10 Mayıs 2012 Perşembe
AVANGARD OLMAK, NEREYE KADAR?
RAHMİ ÖĞDÜL
10 Mayıs 2012
Bir zamanlar avangardlara atfedilen yıkıcı eylemlerin artık yıkıcılığını yitirip sistem içinde soğrulduğunu görüyoruz çoktan beri. En radikal eylem olan yıkıcılığı sistem çoktan kendi yararına yaratıcı bir eyleme dönüştürmüştür bile. Medyada sık sık karşımıza çıkan köhnemiş modern yapıların dinamitle çökertildiği sahneler sistemin vazgeçilmez gösterisini oluşturuyor. Yıkan ve yaratan bir iktidarın düzenlediği sahneler karşısında mistik bir kendinden geçmenin yarattığı tutulmayı yaşıyoruz hepimiz. İktidardan daha avangardı var mı diye sorası geliyor insanın.
Charles Jenks, modern mimarlığın ölümünü böyle bir yıkım sahnesiyle ilişkilendiriyordu: "Modern Mimarlık, ünlü Pruitt Igoe projesine [toplu konutlarına], dinamitle son darbenin indirildiği 15 Temmuz 1972 günü, saat 15:32'de St. Louis, Missouri'de öldü." Yıkım sadece postmodern dönemi tanımlamıyor, modernliğin tümünde yıkımın aktif rol oynadığını, mekânların, kimliklerin, toplulukların sürekli yıkılarak yeniden kurulduklarını biliyoruz, kendimizi fırtınanın gözüne yerleştirdiğimiz bir kasırga çağında yaşıyoruz aslında. Marshal Berman modern olmayı şöyle tanımlıyordu: “Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanağı vaat eden, ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi.” Günümüzde kullanıldığı anlamıyla “moderniste” sözcüğünü ilk kez kullanan Jean-Jacques Rousseau, 1761 yılında yayınladığı Yeni Heloise adlı romanında ortaya çıkmakta olan modern durumu nasıl deneyimlendiğini ne de güzel anlatmış: “Gözüme batan heyulalar görüyorum yalnızca, ama tutunmaya çalıştığım an yok oluyorlar.” İnsanı içine çeken bu heyecanlı, çarpıntılı hayat karşısında sarhoş olduğunu hisseder Rousseau’nun kahramanı. Gözlerinin önünden geçen çok sayıda nesne başını döndürür ve ne olduğunu, neye ait olduğunu unutur. Yıkım kapitalizmin köklerinde var, kendini sürekli yıkım üzerine kuran bir iktidar karşısındayız.
Bakunin, ‘Almanya’da Gericilik’ başlığını taşıyan, 1842 tarihli denemesini “haydi tüm yaşamın erişilmez ve sonsuz yaratıcı kaynağı olduğu için yıkan ve imha eden içgüdüye güvenelim. Yıkma güdüsü, aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür” diye bitiriyordu. Toplumun en alt katmanları olan yoksulların devrimci yeteneklerine bağladığı umuda yaslanarak sonunda insanın özgürleşeceği bir devrim çağrısı yapar bu denemede. Ancak Bakunin’in durmadan alıntılanan ve bağlamından kopartılarak içi boşaltılıp sloganlaştırılan, dolayısıyla deneyimden de koparılan “Yıkma güdüsü, aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür” sözü, kapitalizmin zaten çoktan beridir bir enerji kaynağı olarak kullandığı, kendisini yasladığı yıkımla örtüşür hale geliyor. Sistem yıkımlardan yarar sağlayarak ayakta kalmaktadır. Giriştiği kentsel dönüşüm projelerinde, bölgesel savaşlarda yıkımın yaratıcı bir içgüdü olduğunu söyleyecektir iktidar bize. Van örneğinde olduğu gibi doğal yıkımlar bile sistemin yıkım içgüdüsünün nasıl da yaratıcı ve kâr getirici bir olaya dönüştüğünü gösteriyor.
Peki, en baba avangardın iktidar olduğu bir çağda hala, kendini sisteme karşı konumlayan bir avangard olmak, yıkıcı sanat yapmak mümkün mü? Yıkımdan durmadan enerji sağlayan bir iktidar karşısında yıkım nasıl başka bir dünyaya yönelik yaratıcı bir eylem olabilir? Bunlar yanıt bekleyen sorular. Umberto Eco’nun Açık Yapıt adlı kitabına dip not olarak düştüğü sözlerini ana metine taşıyarak bugün sanatçıların durumuna bakalım: “Bugün belki de avangard olmak bir geleneğe bağlı olmanın tek yoludur. Bu durum sanatsal başkaldırıların yeni kapitalist yorumu olarak kuşkular barındıran, içinde bulunduğumuz durumun ta kendisidir. Sanatçı piyasa koşulları öyle gerektirdiği için başkaldırmaktadır ve başkaldırısının gerçek bir değeri yoktur, çünkü uzlaşmanın getirdiği bir düzen içinde hareket etmektedir.”
Piyasa koşulları öyle gerektirdiği için avangard olmak, yıkıcı sanat yapmak durumunda kalıyor sanatçılar. Yıkımı besleyen bir dönemde yıkıcı sanat yapmak iktidarın dümen suyundan gitmekle eş anlamlı hale geliyor. Yıkalım, daha fazla yıkalım, ama nereye kadar?
Eco, var olan düzene meydan okuyan ve onu sorgulayan özel bir sistemin iletişim formlarını benimsemenin ve kitle iletişim araçlarını eleştirel bir biçimde kullanmanın bir başka yol olduğunu hatırlatıyor bize. Mevcut sistem içinde yaratıcı eylemlerle kendimizi alanlar yaratmanın, kendi mekânlarımızı kurmanın yıkıcı değil, kurucu özelliğine dikkat çekiyor. Kurum içinde alternatif kurumlar yaratarak belki de; üniversite öğrencilerinin üniversite mekânının çatı aralarını ele geçirdiklerini ve burada kendi alternatif eğitim alanlarını kurduklarını duyuyorum. Üstelik temellerini yıkarak değil, yeni bir formun ortaya çıkacağı çatıdan başlayarak.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder