17.01.2013
Simgelerin herkes için tek ve sabit bir anlam taşıdığı dönemleri çoktan geride bıraktık. 17. yüzyıl barok sanatının tavan resimlerine baktığımızda mitolojik simgelerin iktidar figürleri lehine alegorik olarak kullanıldığını görüyoruz. Alegori mitin tam karşıtıdır. Simgenin taşıdığı kapalı, tutarlı anlamları bozarak, bakan kişiye göre değişen bir anlam çokluğu yaratır. Merkezi bir anlam etrafında düşünceyi örgütleme çabasının ürünleri olan simgeler, günümüzde de durmadan bakan kişiye göre biçim ve anlam değiştiriyor. Sanatçı Ceylan Öztürk “Görme Bozukluğu” isimli işinde sembollerin nasıl da durmadan anlam değiştirdiğini gösteriyor bize. Üstelik bir simge tam karşıtına dönüşebiliyor. Göz doktorlarının muayenehanelerinde duvarda asılı duran, görme bozukluğunu tespit etmekte kullandıkları levhanın bir benzerini üretmiş sanatçı. Bu levhada barış simgesi, sonunda savaşı simgeleyen bir füzeye dönüşüyor. Boşuna gözünüzün ayarıyla oynamayın. Görme bozukluğunun artık tüm topluma yayıldığı, tek bir anlam doğrultusunda bir topluluk oluşturmak üzere tasarlanmış simgelerin durmadan biçim değiştirerek anlamlarını çoğalttığı ve topluluk olmanın neredeyse imkânsızlaştığı bir çağda yaşıyoruz.
BİR LABİRENTİN İÇİNE HAPSOLMAK
Simgeler üzerinden ortak bir şeyler paylaşan bireyler, simgelerin parçalanmasıyla birlikte anlamların dallanıp budaklandığı bir labirentin içinde buldular kendilerini. Sosyal medyanın kanallları bu labirentten çıkmanın yollarını arayan bireylerin çığlıklarıyla dolup taşıyor. Sözün gücüne inansalar da bir türlü söze dönüşemeyen, çığlıktan öteye geçemeyen sesler çıkarabiliyorlar sadece. Labirentin kıvrımlarında kaybolan, yolunu bulmaya çalışan bireylerin söz söylebilmeleri için karşılaşmaları gerekiyor önce. Hayatın içinde birbirleriyle etkileşime geçerek üretecekleri düşünceler söze dönüşebilir ancak.
Önce söz vardı diyor kutsal kitaplar. Tanrısal söze değil, fazlasıyla insani bir söze ihtiyacımız var. Anlaşabilmek, birlikte labirentten bir çıkış yolu bulabilmek için önce söze ihtiyacımız olduğunu hissedebiliyoruz. Sanatçı Ceylan Öztürk, Tophane’deki Daire Sanat’ta yer alan “Gördüm” başlığını taşıyan sergisindeki bir diğer işinde sözü taşa saplamış. “Excalibur” adını taşıyan işinde efsanevi Britanya kralı Arthur’un taşa saplı kudretli kılıcına gönderme yapıyor. Robert de Boron’un Merlin adlı şiirinde “Sword in the Stone” (Taştaki Kılıç) olarak geçen bu kudretli kılıcı saplandığı taştan çekip çıkaran Kral Arthur erkini yeniden kazanır. Labirentin kıvrımlarında kaybolmuş bireylerin yollarını bulmaları ve yeniden erklenmeleri, taşa saplı sözü, saplandığı yerden çekip çıkarmalarına bağlı.
UZUN BİR KİTABIN SAYFALARINA SAPLANIYORUZ
Söz, kolektif bilincin ürettiği kitaplarda, taş yazıtlarda saplı olarak duruyor. Sanatçı serginin kavramını da uzun bir kitabın sayfalarına saplamış, tıpkı Arthur’un kılıcı gibi: “Praksis kuram ve eylemin bir bütünüdür. Praksis amaç ile sonucun bir arada hareket etmesidir. Praksis düşünce ile hareketin bütünlüğüdür. Praksis kuram ve eylemin ayrılığı değil, birlikteliğinin hareketidir. Praksis farkında olunanın değiştirilmesidir.” Labirentin farkına varmak, karşılaşmalar ve eylemlerle bize dayatılan labirenti yıkmak ve yeniden insanca bir düzen kurmak, sözün hayatın içinde yolculuğuna bağlı. Sözleri saplandıkları yerden çıkarıp, hayatın içinde hep birlikte yeniden yoğururken, söz ile gerçek arasındaki yarılmanın iptal edileceğini Marx’ın meşhur sözü hatırlatıyor bize: "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir."
Not: Ceylan Öztürk’ün “Gördüm” başlığını taşıyan sergisi Tophane’deki Daire Sanat’ta görülebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder