RAHMİ ÖĞDÜL
02.10.2016
Keşke çemberi hiç keşfetmeseydik, üzerimize kapanan çemberi. Düşünsenize, her yöne hareket edebilme yeteneğiniz varken, birden çevrenize bir çember çizilerek hapsedildiğinizi. Artık bu çemberin tutsağı olduk, sakatlandık. İstesek de çıkamıyoruz içinden. İlk çemberi kendimizi doğadan ayırmak için çizmiş ve içine yerleşmiştik; yerleştikçe evcilleştik ve sadece evcilleştirebildiğimiz doğanın içeri girmesine izin verdik. Sonra bu çember de yetmedi bize. Etnik gruplara ayrılarak, homojen varlıkların kendi üzerlerine kapandığı başka çemberler yarattık; çember içinde çember. Sonunda bireyciliğin icadıyla kendi bedenlerimizi de çembere dönüştürdük. Ötekilerin içeri sızmasını önlemek için dikenli tellerle çevrilmiş bedenler. Şimdi ne başkaları girebiliyor ne de biz dışarı çıkabiliyoruz. Herkesin bedeni sadece kendisinin taptığı bir tapınak gibi dikiliyor toplumda. İnsanın kendi bedenini ölüm katılığında, taştan puta dönüştürdüğü garip zamanlardayız. Dilimiz de kurudu; söze ya ben ile ya da biz ile başlıyoruz. Ben ya da biz dedikçe kendimizi merkeze, çemberin içine, ötekileriyse çemberin dışına yerleştiriyoruz. Sözcüklerimiz giderek dikenli tele dönüşüyor; bir sınır olarak dil, ötekilerin içeri sızmasını önleyen duvar gibi dikiliyor önümüzde.
Çemberin ne zaman ve ilk kez kim tarafından icat edildiğini bilemiyoruz ama insan çemberi doğadan çalmış ve kendini kapatmak için kullanmıştır. Güneşin, ayın formunun çembere örnek oluşturdukları kesin. 12 bin yıl önce inşa edilmiş dünyanın en eski tapınağı, Urfa Göbeklitepe’deki tapınak da çember formunda ve çemberin içine merkeze bakan T şeklinde, insanı simgeleyen taş tanrılar yerleştirmişler. Ve günümüzde bu çember giderek daralmış, insan kendi üzerine kapanmıştır.
Çemberin çeşitli kullanımları vardır ve en acımasızı ise toplama kampıdır. Nazi Almanyası’nda ötekileri toplumdan yalıtmak ve imha etmek üzere tasarlanmadan çok önce bir modern icat olarak ilk toplama kampı, 1896’da İspanya’nın Küba’ya atadığı sömürge valisi Weyler tarafından, “campos de reconcentracion” adıyla uygulanmıştır (bkz W.R. Everdell,” İlk Modernler”, YKY). Bağımsızlık için savaşan Kübalılardan ayırmak için bu kez sivil halkı dikenli tellerle çevrili kamplara yerleştirdiler. Dikenli tellerin dışı ise evcilleştirilmemiş vahşi hayvanların, yani asilerin avlanacağı bir av sahasına dönüştürüldü. Doğu’da da kentlerin sokakları sokağa çıkma yasağıyla birlikte keskin nişancıların av sahasına dönüştürülmedi mi? Çemberden çıkanları yaşlı, çocuk demeden avlıyorlar.
İÖ 5. yüzyılda Parmenides “Bir” adını verdiği hakikati çember şeklinde tanımlamış ve çokluğu, değişimi ve oluşu çemberin dışına sürmüştü. Yani, hayat çemberin dışında. Sokağa çıkanları ebeliyorlar ama. Çocukluğumuzda öğrettiler bize, ebelenmemek için çemberin içine sığınmayı. Çemberin içi güvenlidir, tekçidir, çokluk dışlanmıştır çünkü. Ne diyordu Aldous Huxley, “Cesur Yeni Dünya”da: “İnsanların çoğu, tutsaklıklarını sevecek şekilde yetiştirilecek ve asla devrimi düşlemeyeceklerdir.” Ebelenmek, ötekinin bize dokunmasıdır; çoklukla temasa geçmektir. Ebelenelim, ne olacak? Belki devrim olur; iklim değişir, Akdeniz olur, gülümseriz. Çemberimizde gül oya, ama içeride dertlerimizi karıyoruz. Bize, “campos de reconcetracion”larda kendi ölülerimizi yıkamayı öğretiyorlar; ölüm katılığındaki bedenlere de bu yaraşır ancak. Her şeye rağmen toplama kamplarında “özgürlüğün tadını çıkarıyoruz” kim diyebiliyorsa, Goethe’nin sözleri bir tokat gibi patlayacaktır suratında: “Özgür oldukları yanılsamasına kapılanlar kadar hiç kimse umutsuz şekilde köleleştirilmemiştir.” Çemberin kölesi olduğunu fark edenler, kendilerini çokluğun, oluşun dalgalarına bırakıyorlar. Alman Romantizmi’nin kurucularından Herder de 1769’da çemberin ölüm katılığından dertliydi ve denize açıldı: “Karadayken insan ölü bir noktaya takılı ve bir durumun dar çemberiyle sınırlı.” Dalgaların salınımıyla devindikçe nasıl da dirileşiyor, güzelleşiyor bedenler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder