8 Mayıs 2015 Cuma

HAFİF OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI


RAHMİ ÖĞDÜL
08.05.2015
Mayıs, hafiflemenin ayı. Ama siyasi iklim giderek ağırlaşıyor. Çok yakında, ülkeye girmek isteyenleri, “Bu kapıdan içeri girerken, umutlarını dışarıda bırak” yazısı karşılarsa şaşırmayalım. Dante’nin ‘İlahi Komedya’sının Cehennem’inde de kapının üzerinde aynısı yazıyordu. Ülkede yaşanan Komedya ile Dante’nin ‘İlahi Komedya’sı arasındaki fark, Dante’de komedyanın, sonu iyi biten bir öykü olmasıdır; bizdeki komedyada ise trajikomikliğin sonu trajediyle sona erdiğinde, ülkenin bir cehenneme çevrilmesi an meselesi. Tüm hafifliklerini dışarıda bırakmış, umutsuz, ağır varlıkların cehennemi.
Umut insanı hafifletir; uçuş yollarının tutulduğu bir ülkede, hâlâ uçabilme umudunun hafifliği ile katlanırız üzerimizdeki ağırlıklara. Tarihçi Yaşlı Plinius umudu tarif ederken yukarıya işaret ediyordu: “Umut, dünyayı yukarıda tutan sütundur.” Umutlu olmak, tüm ağırlıklarıyla üzerimize abananlara, bizi yere yapıştıranlara karşı başımızı dik tutabilmektir; hafifliği duyumsamaktır. Hafif olmak ile ağır olmak arasındaki farkı, Konstrüktivistler ile Stalin arasında da görmüştük. 1920’lerin Sovyetlerinde Konstrüktivistler, yerleşik düzenin ağırlığından kurtulabilmek, gündelik yaşamda, mimaride, şiirde, teknolojide, düşüncede havalanabilmek için kanatlanmışlardı adeta. Hatta Tatlin, ‘letatlin’ adını verdiği uçan bir bisiklet bile tasarlamıştı. Oysa Stalin iktidarıyla birlikte, her şey yeniden yere çivilenecektir.  Yerden, yerçekimi kuvvetinden kaçıp havalananların hafifliği ile her şeyi yere bağlayan ve üzerimize çullanan iktidarın ağırlığı arasındaki karşıtlık.
Hafif bir bedene eşlik eden duygu neşedir, neşelendikçe hoplarız ve hoppa derler bize. Ağır bir bedenin duygusu ise keder. Neşe, yerin çekim kuvvetinden kurtulmuş bir bedenin ürettiği uçurucu bir kuvvettir. Neşeli bir bedenin yüz ve beden çizgilerine dikkat ettiniz mi hiç? Yüzümüzün organları, gözlerin ve ağzın çizgileri uçarcasına yukarıya doğru kıvrılmışlardır. Keder, bizi hep yere doğru çeker, ağırlaştırır; omuzlarımız aşağı çökmüştür. Neşeli bir bedense ayakları yerden kesilmiş gibi, uçarcasına yürür.

Uçar adımlarla arşınlanan sokaklar
Kederi ve neşeyi, ağırlığı ve hafifliği aynı gün içinde, bir 31 Mayıs günü hep birlikte deneyimlemiştik. Öğle, gaz bombalarıyla çil yavrusu gibi dağıtılmış, kuytu köşelere sığınmıştık. Aynı gün, akşama doğru hava aniden değişmiş ve umut dolu, neşeli bir rüzgâr kanatlandırmıştı bizi. Daha önceleri hiç bu denli neşeli, kudretli ve hafif hissetmemiştik kendimizi; uçar adımlarla geçmiştik sokakları. Sonra hep beraber, o devasa insan seli, iktidarın ağırlığından kurtulmuş, havalanmıştık. Taksim ve Gezi Parkı, ağırlıksız, havai yaratıkların mekânına dönüşmüştü; sürekli form değiştiren sığırcık sürüleri gibi kanat çırpmıştık Taksim semalarında.
İktidar, abandıkça abanıp ağırlaştırdığı kederli bedenlerden bir mollalar cehennemi yaratmayı tasarlıyor; “ağır ol ki molla desinler” sözünü fısıldıyor kulaklara. Anarşist Emma Goldman ise tam tersi, hafifmeşreplikten yanadır: “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değil.” Her şeyi yerli yerine oturtarak devinimsiz, boğucu bir ortam yaratan devletçi gelenekler ile yaşayan her şeye kanat takarak devingen ve havadar bir ortam yaratan özgürlükçü gelenekler arasındaki çatışma, ağırlığa eşlik eden keder duygusu ile hafifliğe eşlik eden neşe duygusu arasındaki gerilimi yansıtır. Bu neşe, yaşamı olumlayan, bedenleri hafifleten Dionysosçu bir neşedir: “Dionysos, … olumlayıcı istençtir; hiçbir şey taşımaz, hiçbir şey yüklenmez, ama yaşayan her şeyin yükünü hafifletir: Gülmek, oynamak, dans etmek, yani olumlamak” (Deleuze, Kritik ve Klinik, Norgunk).  Gülmenin, dans etmenin, hafiflemenin de bir ağırlığı vardır ama. Bu,  sadece kendi bedeninin değil, yaşayan her şeyin yükünü hafifletme sorumluluğudur; her an pusuda bekleyen, yaşamın üzerine çullanmaya teşne iktidara karşı tetikte olmayı gerektiren etik sorumluluk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder