27 Mayıs 2010 Perşembe

AYAK OLMAKTAN KURTULMANIN YOLLARI: ORGANSIZ BEDEN


RAHMİ ÖĞDÜL

27 Mayıs 2010

Geçen haftaki yazımda insan bedenine atfedilen organik hiyerarşiden ve bu hiyerarşik yapının toplum modeli olarak nasıl kullanıldığından söz etmiştim. Her toplumun tarihsel olarak değişen bir beden imgesi var. Değişmeyen tek şey, toplumların güncel beden imgesine dayalı bir organizma gibi tahayyül edilmesi. Siyasal yapı ile biyolojik beden imgesinin örtüştüğünü, organik beden metaforlarına dayalı siyasal bir söylemin özellikle Batı toplumlarında yaygın olduğunu görüyoruz: Hiyerarşik olarak örgütlenmiş organlardan oluşan bir organizma. İktidarlar kendi konumlarını meşrulaştırmak için organizma olarak toplum modelini pek seviyorlar. Sabit işlevleri ve konumları olan organlardan oluşan bu beden modeline göre tasvir ediyorlar toplumlarını. İ.S. 11. yüzyılda Salisbury’li John’un devleti, başını devlet yöneticisinin, ayaklarını ise işçiler ve köylülerin oluşturduğu bir beden olarak tesis etmesi üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, bu devletçi zihniyetin hiç değişmeden sürdüğünü, bizde de gerek sağ politik söylemlerde (ayaklar baş olunca kıyamet kopar) gerekse de sol politik söylemlerde (akılsız başın cezasını ayaklar çeker) işçilerin hâlâ ayak olmaktan kurtulamadığını görmek pek şaşırtmıyor doğrusu.

ÖRGÜTSÜZ BEDENLER
Geçen haftaki yazının başlığını ‘siyasal tahayyülde beden metaforları’ olarak düşünmüştüm; ama editörüm gayet isabetli şekilde başlığı ‘ayaklar ne zaman baş olur’ yapmış. Ayakların baş olabileceğini ya da başka organların, uzuvların bir belirsizlik mıntıkasında sürekli işlev ve konum değiştirebileceğini ima eden bu başlık ister istemez Deleuze’ün ‘organsız beden’ kavramını akla getiriyor. Ne var ki burada Ortaçağ karnavallarında olduğu gibi geçici olarak bedenin tersine çevrilip, ayakların baş olduğu, ama egemen, hiyerarşik beden imgesinin değişmeden kaldığı, yine birilerin ayak olduğu bir durum söz konusu değil; aksine, sabit işlev ve konumlu organların hiyerarşik örgütlenmesi olan organizmanın altında yatan, hemen yanı başında bulunan bir yoğunluk olarak, örgütsüz bedenden söz ediliyor.

Antonin Artaud’nun keşfedip adlandırdığı ve Deleuze’ün kavramsal olarak geliştirdiği organsız beden, organların yokluğuyla değil, bilakis organizmasının, yani organlarının örgütlenmesinin olmayışıyla tanımlanıyor.

Felsefi bir kavram yaratmak için embriyolojiye başvuran Deleuze, organsız beden modelini yumurtaya dayandırıyor. Bir yumurta gerçektende organları bulunmayan, sadece eksenler ve vektörlerle, değişim dereceleri ve eşiklerle, yer değiştirmeler ve göçlerle belirlenmiş yoğun bir oluş alanıdır. Organsız beden, organlara değil, organizma adını verdiğimiz organların örgütlenmesine karşı çıkıyor; belirli organların zamansal ve geçici mevcudiyetiyle tanımlanan organsız beden, organizmayı verevine kateden yoğun bir dirimsellik dalgası olarak her türlü hiyerarşik organik belirlenimi feshediyor. “Organizmalar bedenin düşmanlarıdır” derken Artaud, işlevleri ve konumları önceden belirlenmiş organlardan oluşan bir organizmayı kastediyordu; Artaud, organizmanın yaşam değil, aksine yaşamın hapishanesi olduğunu teninin derinliklerinde duyumsamıştı.

KENDİ BEDENİNE DIŞARDAN BAKMAK
Bir organizma olarak bu toplum fikrine en çok da iktidarlar sarılıyor. Her şeyin kesin biçimler ve işlevlerle belirlendiği bu organizmada, bir organsız beden olmak devletçi yapılanma içinde kaçış çizgileri yaratma anlamına geliyor. Bu kaçış çizgileriyle organlar tanımlı doğalarını yitirirken, yeni işlevler ve konumlarla yan yana gelebilme, başka türden ilişkiler kurabilme fırsatı yakalıyorlar. Organsız beden deneyimini en güzel anlatan metinlerden biri de William Burroughs’un Çıplak Yemek (Naked Lunch) romanı: “işlevi ve konumu bakımından hiçbir organın sabit işlevi yoktur” diye yazıyordu Burroughs kitabında.

Organsız bedenin duyumsandığı otoskopi deneyimini yaşayanlar, yani kendi bedenlerine dışarıdan bakabilenler bilirler; fiziksel bedenine, sanki bir yabancıymış gibi dışarıdan bakabilen birey, “bu baş artık benim başım değil, bir başın içindeymiş gibi hissediyorum” ya da “aynada kendimi görmüyorum, bir organizmanın içindeymiş gibi hissediyorum” diyebiliyor. Ya da otoskopi toplumsal düzleme taşındığında, “iktidarların dayattığı bu toplumsal organizma bana ait değil, bu toplumsal baş bana ait değil, ben bu toplumsal organizmanın işlevi ve konumu sabitlenmiş bir organı değilim” diyebilir. Bireyler ya da topluluklar kendilerine biçilen organ rollerini oynamaktan vazgeçtiklerinde, tüm toplumu verevine geçen dirimsellik dalgasını duyumsayarak bir organsız bedene dönüştüklerinde, işte o zaman otoriter devletçi zihniyetlerin ayakları olmaktan kurtulabiliriz.

3 yorum:

  1. bedenimle birlikte zamanı ve mekanı da birer çizim, sanki bir film gibi duyumsadığımda -ki bunu başlangıçta sadece ben yaşıyorum sanıp müthiş korkuyordum- kendime yabancılaşmamın bu en üst anında orada asılı kalmaktan ürküp hızla içime giriyorum. içimde kalmak güven veriyor ama son derece boğucu aynı zamanda...dışarıyı çok merak ediyorum, kaybolur muyum? ya da belki zaten kayıp vaziyetteyim?? :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

      Sil
    2. Cevabım 10 yıl geç gelsede, Yusuf Atılgan'ın 'Kümesin Ötesi' adlı hikayesini okursanız.... ne kadar da benzer hisler ve deneyimler olduğunu göreceksiniz.

      Sil

      Sil