RAHMİ ÖĞDÜL
09.09.2016
Her dönem ilk anda zamanların en kötüsü gibi gelebilir size,
ama en iyisi de olabilir. Charles Dickens bunun çok farkındaydı: “Zamanların en
iyisiydi, zamanların en kötüsü, bilgelik çağıydı, aptallık çağı, inancın devriydi,
kuşkunun devri, Işığın mevsimiydi, Karanlığın mevsimi, umudun baharıydı, umutsuzluğun
kışı…”. “İki Şehrin Hikayesi”nin
açılışında, art arda sıralanmış bu birbiriyle çelişen nitelemelerin hiçbir şey nitelemediğini
düşünebilirsiniz. Ama yaşadıklarımız tam da böyle bir şey değil mi? Her şey, yüzümüzü nereye çevirdiğimize bağlı.
Yüzümüzü, dokuna dokuna kurduğumuz, mikro bağlarla yarattığımız kendi zamanımız
ve mekânımıza çevirdiğimizde iyiliği, bilgeliği, inancı, ışığı ve umudu
görüyoruz; ama geri çekilip yüzümüzü bütüne çevirdiğimizde birden manzara
değişiyor: Kötülük, aptallık, kuşku, karanlık ve umutsuzluk.
O halde işimize ve gücümüze bakalım ve küçük küçük, dokuna
dokuna kurmaya devam edelim umudu ve geleceği. Şimdi ve burada, ilmek ilmek dokuduğumuz
ilişkiler ağının içindeyiz zaten. Bize büyük resmi dayatan iktidardır, tüm
umudumuzu kırmak ve bizleri kederli varlıklar olarak şimdinin içinde sonsuza
dek dondurmak istiyor. Tüm medyasıyla, yakalama aygıtlarıyla en zayıf
olduğumuz, kederden kahrolduğumuz anı tasarlamak, sahnelemek ve çoğaltmakla
meşgul, kanmayalım. Makro sahtedir, yalanlarla kurulur çünkü, dokunduğumuz,
kokladığımız mikro ilişkilerse gerçek. Bize mikropların zararlı olduklarını
öğrettiler, ama bakmayın siz onlara, yararları çoktur. Mikroplar hiyerarşik bedenlere
düşmandır; hiyerarşik bedenlerse yaşama düşman. Mikropları bıraksanız, kendi
aralarında kurdukları ilişkilerle çoğaltacaklar yaşamı, şu “makro”ların icat
ettiği yaşam-karşıtları, “anti-biyotikler” olmasa.
Yaşam-karşıtlarının günü kurtarmaktan başka amaçları yok,
inanın; günü, geçmişi ve geleceği olmayan şimdide askıya almak. İstiyorlar ki
yüzümüz şimdinin dehşeti içinde katılaşsın ve hüzünle kendi üzerine kapansın.
Güya en çok hüzün yakışıyormuş bize. Niye ki? Çıkışı ve girişi, geçitleri ve geçişleri
olmayan bir yüz. Bu yüz, hiyerarşik yapılar içine yerleştirilip katılaştırılmış
yerleşiklerin yüzüdür. Tüm deliklerinin kapatıldığı, devingen öğelerin
sabitlendiği yerleşik yüzün aksine yüz, doğası gereği göçebedir. Lacan, yüzü
nesnelerin en ele avuca sığmazı olarak tanımlıyordu; burun, kaşlar, gözler,
ağız gibi tekil aktörleriyle sürekli hareket halinde olan kararsız bir yapısı
var yüzün. Devinim, durgunluk ve hız varyasyonları arasındaki ilişkilere
dayalı, dalgalanan bir yapı olarak yüz, insanlar arasındaki ilişkilerin ara
yüzeyi. Ama yüzümüzü de yerleştirip hiyerarşik yapının içinde katılaştırdılar,
ilişkilerimizi de. Bir dönem neredeyse tüm erkeklerin yüzünde, kadınlarda arzu
uyandırdığı gerekçesiyle Clark Gable’ın sabit, yerleşik bakışı vardı. Ve bir
kaş yukarıda, ağızda sabit ve yamuk bir gülümseme, hep birlikte “klark çekerdik.”
Oysa göçebe Wodaabe halkının erkekleri kadınlarda arzu uyandırmak için
yüzlerindeki tekil aktörleri sürekli hareket ettirerek göçebeleştiriyorlar
yüzlerini. Yüzleri, katılaşmak yerine geçişlerin, geçitlerin, akışların yüzüne,
yani yeryüzüne dönüşüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder