RAHMİ ÖĞDÜL
19.06.2014
Ne zaman Arcimboldo’nun (1527-1593) objelerden oluşan
portrelerine baksam, ustalığı karşısında hayranlığa kapılırım. “Su” adlı
tablosunda suda yaşayan canlıları, türlerini teşhis edecek denli özenle
çizmiştir; ve bu kimliklerini tek tek ayırt edebileceğimiz canlıları bir araya
getirerek anlamlı bir bütün, bir portre oluşturmuştur. Öte yandan objeleri bir
araya getirerek yaptığı bu portreler bir sıkışıklık duygusunu, zorla bir araya
getirilmiş objelerin bütün oluşturmak için maruz kaldıkları şiddeti de
hissettirir bana. Doğal ilişkilerinden koparılıp bir baş oluşturacak şekilde
sıkıştırılmış hayvanlar, bitkiler, nesneler. Roland Barthes’ın bir şair gördüğü
yerde, ben bir hükümdarın baskıcı tavrını görüyorum: “Şair, yani dil üreticisi,
işçisi olarak, Arcimboldo’nun yaratıcı enerjisi bitip tükenmez; eşanlamlıları
ara vermeden tuvale fırlatır. Arcimboldo aynı şeyi söylemek için ara vermeden
farklı biçimler kullanır. Burun mu demek istiyor? Eşanlamlılar haznesi ona bir
dal, bir armut, bir kabak, bir başak, bir balık, bir tavşan sağrısı, bir tavuk
gövdesi sunar. Kulak mı demek istiyor? Yalnızca yapması gereken birbiriyle
uyumsuz parçalardan oluşan bir listeyi almak ve oradan bir şemsiye mantarının
alt tarafı, bir başağın çiçek hali, bir gül, bir karanfil, bir elma, bir deniz kabuğu, bir hayvan başı …
çıkarmaktır” (bkz Görüntü Retoriği, Sanat ve Müzik, çev. A. Koç ve Ö. Albayrak,
YKY).
Barthes, Arcimboldo’nun tablolarını bir metni çözümler gibi
çözümler. Objelerin neden başların içine sıkıştırıldığı sorusu hiç sorulmaz
oysa. Kimliğin en belirgin özelliklerini taşıyan baş, insanın içinde saklı
kişiliğini okumaya çalışan fizyognomistler kadar politikanın da ilgi odağı
olmuştur her zaman. Hiyerarşik bir beden örgütlenmesinde baş, bedenin
hükümdarıdır. “Ayaklar baş olunca kıyamet kopar” diyen başbakanın ve buna “Akılsız
başın cezasını ayaklar çeker” diye yanıt veren muhalefetin sesleri hâlâ
kulaklarımda çınlıyor.
On birinci yüzyılda Salisbury’li John’un “Devlet bir
bedendir” diye başlayan risalesinde özneleri, nesneleri hiyerarşik bir beden
kavramı içine sıkıştırma, örgütsüz gibi görünen şeyleri bedenin hiyerarşik
örgütlenmesine yerleştirme tavrının Arcimboldo’da da devam ettiğini görüyoruz.
John, devlet denilen bedenin başını hükümdar olarak tanımlamıştı.
Arcimboldo’nun ayrıksı objelerden başlar yapması, hükümdarın toplumsal bedenin
başı olarak kendini dayatmasını yansıtıyor. Kendini bir baş olarak dayatan
hükümdarın da, “yalnızca yapması gereken birbiriyle uyumsuz parçalardan oluşan
bir listeyi almak” ve oradan kendisine bir devlet kurmaktır. Uluslaşma sürecinde
ortaya çıkan devletlerin de birbiriyle uyumsuz parçaları alıp bir araya
getirdiğini ve uymayan parçaları ise şiddet kullanarak iptal ettiklerini
biliyoruz. Arcimboldo’nun tablolarında başları oluşturan nesneler ustalıkla bir
araya getirilmiş ve uzaktan baktığımızda başları, yakından baktığımızda ise
sıkıştırılmış kimlikli nesneleri görüyoruz. Üst kimlik ve alt kimlik
tartışmalarına ışık tutan portreler. Devlete de uzaktan baktığımızda devletin
başını ya da bir üst kimliği, yakından
baktığımızda ise dayatılan bir başın, bir kimliğin içine zorla tıkıştırılmış
kimlikleri seçebiliyoruz.
Arcimboldo’nun başlarındaki tek tek objeler taşıdıkları
kimliklerle yine de ayırt edilebiliyor en azından. Bu kimlikli varlıkların bir
araya gelmesiyle oluşturulmuş başların, mermer politikasıyla ülkeyi yönetmeye kalkışanların
ellerinde nasıl biçimleneceğini hayal etmek bile istemiyorum. Tüm kimliklerin
silinerek, masif bir mermerden biçimlendirilmiş bir baş olarak ülke. Yakından ya da uzaktan bakmanız fark etmiyor,
taşlaşmış bir kütleyle karşılaşıyorsunuz. Ya da ülkeyi bir mozaik olarak
görenlere ne demeli? Tüm kimliklerin ideolojik bir çimentoyla zorla
tutturulması. Kimlikler çimentonun içinde sonsuza dek hapsedilmiş ve
dondurulmuş; hareket edemeyen ve dönüşemeyen kimlikler.
Arcimboldo’da yine de kimliklerin bir bütün oluşturmak üzere
bir araya getirildiğini ve başı oluşturan bu kimlikli nesnelerin en azından bütünden
kaçma şansları olduğunu düşünebiliriz. “Su” başlığını taşıyan tablosunu ele
alalım. Suyun yerine içinde yaşayan balıkları kullanarak, çirkin bir baş
yapmış. Bu başın içine zorla sıkıştırılmış kaygan balıkların bir yolunu bulup
sıvıştıklarını ve bir havuzun içine atladıklarını düşünün. İtalyan illüstratör
Alessandro Ripane’nin çiziminde olduğu gibi başın içinden kaçan balıklar bir
kupanın içindeki suya atladıklarında, bir başka özerk devlet mi kuracaklar
acaba? Bir başka baş; çok mu gerekli?
Devletin çok gerekli olduğunu, aksi takdirde kargaşa
çıkacağını vurgulayan “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözündeki “ya”ları
kaldırdığımızda ve tüm sözcükleri “ve”lerle birbirine bağladığımızda devletin,
kuzgunun, başın ve leşin artık yan yana durduğunu göreceğiz. Devlet eliyle
çocukların öldürüldüğü bir ülkede, devlet ve kuzgun bir ve aynı şeydir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder