23 Ekim 2009 Cuma

HAYAT PERSPEKTİFE SIĞMIYOR


RAHMİ ÖĞDÜL

22.Ekim.2009

Albert Dürer’in perspektif tekniğine dair meşhur gravürünü hatırlayalım. Ressam, resmini yapacağı objesine bir ızgaranın gerisinden bakıyor ve ızgaranın geometrik parçalara ayırdığı objesinin bedenini parça parça kâğıt üzerine aktarıyor. Sabit bir yerde, kımıldamadan duran ressam sadece tek gözüyle gördüğü, yine sabit olan objesini, geometrinin kurallarına göre kâğıt üzerinde tasvir ediyor ve ortaya çıkan resim, gerçeği olduğu gibi temsil etme iddiasını taşıyor. Gerçekten de gerçeği temsil ediyor mu?

Perspektif tekniğinin ilk önce bir tiyatro tekniği olarak ortaya çıktığını söylüyor Pavel Florenski (Tersten Perspektif, Metis Yayınları). Sahnede dekorunda derinlik ve genişlik yanılsaması yaratmak üzere sahne tasarımcısının resmi kendi amaçları doğrultusunda kullandığını belirtiyor. Sahne tasarımındaki amaç, gerçeğin bir yanılsamasını üretmek. Dekorasyon doğası gereği tam da böyle bir yanılsama üretiyor. Tiyatrodaki sıralara, tıpkı Platon’un cehennemindeki mahkûmlar gibi zincirlenmiş olan izleyiciler gerçeklikle doğrudan ve canlı bir ilişki kuramıyorlar haliyle. Tek gözlü, devinimsiz, kötürüm yaratıklar gibi oldukları yere mıhlanmışlar.

İşte bu yüzden perspektifin bize sunduğu şey, dünyanın teatral bir temsilidir; Florenski’ye göre gerçeklik duygusunu ve sorumluluk bilincini yitirmiş bir dünya görüşünün kaynağıdır bu; böyle bir dünya görüşü açısından hayat artık eylemlerden değil, sadece bir gösteriden müteşekkildir.

Oysa gerçek kendisini bize doğrusal bir perspektifle açık etmiyor; gerçeğin sonsuz yüzü var ve bu yüzleri görebilmek için sürekli hareket etmemiz, hayatın akışına katılmamız gerekiyor. Bir yere kendimizi sabitlediğimiz an, hayatı sadece bir gösteri olarak seyredebiliyoruz ancak. Hayatın, doğanın, nesnelerin, insanların, metinlerin arasında hareket ettikçe gerçeğin bilgisine daha da yaklaştığımızı hissediyoruz; tabi mutlak bir gerçek bilgisine ne yazık ki ulaşmak mümkün değil; gerçek hep eksik kalan bir şey, tam kavradığımızı düşündüğümüz an elimizden kaçan bir şey olarak önümüzde uzanıyor.

Ressamın gerçekliği bir ızgaranın içine, geometrik bir plan üzerine sıkıştırılması, pozitivist bilimin doğal dünyayı Kartezyen koordinatlara yerleştirmesini andırıyor. Doğadaki tüm değişimleri koordinatlar üzerinde yapılan matematiksel işlemlere indirgeyen modern bilimsel anlayış, önceden tahmin etme ve kontrol altına alma yetisine sahip olduğu kanısına varıyor. Modern kentlerdeki ızgara örüntüsüne dayalı kent planları da yine kent hayatına, insan yaşamına dair öngörülerde bulunmak ve hayatı bir bütün olarak kontrol etmek üzere tasarlanmış bir koordinat sistemi olarak yeryüzüne seriliyor. Kent insanlarının bir satranç tahtasındaki taşlar gibi kolaylıkla manipüle edileceği düşünülüyor.

İktidar kendi tasarladığı perspektiften gösteriyor bize her şeyi ve yeryüzüne serdiği koordinatlar sistemiyle hayatı manipüle edebileceği yanılsamasına kapılıyor. İktidarın bize sunduğu perspektife eğilerek baktığımızda aslında ölümü görüyoruz. Holbein’in Elçiler adlı tablosunda anamorfik bir teknikle yerleştirdiği, ancak doğrusal olmayan bir bakış açısıyla görebildiğimiz kuru kafa imgesi, iktidarın görmek ve göstermek istediği perspektifin boşunalığını gözler önüne seriyor. Sabit bir bakışla yapılan bir dünya tasviri ancak bir ölü doğaya (natürmort) dönüşüyor. Oysa hayat perspektife sığmayacak denli delicesine akıyor.

1 yorum: