars’taki suyla alınan abdest geçerli mi?” Havuz medyası, adı üzerinde hazır havuz problemleriyle uğraştırıyor insanları ve izleyicilerin de düşünüyormuş gibi yapmalarını sağlıyor. Alzheimer’e çare olsun diye şiddetle bize bulmaca çözmemizi öneren uzmanların, hazır bulmacaları çözerken yitirdiğimiz toplumsal belleğimize dair bir önerileri olmuyor genellikle.
Toplumsal bellek yaşadığımız toplumun ve dünyanın sorunlarını zihinsel çabamızla formüle etmeye çalıştıkça, kapalı havuz problemleriyle değil, evrenle bağlantılı yerel sorunlarla yüzleştikçe gelişecektir. Bize verilen hazır sorularla değil, soruları bizzat formüle etmeye çalıştıkça. Ve formüle edilmiş her soru zaten çözümünü de içinde barındırır. Hayatı sorunsallaştırıp kavrarken başlı başına bir sorun olan iktidarın nasıl da hayatı perdelediği ortaya çıkıyor. İktidar havuz problemleri içinde düşünceleri boğuyor, düşünenlerin cansız bedenlerini yerlerde sürüklüyor. Düşünce ne havuza ne de şişeye hapsedilebilir oysa. Ve öyle bir an gelir ki beyniniz düşünmekten patlar, havuzun duvarları yıkılır ve hayatla buluşursunuz. Evet, düşünmek tehlikelidir, ama iktidar açısından. Düşündükçe kapatıldığımız duvarların birer birer yıkıldığını ve evrenin önümüzde dalgalı bir deniz gibi açıldığını göreceğiz. Faşizmin kapalı havuzlarında boğulmak yerine, evren denizinin yerel dalgalarıyla dirilmemiz an meselesi; yeter ki siz beyninizi patlatın ve yıkılsın duvarlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder