17 Ocak 2013 Perşembe

TAŞA SAPLI SÖZ



RAHMİ ÖĞDÜL

17.01.2013

Simgelerin herkes için tek ve sabit bir anlam taşıdığı dönemleri çoktan geride bıraktık. 17. yüzyıl barok sanatının tavan resimlerine baktığımızda mitolojik simgelerin iktidar figürleri lehine alegorik olarak kullanıldığını görüyoruz. Alegori mitin tam karşıtıdır. Simgenin taşıdığı kapalı, tutarlı anlamları bozarak, bakan kişiye göre değişen bir anlam çokluğu yaratır. Merkezi bir anlam etrafında düşünceyi örgütleme çabasının ürünleri olan simgeler, günümüzde de durmadan bakan kişiye göre biçim ve anlam değiştiriyor. Sanatçı Ceylan Öztürk “Görme Bozukluğu” isimli işinde sembollerin nasıl da durmadan anlam değiştirdiğini gösteriyor bize. Üstelik bir simge tam karşıtına dönüşebiliyor. Göz doktorlarının muayenehanelerinde duvarda asılı duran, görme bozukluğunu tespit etmekte kullandıkları levhanın bir benzerini üretmiş sanatçı. Bu levhada barış simgesi, sonunda savaşı simgeleyen bir füzeye dönüşüyor. Boşuna gözünüzün ayarıyla oynamayın. Görme bozukluğunun artık tüm topluma yayıldığı, tek bir anlam doğrultusunda bir topluluk oluşturmak üzere tasarlanmış simgelerin durmadan biçim değiştirerek anlamlarını çoğalttığı ve topluluk olmanın neredeyse imkânsızlaştığı bir çağda yaşıyoruz.

BİR LABİRENTİN İÇİNE HAPSOLMAK

Simgeler üzerinden ortak bir şeyler paylaşan bireyler, simgelerin parçalanmasıyla birlikte anlamların dallanıp budaklandığı bir labirentin içinde buldular kendilerini. Sosyal medyanın kanallları bu labirentten çıkmanın yollarını arayan bireylerin çığlıklarıyla dolup taşıyor. Sözün gücüne inansalar da bir türlü söze dönüşemeyen, çığlıktan öteye geçemeyen sesler çıkarabiliyorlar sadece. Labirentin kıvrımlarında kaybolan, yolunu bulmaya çalışan bireylerin söz söylebilmeleri için karşılaşmaları gerekiyor önce. Hayatın içinde birbirleriyle etkileşime geçerek üretecekleri düşünceler söze dönüşebilir ancak.

Önce söz vardı diyor kutsal kitaplar. Tanrısal söze değil, fazlasıyla insani bir söze ihtiyacımız var. Anlaşabilmek, birlikte labirentten bir çıkış yolu bulabilmek için önce söze ihtiyacımız olduğunu hissedebiliyoruz. Sanatçı Ceylan Öztürk, Tophane’deki Daire Sanat’ta yer alan “Gördüm” başlığını taşıyan sergisindeki bir diğer işinde sözü taşa saplamış. “Excalibur” adını taşıyan işinde efsanevi Britanya kralı Arthur’un taşa saplı kudretli kılıcına gönderme yapıyor. Robert de Boron’un Merlin adlı şiirinde “Sword in the Stone” (Taştaki Kılıç) olarak geçen bu kudretli kılıcı saplandığı taştan çekip çıkaran Kral Arthur erkini yeniden kazanır. Labirentin kıvrımlarında kaybolmuş bireylerin yollarını bulmaları ve yeniden erklenmeleri, taşa saplı sözü, saplandığı yerden çekip çıkarmalarına bağlı.

UZUN BİR KİTABIN SAYFALARINA SAPLANIYORUZ

Söz, kolektif bilincin ürettiği kitaplarda, taş yazıtlarda saplı olarak duruyor. Sanatçı serginin kavramını da uzun bir kitabın sayfalarına saplamış, tıpkı Arthur’un kılıcı gibi: “Praksis kuram ve eylemin bir bütünüdür. Praksis amaç ile sonucun bir arada hareket etmesidir. Praksis düşünce ile hareketin bütünlüğüdür. Praksis kuram ve eylemin ayrılığı değil, birlikteliğinin hareketidir. Praksis farkında olunanın değiştirilmesidir.” Labirentin farkına varmak, karşılaşmalar ve eylemlerle bize dayatılan labirenti yıkmak ve yeniden insanca bir düzen kurmak, sözün hayatın içinde yolculuğuna bağlı. Sözleri saplandıkları yerden çıkarıp, hayatın içinde hep birlikte yeniden yoğururken, söz ile gerçek arasındaki yarılmanın iptal edileceğini Marx’ın meşhur sözü hatırlatıyor bize: "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir."

Not: Ceylan Öztürk’ün “Gördüm” başlığını taşıyan sergisi Tophane’deki Daire Sanat’ta görülebilir.

10 Ocak 2013 Perşembe

KÖPEĞİN SALYASINI RESMETMEK

RAHMİ ÖĞDÜL

10.01.2013

Her seferinde bir ayaklanmaya ya da istilaya hazırlanır gibi hazırlanıyor otoriteler: Kente kar yağacak. Kent, dışarıdan dayatılan, zorlama bir düzenin sürdürüldüğü alan; Babanın yasasının geçerli olduğu logosun alanı. Doğa dipsiz bir mağara gibi içinde barındırdığı kaotik kuvvetleri kente boca etmek üzere kuytuda bekliyor. Zorlama düzeni, Babanın yasasını alt üst ederek kent yaşamını kaosa sürükleyecek…


Karanlık ve dipsiz mağarayı terk edip logosun alanına geçeli çok oldu. Ama tüm sınırları ihlal eden, formları bozan doğa hâlâ orada ve içimizde bir yerlerde bir pundunu kolluyor. Platon’un mağara meselindeki gibi yanılsamalar dünyası olarak düşündüğümüz karanlık mağaranın dışına çıkınca aklın kör edici ışığıyla formların sonsuz, yüce ve bozulmayan dünyasına adım attık. Mutlak formlar dünyası kurduk kendimize. Dölyatağını andıran mağaradan çıkış yeniden doğum gibiydi bizim için. Logosa doğru yapacağımız büyük yolculuğun başlangıcı. Oluşun, değişimin dişil dünyasından sabit formların eril dünyasına geçiverdik birden. Ayrıldığımız dipsiz kuyuyu, yeryüzünü, dişiliğe ait bir alan olarak aşağıladık durmadan. Ve tüm dişiliğiyle doğa eril akıl düzenini, formlar dünyasını, zorlama düzeni tehdit ediyor. Kar yağıyor dışarıda. Kaosun sessizce biçimlendirdiği kar taneleri düşüyor yere.

İ.Ö. dördüncü yüzyılda yaşamış Sinoplu Diogenes de bir doğal felaket gibi davranıyordu Atina’nın agorasında. Kentin kurmaca ahlakına, gelenek göreneklerine, formlar dünyasına aykırı davranırken doğal olduğunu iddia ettiği bir eylemi gerekleştirerek, kamusal alanda tüm dikkatleri üzerine çekiyordu. Dikkat çekmezlik ilkesini bozarak kendi sözünü söyleyeceğini biliyordu çünkü. Önce agorada, kişinin hayatını nasıl yaşaması gerektiğine dair nutuk atmaya çalışmış, kimse dinlemeyince ıslık çalmaya başlamıştı. Bunun üzerine etrafında toplanan insanları, felsefi öğüde ilgi göstermezken, ıslık çalan birinin anlamsız gürültüsüne ilgi gösterdikleri için azarlamıştı. Gelenek göreneklere hiç aldırmayan bu adamı Atinalılar bir baş belası olarak görse de doğrudan eylemleriyle kendi yaşam felsefesini teşhir etmekten hiç vazgeçmedi. Zaman zaman agorada, herkesin ortasında mastürbasyon yapıyordu. Atinalıların eleştirisine, “keşke insan açlığını da göbeğini ovarak bu kadar kolay giderebilseydi” yanıtını verdiği biliniyor. Kendi kendine yeterlilik felsefesini, bir doğal felaket gibi algılanan doğrudan eylemleriyle yayıyordu. Diogenes’in müritleri, Kinikler, adlarını köpekten aldılar. Köpek gibi katıksız bir utanmazlık hali, insan olarak iyi bir hayat yaşamanın ayırt edici özelliği olan kendine yeterliliğe giden yegâne doğru yoldu Kinikler için.

Doğaya uygun, doğal bir felaket gibi yaşamak toplumun ritüelleşmiş davranış formlarını bozuyor; antik dönemde bir köpeğin ağzından çıkan köpüklerin görüntüsünü yapıtına bir türlü yansıtmayı beceremeyen sanatçı da bir doğal felaket gibi davranmayı yeğlemişti sonunda. Bir türlü istediği formu veremediği, temsil etmeyi beceremediği bu biçimsiz sıvıyı, resmine bir sünger fırlatarak elde etmişti. Köğeğin salyası ve Diogenes’in bedeninden agoraya yayılan sıvılar; bir türlü forma sokmayı becemediğimiz doğanın akışkan, iğrenç sıvıları. Kristeva’nın iğrenç (abjection) olana atfettiği özellikler geliyor aklıma: iğrenç sınırda olan ve sınırlara saygı göstermeyendir. Ne o, ne budur. Karar verilemez olandır; kimliği tehdit eder, ne iyi ne de kötüdür, ne özne ne de nesnedir.

Doğanın bedeninden sızan iğrenç akıntılar, kent ile doğa, akıl ile beden, özne ile nesne, içerisi ile dışarısı arasında çizdiğimiz sabit sınırları, zorlama düzenleri, Babanın yasasını tehdit ediyor her seferinde. Bütünlüklü, hijyenik olarak tahayyül ettiğimiz temiz bedenlerimizin bu akıntılarla, sızıntılarla tehdit edildiğini, inşa ettiğimiz simgesel düzenlerin, formların, anlamların çökertildiğini görüyoruz. Dışarıda kar yağıyor ve logosun dünyasında çocuksu bir sevinçle, birbirine hiç benzemeyen kar tanelerinden eril düzenin formlarını üretmeye çalışıyor, kardan adamlar yapabiliyoruz hâlâ.



3 Ocak 2013 Perşembe

VE İKTİDAR GENÇLİĞİ YARATTI


RAHMİ ÖĞDÜL

03.01.2013

İktidar zihninde tasarladığı ve yaratmaya koyulduğu gençliği açıkladı geçen hafta. Eğitimde yaptığı düzenlemelerle böyle bir gençlik yaratmaya çalıştığını zaten biliyorduk, şimdi daha cüretli söylüyor bunu. İmanlı (yani, imam hatipli), elinde bilgisayarlı bir gençlik tanımını, özellikle ODTÜlü öğrencilerin alternatifi olarak sunuyor. Kendisini kutsala yaslayarak sorgulanamaz, eleştirilemez bir etkinlik alanı açmaya koyulan iktidarın kendi imgesine göre ve bu imgenin bir entegre devresi gibi tasarladığı bir gençlik. İktidarın komutlarına sorgusuz sualsiz boyun eğen, teknoloji tanrısına koşulsuz teslim olmuş bir gençlik. Öte yandan, düşünen, eleştiren, yeri geldiğinde protesto eden ve dolayısıyla iktidara entegre olmak istemeyen gençliği ise bir kargaşa, kaos kaynağı olarak görmesi bizi şaşırtmıyor. Faşizmlerin olmazsa olmaz düşüncesi.  Böyle bir gençlik imgesini tasarlamamış olsaydı çok şaşırırdık doğrusu.
İlk sayısı 7 Mayıs 1848’de yayınlanan ve Nazi Almanya’sında da yayımlanmayı sürdüren Kladderadatsch adlı bir mizah dergisinde 1933 yılında bir karikatür yayımlandı; bu karikatür tüm zamanlarda iktidar ile gençlik, iktidar ile kitle arasındaki ilişkiyi açıkça gösteriyor bize, aynı zamanda faşizmin hayata ve sanata bakışını da. Hitler, fizyonomisinden bir yahudi olduğu belli olan bir heykeltıraşın atölyesini ziyaret eder. Heykeltıraşın önünde birbirleriyle çatışan, kargaşa halindeki figürlerin betimlendiği kilden bir heykel taslağı durmaktadır. Kargaşa halindeki kilden kitleyi yumruğuyla ezen Hitler, kendi elleriyle tek bir beden halinde yeniden biçimlendirir bu kitleyi. Ya da bu sahneyi günümüze aktarırsak, iktidar bir üniversiteyi ziyaret eder, üniversite hocalarının tek bir beden halinde biçimlendirmeyi beceremediği, kargaşa halindeki öğrenci kitlesini ezer ve çok geçmeden kendi gençlik imgesinin tanımını verir bize.

Hiç metafora başvurmadan karikatürü düz okuduğumuzda da sanatçılara ve sanat yapıtlarına verdiği tepkinin Hitler’in estetik anlayışını aratmadığını görüyoruz. Ucubelikle suçladığı yapıtları yumruğuyla eziveriyor hemen ve ardından bir heykeltıraş edasıyla kollarını sıvayıp, kendi sistemine uygun entegre devreler, modüller üretmeye koyuluyor.  Yüzeyi molozlarla örtülmüş belleğimizi biraz eşelersek, yakın tarihimizde de bu tür örtüşmelerin çok olduğu göreceğiz hemen. Ama hayatın, iktidarın imgelemine göre devinmediğini de biliyoruz.
İktidar mutlak düzeni temsil eden yapılar kurmak istiyor her yerde. Kaos olarak gördüğü toplumsal çeşitliği, çokluğu bir kozmokratör (düzen yaratıcı) olarak fethetmeye girişiyor durmadan. Fetihler çağında yeryüzünü fethetmeye, zenginliklerini yağmalamaya kalkışan fatihler, fethettikleri topraklarda mutlak kaosun, kargaşanın, kötülüğün hüküm sürdüğünü düşünerek, kendilerine düzen getirici, yaratıcı sıfatını uygun görmüşlerdi. İktidarın bakışına göre, fethedemediği her yer birer kargaşa, kaos kaynağı. Derhal kurutulması gereken ve tepede hazırlanan bir plana göre yeniden inşa edilmesi gereken bataklıklar.

Kadim zamanlarda da yeryüzünde kurulan tapınakların, kentlerin, yapıların mutlaka göksel bir karşılığı vardı. Mircea Eliade’nin ‘merkez simgeciliği’ adını verdiği bu kadim anlayış göksel kozmosu, kozmogonik (evren yaratma) ritüellerle yeryüzünde kurmaya çalışıyordu. Kaosun hüküm sürdüğü topraklara, tepelerde hazırlanan bir plana göre düzen getirmeye çabaladığını görüyoruz bugünde iktidarın. Kolluk kuvvetlerinin, planlamacıların artık kanıksadığımız evren yaratma ritüelleriyle kozmos yaratılmak isteniyor. Kaosun içinde kozmos, yani düzen yarattıktan sonra kozmogonik mitlerin bir sonraki aşaması insan yaratmadır. İktidar bir heykeltıraş edasıyla çoktan kollarını sıvamış ve kendi imgelemindeki gençliği biçimlendirmeye başlamıştır bile: Ve iktidar insanı yarattı!

27 Aralık 2012 Perşembe

BİR SERGİDEN TABLOLAR


RAHMİ ÖĞDÜL
 
27.12.2012
 
Hayır, Musorgski’nin yapıtından değil, diktatöryal bir küratörden söz edeceğim bu yazıda. Yeryüzünü yaldızlı çerçevelerle çevrili tabloların sergilendiği bir galeri gibi görmek isteyen iktidarın bakışından. Kendi durduğu sabit noktadan, perspektif kurallarına göre mekânı ve figürleri hiyerarşikleştirerek çizdirdiği, her biri birer ana konu etrafında örgütlenmiş tablolar şeklinde düzenlemeye kalkışıyor yeryüzünü bu küratör. Kendi konuları etrafında yoğunlaşmış figürlerin, başka tablolardaki konulara karışmaması için kalın çerçevelerle ve aralarındaki boşluklarla birbirinden ayrı düşürüldüğü etkinlik alanları. Tablolar, duvara asılmış birer zihinsel hapishane gibi duruyorlar.
 
ODTÜ’de öğrencilerin polis şiddetine maruz kalmasına karşı çıkan öğretim üyelerine efelenmesinden anlıyoruz bunu. Üniversiteler sadece kendi işleriyle uğraşan, başka hiçbir işe bulaşmayan figürlerden oluşmuş birer tablo gibi durmalı iktidarın duvarında. Herkesin sadece kendi işine odaklandığı ve başka hiçbir işe karışmadığı, dingin ve pastoral tablolar cenneti. Panoptikon kulesinden seyretmeye doyamayacağı bir görünüm. Bir de bu tablolar ortaçağların sembolik peyzajlarına göre tasarlanırsa, manzaranın tadına doyum olmaz. Sorgulanmaz bir kutsalın hep ana konu olarak zuhur ettiği, her türlü figür ve nesnenin ise ancak kutsalla ilişki halinde sembolik olarak okunabileceği bir yeryüzü cenneti, iktidar açısından.
FİGÜRLER HİYERARŞİYİ BOZUYOR
Birden tabloların birinde bu dinginliği bozan bir şeyler olmaya başlıyor. Perspektif kurallarına göre hiyerarşik şekilde düzenlenmiş figürler hiyerarşiyi bozuyor, tablonun tümünü ele geçirip çerçeveyi zorlamaya, başka tablolara sızmaya kalkışıyorlar. Olacak şey değil! Panoptikon kulesinde oturan iktidar ancak yeryüzüne bir bütün olarak müdahale edebilir, her şeye dair söyleyecek sözü, yeryüzünü tablolar halinde düzenleyecek gücü vardır. Tablolarda lekeler halinde zuhur eden silik figürlerin, her şeye dair söz söylemeye, başka tablolardaki silik figürlerle, konularla kaynaşmaya kalkışmaları olacak şey değil doğrusu. Yapılacak tek şey bu kalkışmayı derhal bastırmak ve kırılan çerçeveyi yeniden onarıp tüm figürleri silik lekeler halinde ait oldukları tablolara yerleştirmektir. Çerçeveyi olabildiğince kalınlaştıran iktidar, figürlerin yeryüzünün başka türlü olabileceğine, yeniden “insanca, pek insanca” örgütlenebilecek bir dışarısı olduğuna dair umutlarını da kapatmak istiyor.
ÇERÇEVELER DAYATILIYOR
Tabloların ana konusunu, problemini iktidar-küratör belirliyor. Tablolardaki figürlerin sadece kendilerine verilen problemi çözmelerini, kendilerine ayrılan kumu eşelemelerini istiyor. Problemin yukarıdan belirlenmesi, ister istemez bir çerçeve dayatıyor zaten figürlere; problemi tanımlarken çizilen çerçevenin içinde tıkılı kalıyor silik figürler. Kendilerine dayatılan çerçevenin dışına çıkıp, kendi problemlerini inşa etmeye, ayrı düşmüş konular arasında bağlantılar kurarak kendilerini yaşamın tam ortasına yerleştirmeye çalışan figürlerin lekelikten kurtulduklarını görüyoruz. Göz alıcı renklerle yeniden görünür hale gelen figürler tablonun tamamını kaplamaya başlıyor, tıpkı Resul Aytemür’ün resimlerinde olduğu gibi.
 
Kamusal alanları, meydanları dolduran kalabalıkları tuvaline aktarıyor sanatçı. Kalabalıklar, akışkan bir boya katmanı gibi her an başka tablolara karışacakmış gibi duruyor resimlerinde. Basın bülteninde yazdığı gibi, “Sanatçının resminde boyanın hamursu dokusu, burada resmin can damarı ve vazgeçilmez özelliği olarak yaşama gönderme yapar ve onun aktif akışkanlığını resimsel ifadeye aktarır.” Etkin ve akışkan bir yaşamın tam ortasına yerleşmiş figürler, figüranlığı terk edip etkin bireylere, aktörlere dönüştükçe, akışkan bir boya katmanı gibi her yere bulaşacaklardır. Küratörün özenle tasarladığı serginin de çöküşüne tanık olacağız böylelikle.
Not: Resul Aytemür’ün “Kargaşa II” resim sergisi, Ankara Portart Sanat Galerisi’nde 5 Ocak -3 Şubat tarihleri arasında ziyaret edilebilir.

20 Aralık 2012 Perşembe

TOPHANE'DEKİ İPEK YOLU VE ÇÜRÜYEN ELMALAR

RAHMİ ÖĞDÜL

20.12.2012

Anadolu’dan çıkıp, 40. enlem boyunca hiç sapmadan doğuya doğru giderseniz, Çin’in batı sınırındaki Dun Huang’a varırsınız. Dun Huang ya da Türkilerin söylediği şekliyle Dukhan, tarihi ipek yolu üzerindeki önemli bir konaklama ve ticaret merkezi. Bir ucunda Anadolu’nun, diğer ucunda Çin’in bulunduğu İpek Yolu’nda yüzyıllardır mekik dokur gibi gidip gelen farklı kültürlerin, kültürel formların kesiştiği, buluştuğu bir düğüm noktası aynı zamanda. Dun Huang bölgesi insan eliyle kumtaşına oyulmuş mağaralarıyla ve bu mağaralarda gelişen Budist kültürün ürünleriyle dünyanın kültür merkezlerinden biri. Dun Huang’a ulaşmanın şimdi daha kolay yolu var; hem buradaki Budist kültür ile tanışmak hem de kültürel formların kapalı kutular olmadıkları, aksine birbirleriyle etkileşerek sürekli evrim geçirdiklerine tanık olmak için Tophane’deki MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’ne gelmeniz yeterli.


Sergi, “Dun Huang’ın Renkleri, İpek Yolu’na Açılan Büyülü Kapı” başlığını taşıyor. M.Ö. 2. yüzyıl – M.S. 10. yüzyıl arasında Çin’in Batı’ya açılan tek kapısı olan Dun Huang bölgesinde kumtaşına oyulmuş, tapınak, kütüphane gibi işlevleri olan 812 mağara bulunuyor. Zanaatçı ve sanatçı loncaları üyeleri tarafından özenle işlenmiş mağaraların içleri, Helen, Hint, Orta Asya gibi farklı üslupların etkisiyle biçimlenmiş Budist mimari ve sanatı gözler önüne seriyor. Sergi mekânının içinde yeniden kurulan bu tapınak mağaralarda Budist mimari ve sanatı en ince ayrıntısına dek görmeniz mümkün. Bir heykelin ya da duvar resimlerinin yapımında kullanılan malzemeleri, yapım aşamalarını adım adım izleyebiliyorsunuz.

Çölün ortasında kurulmuş bu vahayı çevreleyen dağlardan birinin adı Mingsha Shan; anlamı Yankılanan Kumlar Dağı. Kumulları süpüren rüzgârların çıkardığı sesler, Çin’in yerel müzik aletlerinin seslerine karışmış, bu sesleri de işitebilirsiniz sergide. Yüzlerce yıldır İpek Yolu’nda kültürleri birbirine taşıyan, kültürler arası yolculuğa çıkan deve kervanlarının sesleri sinmiş kum tepelerinin arasına. Sergide yer alan, M.S. 618-907 tarihleri arasında yapılan bir yer karosunda Orta Asya’dan gelen bir İskit, mallarla yüklü devesinin önünde elinde asasıyla yürürken tasvir edilmiş. Kültürlerin kapalı kutular olmadıklarını, aksine birbirlerinden devşirdikleri öğelerle, İpek Yolu tezgâhında ipek gibi durmadan dokunduklarını gösteriyor bize bu sergi. Başka kültürlerin izlerini taşıyor her şey, okumasını bilen gözler için. Paracelsus, De natura rerum (Şeylerin Doğası üzerine) başlıklı yapıtında herşeyin, kendi görünmez niteliklerini görünür kılan ve ortaya çıkaran bir işaret taşıdığını yazmıştı. Kültürel öğeler de yeryüzündeki yolculukları sırasında doğanın ve toplumların izleriyle işaretleniyorlar durmadan.

Mağara duvarlarına yapılan resimler zamanın silici etkisine maruz kalmış; doğanın kuvvetlerini de bağrında taşıyan zaman, resimlerin yapıldığı doğal boya malzemelerini oksitleyerek renklerini soluklaştırmış; işin içine süreçselliği sokarak insan eliyle yapılmış olana kendi müdahalesini gerçekleştiriyor. Tophane-i Amire’den çıkıp, Pi Artworks’un Tophane’deki galerisine uğradığımda bir başka sanatçının yapıtını doğanın biçimlendirici ellerine bıraktığını görüyorum. Nezaket Ekici’nin “Imagine” başlıklı projesinin bir parçasını içeriyor bu mekân. Bir platform üzerine serili ve tavana iplerle asılı kırmızı elmaların kokusu kaplamış galeriyi. Sanatçının eliyle düzenlenmiş doğal nesneler zamanın insafına terk edilmiş; çürüyen elmaların hoş kokusu, kum tepelerinin müziğiyle karışıyor zihnimde. Doğal ve toplumsal kuvvetlerle formlar sürekli biçim değiştirirken, geçmişe ait, kayıp gitmiş bir imgenin kupkuru bir kabuk gibi havada asılı kaldığını düşünüyorum.

Bölgede bulunan farklı üslupların dışarıdan gelen etkilerle yeniden dokunduğu, yeni üslupların, formların ortaya çıktığı bir pota olarak duruyor Dun Huang. Kültür denilen şeyin çevresel kuvvetlerle birlikte şekillendiğini gösteriyor bize. Yılanın kabuk değiştirmesi gibi kültürler de durmadan kabuk değiştirerek başka formlara evriliyor. Ama yılanın kıvrılarak sürekli başka formlara büründüğünü göremeyenler, arkasında bıraktığı ölü deriye, boş kabuğa kültür diye sarılıyorlar hâlâ.

Not: MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’ndeki “Dun Huang’ın Renkleri” sergisi 7 Ocak 2013’e, Nezaket Ekici’nin “Imagine” başlıklı projesi Pi Artworks’un Galatasaray ve Tophane’deki galerilerinde 29 Aralık 2012’e kadar izlenebilir.



14 Aralık 2012 Cuma

DOLAP RİTÜELLERİ VE OYUNLAR

RAHMİ ÖĞDÜL

13.12.2012


Her şey yerli yerinde olmalı. Ait oldukları dolaplara, ait oldukları raflara, kartoteks kurallarına göre yerleştirilmeli her şey. Ortalıkta başıboş dolaşan şeyler kafa karıştırmaktan başka bir şeye yaramıyor. Üstelik farklı sınıflara ait bu şeyler birbirleriyle yan yana gelerek sonucunu kestiremediğimiz kolajlar yaratabilir, birbirlerini dölleyerek tüm sınıflandırmaları allak bullak eden melezlikler çıkabilir ortaya. Korkunç bir görüntü. Bildiğimiz tüm biçimleri ihlal eden, biçimsizliğin sınırında dolaşan bu görüntüye tahammül edemiyoruz.


Görünüşte aşırı titiz ve düzen takıntılı bir elin dokunduğunu hissediyoruz kente. Konut adı verilen ve kentteki dağınıklığı düzene sokmak için inşa edilmiş makro dolaplar boy gösteriyor her yerde. Bir an önce karışıklığı düzene sokmamız, toplumsal sınıfları ait oldukları dolaplara yerleştirmemiz gerekiyor. Yoksullar ait olmadıkları bir mekânı işgal etmemeli. Onlar için kentin arka odasına yerleştirdiğimiz dolapların rafları hazır bekliyor. Yoksullardan arındırılmış kent içi, manzaralı mekânlarda ise tasarım ürünü şık dolapların özenle döşenmiş rafları üst sınıfları bekliyor.

DOSYA DOLAPLARI
Mustafa Pancar’ın Tophane MARS’taki ‘temel-siz’ sergisi için hazırladığı ‘Kral İnşaat’ başlıklı yapıtı, konutların bir dosya dolabı gibi nasıl yapılandırıldığını açıkça gösteriyor. Devlet dairelerinde dosyaları tasnif etmek için kullanılan, bildiğimiz dolabı bir toplu konuta dönüştürmüş Mustafa Pancar. Kentin bilimsel sınıflandırma yöntemine göre yeniden tasnif edilmesini açık eden bir yapıt. Kenti devasa bir arşiv
odasına dönüştüren iktidarın hamlesini görünür kılması açısından çok anlamlı duruyor sergide. Sırtına yapıştırılan kodla her şey ait olduğu dolabın, ait olduğu rafına yerleştirilmeli.

İKTİDARIN KONUT-DOLAPLARI
Kent bir arşiv odası gibi yeniden yapılandırılırken, Taksim gibi tüm sınıflandırmaları ihlal eden, karşılaşmalara, olaylara gebe oyun alanlarımızın da yok edildiğini görüyoruz. Levi-Strauss’un ritüel ile oyun arasında kurduğu ilişkiyi yeniden düşünmek gerekiyor burada: “Ritüel olayları yapılara dönüştürürken, oyun yapıları olaylara dönüştürür.” Ritüel akışkan olan hayatı katılaştırıp, mitolojinin sonsuzluğunda dondurmaya çalışıyor. Oyun ise durmadan bu katılıkları, araya sokuşturduğu beklenmedik olaylarla tahrip ediyor. Beklenmedik karşılaşmalarla bir oyun alanı olarak zuhur eden kenti olaylarından arındırmaya ve katı yapılar halinde ritüelleştirmeye çalışıyor iktidar.

Oysa kentler, çok farklı öğelerin birbiriyle etkileşime girdiği olaylardan oluşuyor. Bu dinamik gücünü kent bireylerin farklı kimlikleri kadar, kimliklerin içinde gizil olarak varlıklarını sürdüren fark kümelerinden de alıyor. Birbirleriyle etkileşime giren farklı kimlikler, içlerinde barındırdıkları bu fark kümeleri sayesinde dönüşmüş olarak çıkabiliyorlar her etkileşimden.Her etkileşim bir olaya dönüşebiliyor. İşte bu yüzden iktidar olayları bertaraf etmek için konut-dolaplar, avm’ler gibi ritüel mekânlar kuruyor durmadan.

‘Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı’ (Metis) başlıklı kitabın yazarı Jane Jacobs, kentin bir ritüel değil de bir oyun alanı olarak kurulması gerektiğini vurguluyor örneğin. Devinim ve değişimden oluşan kent yaşamını bir dansa benzetiyor; ritüel olarak dansı kastetmiyor ama: “bu, herkesin aynı anda adımlarını yere vurduğu tekdüze, dakik bir dans değil; bilakis tek tek dansçıların birbirlerini teşvik edip desteklediği karmaşık, çetrefilli bir baledir. İyi bir kent kaldırım balesi kendisini tekrar etmez, kentin farklı kaldırımlarında daima yeni doğaçlamalarla sahnelenir.”

Ritüel gibi kendini yinelemeyen, her seferinde yeni doğaçlamalarla bir olay olarak sahneye konulan kaldırım balesinden, oyundan mahrum bırakmak için iktidar, kendi tasarladığı dolaplara, çekmecelere tıkmaya çalıyor bizleri.





6 Aralık 2012 Perşembe

DUYGULAR VE DÜŞÜNCELER


RAHMİ ÖĞDÜL
 
06.12.2012
 
Duygu ile düşünce arasında uçurum yaratan bir geleneğin içinde hareket ediyoruz, Batının rasyonel düşünme düzlemine eklendiğimizden beri bu daha da şiddetlendi. Sanki duygu ile düşünce arasında hiçbir bağlantı yokmuş gibi. Bir sanat yapıtını duygularımızla mı yoksa düşüncelerimizle mi izlememiz gerektiği konusunda sanat akımları arasında da çatışmalar olduğunu biliyoruz. Akıl ile beden arasında yarılmanın izlerini her yerde görmek mümkün. Her türlü estetik nesneyi dışlayarak işi tamamen düşünselliğe vardıran kavramsal sanat, sanatı akıl düzlemine çekerken, duygularından arınmış, bedensiz kafalar yaratmaya çalışıyor.
KEDERLİ, NEŞELİ DUYGULAR
Oysa varolmanın, fikirlere eşlik eden duygularla birlikte salınmak, bir yetkinlik derecesinden başka bir yetkinlik derecesine geçmek olduğunu söylediğinde Spinoza, bu akıl ve beden arasındaki uçurumu iptal ediyordu. Bir nesne ya da bir kişiyle karşılaştığımda, o nesne ya da kişiye dair taşıdığım fikre bağlı olarak bir uçta kederin diğer uçta neşenin yer aldığı bir çizgide salınıp duruyorum. Kimi şeylerin fikirleri bizde kederli kimileri ise neşeli dugular uyandırır. Deleuze fikirlere bağlı olarak bu duygusal değişimi “sürekli varyasyonun melodik çizgisi” olarak tanımlıyor. Gündelik hayatta karşılaşmalarımıza bağlı olarak kederli ve neşeli ezgiler arasında varyasyon yaşıyoruz aslında. Kendi deneyimlerimizden de biliyoruz, kederli duygular eyleme ya da varolma gücümüzü azaltırken, neşeli duygular varolma gücümüzde müthiş bir patlama yaratıyor. Ve varolmak demek, bu duygular arasında salınmaktan başka nedir ki? Varolma kudretindeki artışlar ve azalışlar; bir yetkinlik durumundan bir diğerine geçişler.
 
İktidarın, varyasyonun melodik çizgisi üzerinde yer alan neşe ve keder kutuplarından, kederi yeğlediğini söylüyor Spinoza. Tüm varolma kudretimizi çökertmek için kederli duygular üretecek fikirlere yaslanıyor iktidar. İşte bu yüzden despot ile rahip arasında derin bir bağ var. Her ikisi de tebaalarının kederine ihtiyaç duyuyor, varolma kudretlerini ellerinden alarak, kendilerini tamamen iktidarın kollarına teslim etmeleri için. Despot ve rahibin ya da din adamının tek bir bedende bütünleştiği günümüzün iktidarı, kederli karşılaşmaları çoğaltmak için yeniden tasarlıyor toplumu. Varolma gücünün tamamen yok olması demek olan ölüm üzerine düşünceler üretildiğini görüyoruz durmadan. Dünkü BirGün Gazetesi’nin arka sayfasında B12 vitamini eksikliğinin bizde depresyon yarattığına dair bir haber vardı. Asıl depresyon kaynağının iktidar olduğunu hep ıskalıyoruz halbuki. Her yere müdahale eden iktidar derin yaralar açıyor ruhumuzda, kederli varlıklara dönüyoruz. Kendi üzerlerine kapanmış kederli varlıklara.
 
Düşünce ile duygu arasında kurulan bu ilişkiyi göz önünde tuttuğumuzda, iktidarın tüm kederli müdahalelerine rağmen varolma kudretimizi artıran neşeli karşılaşmalar örgütlememizin zorunluluğunu sezebiliyoruz. Kederli duygularla kendi üzerlerine kapanan varlıklar, aralarında kurabilecekleri olası her türlü ortak kavrama, bağlantıya, zemine imkân tanımıyor.
Sanattaki düşünce ile duygu arasındaki çatışmayla başlamıştım söze, başa dönelim yeniden. Sevgili Sevinç Altan’ın tuvallerinin yer aldığı bir sergi hakkında yazdığım yazının, çok kavramsal olduğunu söyleyen ve işi hakarete vardıran bir eleştiri yer almıştı internetteki tartışma sitelerinin birinde. Yazıdan kendisinin de bir ressam olduğunu çıkardığım kişi, estetik bir nesneye bu denli kavramsal yaklaşmanın züppelik olduğunu söylüyordu. Sanat nesnesine her türlü duygusal ilişkiden arınarak zihinsel bir etkinlik olarak yaklaşmamızı talep eden kavramsal sanatın karşısında, işin içine düşünceyi sokmayan, duygusal ya da teknik tepkilerle sanata yaklaşmayı savunanların olması anlaşılır bir şey. Her ikisi de düşünce ve duygu, akıl ile beden arasında inşa edilen yarılmanın kutuplarından birine yaslıyor kendisini. Düşüncelerin ve duyguların birbirini beslediğini, düşünce ve duygu varyasyonunun melodik çizgisi üzerinde salınıp durduğumuzu söyleyen Spinoza için düşünce ile duygu arasında bir kutuplaşmanın olmadığını görüyoruz oysa. Sadece tek bir kutuplaşma var: keder ve neşe. Sanat nesnesiyle karşılaştığımızda kederli duygular üreten mevcut iktidara eklemlenmek yerine, varolma kudretimizi arttıran, aramızda ortak kavramlar üreterek yeryüzünün başka türlü de olabileceğini duyumsatan neşeli okumalar yapmak gerekiyor. Duyguyu iktidarın ödevlerini hatırlatan ahlak düşüncesinden kurtarıp, neşeli oluşların yaşandığı etiğin düzlemine bir çekebilsek!