25 Ağustos 2011 Perşembe

GÜNEŞE BAKABİLİR MİSİNİZ?



RAHMİ ÖĞDÜL

25 Ağustos 2011

“İşte etrafımızda… toplumsal evrimin bir amfiteatrı” diye yazıyordu İskoçyalı şehir plancısı Patrick Geddes. Gözlem kulesinin seyir platformundan kenti ya da camera obscura’nın karanlık odasına dışarıdan düşen kent imgelerini seyrederken, kentin önünde bir tiyatro sahnesi gibi açıldığını düşünüyordu belki de. Edinburgh’un tepe üzerine kurulu eski kentinde, kalenin hemen yanı başındaki altı katlı yapıyı 1892’de satın almış ve kenti bölgesiyle birlikte analiz etmek için bu yapıyı bir gözlem kulesine dönüştürmüştü Geddes. Aslında yapı 1850’lerden beri turistik amaçlarla gözlemevi olarak kullanılmaktaydı zaten. Binanın eski sahibi altıgen kubbeyle örtülü en tepedeki kata, turistleri cezbetmek için bir camera obscura ve seyir platformu yerleştirmişti.

Günümüzde de bir turist cazibe merkezi olarak kullanılan camera obscura’yı ziyaret edenler, görevlinin optik oyunlarıyla neşeleniyorlar. Karanlık odaya düşen caddedeki yayaların imgeleriyle oyun oynuyor görevli. Beyaz bir kağıt parçasına düşürdüğü bu imgeleri elinde tutarak, toplumsal gerçeği manipüle edilebilir, denetlenebilir hale getiriyor. Bilimsel paradigmanın bir metaforu olarak duruyor camera obscura. Hem seyirlik hem de incelenen, denetlenen ve manipüle edilen bir nesne olan, gürül gürül akan kentten görüntüler kesip çıkarıyor ve bizler de karanlık odanın içinde hayaletimsi, bedensiz varlıklar olarak bu görüntülerle oyalanıyoruz.

BİREYLEŞMİŞ ÖZNENİN TANIMI
Karanlık ve kapalı bir iç mekana küçük bir delikten ışık girdiğinde, deliğin karşısında duran duvarda ters bir imge oluşacağı en azından iki bin yıldan beri biliniyordu. Öklid, Aristoteles, İbni Heysen, Roger Bacon, Leonardo ve Kepler gibi birbirinden çok uzak düşünürler bu fenomenle uğraşmışlardı. Antik dönemde tiyatro sahnesinde derinlik yanılsaması yaratmak için kullanılan perspektifin Rönesans’ta Giotto tarafından yeniden keşfedilip erken modern öznenin kurulmasında kullanılması gibi, camera obscura da çok eski zamanlardan beri bilinmesine rağmen, 1500’lerin sonundan 1700’lerin sonuna kadar geçen neredeyse iki yüz yıllık bir süre boyunca özgür, özel ve bireyleşmiş bir öznenin tanımlanmasında hakim bir paradigma haline gelmişti. Gören, algılayan kişi ile dış dünya arasında kesin bir ayrım çizen, gözlemciyi karanlık bir odaya kapatarak, izin verildiği ölçüde dış dünyadan sızan görüntülerle baş başa bırakan camera obscura felsefi bir metafor, optik bilimi için bir model ve çok çeşitli kültürel etkinliklerde teknik bir aygıt olarak kullanıldı. Dışarıdaki dünya karşısında içeride konumlanmış bir gözlemciyi tanımlayan camera obscura, tam da Kartezyen bir dünya tahayyülü sunuyordu bize.

SANATÇILARIN DÜNYASI
Camera obscura görme eylemini, gözlemcinin fiziksel bedeninden kurtararak bedensizleştiriyordu aynı zamanda. Günümüzün internet ortamının bedensizleştirilmiş iletişimi düşünüldüğünde, oldukça erken tarihli bir bedensizleşmeyi gösteriyor camera obscura. Bedensizleşerek duygularından arınmış gözlemci salt bir akıl olarak yaklaşıyordu görüntülere. Kendini karanlık bir odaya kapattığında aklı, düşünme edimini saptıran tüm duyguları, daha doğrusunu bedenini dışarıda bırakmış oluyordu.

Dönemin sanatçıları camera obscura’yı çoğunlukla kopya çıkarmak ve resim yaparken yardımcı olması için teknik bir alet olarak kullandılar. Dışarısı, tüm karmaşıklığı, uçsuz bucaksızlığı, birbirine eklenerek sonsuz bir bütün oluşturmasıyla kafa karışıklığına yol açtığı için, küçük bir delikten sızarak karanlık odaya düşen görüntülerin düzenli, manipüle edilebilir mikro dünyasıyla yetiniyordu sanatçılar.

HER ŞEY GÜNEŞ IŞINLARIYLA YIKANIYOR
Jonathan Crary, ‘Gözlemcinin Teknikleri’ (Metis) adlı kitabında Vermeer’in bu Kartezyen camera obscura paradigmasını çok net şekilde tasvir ettiğini anlatıyor. Coğrafya Bilgini ile Astronomi Bilgini başlıklarını taşıyan iki resminde de karanlık bir dikdörtgen odaya, camera obscura’nın deliğini andıran bir pencereden sızan ışık, bilginlerin yoğunlaştıkları araştırma nesneleri üzerine düşüyor. Her iki bilgin de dışarıyla değil, kendilerini yalıttıkları odada, dış dünyanın soyutlamalarıyla meşgul oluyorlar. Dış dünya hakkında bilgi edinilmesinin önkoşulu, öznenin içeride yer alması ve dünyanın ise dışarıda kalmasını gerektiriyor adeta.

Crary kitabında, erken modernitenin bir parçası olan gözlemci modeli olarak camera obscura’nın 19. yüzyıl başlarında özellikle Turner’ın resimleriyle birlikte çöktüğünü söylüyor. Artık karanlık odayı andıran stüdyolarının dışına çıkan sanatçılar, dolaylı olarak deneyimledikleri güneşin etkilerine doğrudan maruz kalmaya başlamışlardı. Bir seyir kulesindeki ya da camera obscura içindeki korunaklı konumlarını, bir tiyatro olarak dünya tahayyüllerini yitirmişlerdi. Işık, artık denetimli bir delikten karanlık bir odaya düşmüyor, bilakis güneş ışınlarıyla yıkanıyordu her şey. Gözlemci ile gözlemlenen şey arasında ayrım ortadan kalkarken, sanatçılar yitirdikleri bedenlerini yeniden kazanmışlardı. Ve kör olma pahasına güneşe doğrudan bakmayı denediler. Siz çıplak gözle güneşe bakmayı hiç denediniz mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder