27 Kasım 2014 Perşembe

SABUN KÖPÜĞÜNDEN HAYATLAR


RAHMİ ÖĞDÜL
27.11.2014
Çamaşır makinesinde birbirine dolanan rengârenk çamaşırları seyrederek oyalanıyoruz. İktidar durmadan değişik renkte yeni çamaşırlar ekliyor makineye ve basıyor düğmesine. Bizler de mama sandalyelerimize kurulmuş, makine kapağının camından, köpükler arasında çalkalanan, birbirine dolanan çamaşırları izliyoruz. Giuseppe Tornatore’nin yönettiği, Marcello Mastroianni’nin başrolde oynadığı “Herkesin Keyfi Yerinde” (Stanno Tutti Bene) (1990) filminden bir sahne, televizyonla kurduğumuz ilişkiyi ya da televizyonun iktidarın elinde ne işe yaradığını göstermesi açısından yeterince çarpıcı. Filmde uzun yıllardır görmediği, İtalya’nın değişik kentlerinde yaşayan çocuklarını ziyaret eden bir baba, küçük çocuğuyla birlikte tek başına yaşayan kızının evinde çamaşır makinesinin başka bir işe de yarayabileceğini keşfediyor. Erken bir saatte işe gitmek üzere evden çıkan anne, bakıcısı gelene kadar oyalansın diye televizyonun önüne yerleştirir çocuğunu. İlk yayınlandıklarında sponsorlarının sabun üreticileri olmaları nedeniyle “soap opera” (sabun operası) olarak adlandırılan pembe dizileri göstermektedir televizyon. Görüntü bozulunca ağlamaya başlayan çocuğun sesine uyanan kahramanımızın gözüne, mutfağın bir köşesinde çalışan çamaşır makinesi takılır. Çocuğun mama sandalyesini çamaşır makinesine doğru çevirince çocuk susar ve televizyon izler gibi izler köpüklerin arasında çalkalanan renkli çamaşırları. Televizyonda kesintiye uğrayan sabun operası, çamaşır makinesinin kapak camında devam etmektedir. Artık sadece diziler için değil, televizyonun tamamı ya da tüm iktidar gösterileri için pembe dizi ya da sabun operası terimini kullanabiliriz. Ekran, bir çamaşır makinesi gibi iktidarın kirli çamaşırlarının yıkanmasında kullanılırken, dışarıda olup bitenlerden habersiz, köpüklerin arasında birbirine dolanan çamaşırları seyrediyoruz.

Koltuk tutsaklığı
İktidar yaşamın her alanını bir kozmokratör (düzen yaratıcı) olarak fethettikçe fethediyor, bizler de koltuklarımızda büzüldükçe büzülüyoruz. Yaşam alanlarımız, daha doğrusu yaşamın kendisi küçüldükçe bizler de en son sığınak olarak televizyonların karşısında sabundan operaları seyrederken buluyoruz kendimizi. Yaşamın küçülmesi, yaşam enerjisinin bastırılması demektir. Sıkışan enerjinin nelere muktedir olduğunu yine doğanın bedeninden biliyoruz. Doğanın bedenlerinin, yeryüzüyle, toprakla ilişkilerinin kesilerek otoyol kenarlarındaki duvarlarda, dikey bahçelerde tutsak alınmaları gibi, bizler de toplumsal ve doğal bağlarımızdan koparılarak koltuklarımızda tutsak alınıyoruz. Doğa tutsak alınan yoldaşlarını düşünüyordur şimdi; sabun köpüğünden duvarları yıkacak planlar hazırlıyordur. Toplumsal katmanların, duvarların arasına sıkışan bedenlerin imdadına doğanın kuvvetleri yetişiyor.
“Şili’nin başkenti Santiago’da, 1647 yılında deprem olduğu sırada binlerce insan hayatını kaybederken, Jeronimo Rugera adlı İspanyol tutuklu bulunduğu hapishanenin hücrelerinde birinde kendini asmaya hazırlanıyordu” diye başlar Heinrich von Kleist, “Şili’de Deprem” öyküsüne. Yoksul delikanlı Jeronimo, kentin zengin ve soylu ailesinin kızıyla yasak bir aşk yaşamıştır. Kız, kilise yasalarına göre idama mahkûm olurken, delikanlı da bir hücreye atılır. Kızın idam edileceği an geldiğinde, çaresizlik içinde hücresinde kıvranan Jeronimo da kendisini asmaya karar verir. Ve tam bu sırada birden büyük bir deprem gerçekleşir ve kentin tüm yapıları, duvarları yerle bir olur. Depremden ve iktidarın yargısından sağ olarak kurtulan Jeronimo ve Josephe bebekleriyle birlikte kentin dışındaki kırsal alanda diğer depremzedelerle bir araya gelirler. Kurumlardan, yerleşik değer ve yargılardan kurtulan bu insan topluluğunun arasında, daha önce görülmemiş bir dayanışma ruhu ortaya çıkmış ve adeta başka bir dünya kurulmuştur. Kleist ortaya çıkan bu görüntüyü şöyle tasvir ediyor öyküsünde: “Çeşitli toplumsal sınıflardan insanlar, depremden sonra göz alabildiğine geniş bir alana yayılmıştı. Kontlar, dilenciler, çiftçiler, memurlar, işçiler ve din adamları. Hepsi bir bütün olmuştu. Aralarındaki toplumsal farklılık önemli değildi artık. Birbirlerine yardım etmek için adeta yarışıyorlardı… Bu deprem felaketi hepsini büyük bir aileye dönüştürmüştü sanki” (bkz Locarno Dilencisi, çev. Alev Yalnız, Can Yayınları).
Duvarların arasına tutsak düşmüş yoldaşlarını kurtarmak için doğanın planlar tasarladığından eminim. Doğanın tarihi tabakalaşmaların, duvarların yıkımı tarihidir. Göllerin mevsimsel olarak dikey tabakalaşmasını, besin maddelerinin belirli tabakalarda birikip dolaşımdan çıkmasını, bir karnaval havasında bozan ve zenginliği suyun tüm tabakalarına dağıtan, doğanın baharda ayaklanan kuvvetleri değil mi? Yine yeryüzünün kıvrımlarında birikip patlayarak tüm fay hatlarını parçalayan ve iktidarın dayattığı formları alaşağı eden doğanın kuvvetleridir. Volkanların devrimleri desteklediğini, bir volkan gibi patlayan 1789 Fransız Devrimi’nden biliyoruz. Büzüşmüş bedenlerimizin kıvrımlarında devrimler biriktiriyoruz şimdi. Haziran Direnişi’nde doğal tarih ile toplumsal tarihin örtüştüğünü, katı bedenlerin sıvılaşıp tüm tabakaları ve duvarları yıkan coşkun sele dönüştüğünü nasıl unutabiliriz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder