RAHMİ ÖĞDÜL
24.05.2012
Bir insana hiç dokunmasak; bir kitabın kapağını hiç açmasak ya da bir sergi salonunun kapısından içeri hiç adım atmasak… Birbirine dokunmadan yan yana duran, aynı mekânları paylaşsalar da, aynı yollardan geçseler de birbirleriyle diyaloğa girmeyen paralel evrenlerle dolu hayatımız. Oysa kapağı açılan bir kitap, dokunulan bir insan ya da karşılaşılan sanat yapıtları birden paralel evrenleri birbirlerine bağlayan solucan deliklerini görünür kılıyor. Benzer hayatlara, benzer duygulanımlara, acılara, sevinçlere sahip paralel evrenler, sanki hiçbir ortak paydası yokmuşçasına kendi yörüngelerinde delileler gibi dönüp duruyorlar. İktidarın tasarladığı, bizim belirlemediğimiz bir hedefe doğru deliler gibi koşuyoruz. İktidar merkezli bir güneş sisteminin uyduları gibiyiz. İktidarın merkez çekimine kaptırmışız kendimizi.
On yedinci yüzyılda Fransa Kralı XIV. Louis, eski yer merkezli evren tahayyülünü yıkan ve güneş merkezli evren düşüncesi hayata geçiren Copernicus’tan etkilenmiş olsa gerek, kendini Güneş-Kral olarak ilan etmişti. Yunan mitolojisinde güneş tanrı olan Apollon’un alegorik öyküleriyle donattı Versailles Sarayını. Sarayı bir mikrokozmoz olarak kurarken makro-kozmosu da kendi etrafında dönen uydulara dönüştürdü. O zamandan beri iktidar kendi güneş sistemini kurmaya çalıyor etkinlik alanlarında. Birbirine dokunmadan dönüp duran uydular görmek istiyor güneş-iktidar etrafında.
Peki, yörüngelerimizden çıkarsak, birbirimizle çarpışırsak ne olacak? Bu sorunun yanıtı, İ.Ö 1.yy.da yaşamış Romalı şair ve filozof Lucretius’tan geliyor. Bir ilişkinin başlaması için bir çarpışmanın gerekli olduğunu söylüyordu filozof. Epikür ve Lucretius ile başlayan materyalist felsefe geleneğinde, atomlar boşlukta paralel olarak, hafif yanlamasına düşerler. “Bu atomlardan biri yolundan saparsa, komşu atomla bir karşılaşma olmasını, karşılaşmalar çarpışmayı ve bu da bir dünyanın doğuşunu tetikler” diye yazıyordu kitabında. Başka dünyaların nasıl oluştuğunu ne güzel de anlatmış. Birbirine dokunmadan, paralel olarak akan atomların, bireylerin yörüngelerinden çıkarak birbirleriyle çarpışmaları yeni bir dünyayı başlatıyor. Yörüngelerinden çıkarak tesadüfen birbirleriyle çarpışan bireyler arasında başlayan ilişkiler kalıcılaştıkça yeni bir dünyanın durmadan genişleyen iklimi içindeyiz demektir.
Her karşılaşma yörüngeden çıkmayı, çarpışmayı gerektiriyor. Birbirine paralel olarak düşen bireylerin, yörüngelerinden saparak birbirleriyle çarpışması yeni bir form yaratıyor. Akıl tutulmasıyla iktidar-güneşin etrafında dönen uydular, yörüngelerinden çıktıklarında yeni bir dünyanın şekillenmeye başlayacağını söylüyor Lucretius dolaylı olarak: akıl tutulması yerine güneş tutulması.
Copernicus’un başlattığı yeni kozmosta artık hiyerarşi yoktur. Bütün noktalar eş değerdedir. Yaşayan başka dünyalar, başka akıllı varlıklar vardır belki de. Karşılaşmalarla, çarpışmalarla yeni dünyaları başlatacak akıllı yaratıklar. Güneş bile merkezi önemini yitirmiştir. Çünkü başka güneşler, başka evrenlerin olabileceği düşüncesi belirmiştir insan zihninde. Her nokta eşit olduğuna göre artık tepeden dayatılan bir form değil buradaki, bilakis çarpışmalarla kendiliğinden ortaya çıkan bir form, bir dünya ya da dünyalar. Kapitalist ekonomi otobanında birbirine paralel hareket eden birimler arasında bir ilişkinin doğması, yeni bir formun, yeni bir dünyanın yaratılması için de yörüngeden bir sapma ve bir çarpışma yeterli.
Birbirimize hiç dokunmasak, konuşmasak güneşin etrafında dönüp duracak paralel evrenler. Çerçeveleri içinde duvarlara asılı tablolar gibi. Çerçeveleri parçaladığımızda, birbirimize uzandığımızda, dokunduğumuzda yeni bir dünyanın tetikçileri oluveririz. Üstelik evrenin eğri, kıvrımlı olduğunu da biliyoruz. Yörüngeden saptıkça, eğrildikçe, başka eğrilerle, kıvrımlarla titreştikçe varoluşçu bir baş dönmesi gibi hissedeceğiz başka dünyaların rüzgârını.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder