13 Ocak 2011 Perşembe

KEMİKLERE YAZI YAZANLAR


RAHMİ ÖĞDÜL

13 Ocak 2011

Yeryüzü, barındırdığı tüm çeşitliliğin kaydını kemiklere yazıyor. Jeolojik katmanların arasında sıkışıp kalmış, taşlaşmış kemiklerden (fosillerden) yeryüzünün geçirdiği tüm evrimi okuyabiliyoruz. Stoacılığın kurucusu Kıbrıslı Zenon’un (İ.Ö.336-264) ölümünden sonra okulun başına geçen öğrencisi Kleanthes de tablet alamayacak kadar yoksul olduğu için, hocasının söylediği, hakkında işittiği her şeyi kırık çömlek parçalarına ve sığırların kürekkemiklerine yazıyordu. Kayıt tutmak, akıp gitmekte olanın tortularını biriktirmek, kemikleşme gibi gözüküyor ilk bakışta. Akıp giden minerallerin tortullaşmasıyla doğada taşlar, kayaçlar nasıl oluşuyorsa, insan bedeninde de minerallerin birikimiyle kemikler oluşuyor. Ya da zihnimizdeki tortulardan, kemikleşmiş düşünceler üretiyoruz.

Doğanın kayıt tutma yöntemini bedenlerimizin içinde de koruyoruz. Jeolojik evre geride bırakılmış, aşılmış bir durum olmaktan ziyade insanın bedeninde varlığını sürdürüyor hala. Kayıt tutmayı, yazmayı sanki olup bitmiş şeylerin, biçimlerin tutanağa geçirilmesi olarak algılıyoruz. Düşüncenin tortulaşmasından, kireçlenmesinden oluşmuş kemikleşmiş yazılar yazıyoruz. Oysa yazı, akıp giden şeylere katıldıkça tortulaşmaları parçalayıp hayatla birlikte sürüklenebilir de.

YAŞAMIN BİTİMSİZ SOLUĞU
Deleuze, romancı Gombrowicz’e gönderme yaparak, yazmanın yaşanmış malzemeye bir biçim, bir ifade biçimi dayatmak olmadığını yazıyordu Kritik ve Klinik’te (çev. İnci Uysal, Norgunk). “Edebiyat daha ziyade biçimsizden, tamamlanmamışlıktan yanadır. Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kateden bir Yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz.” Doğaya baktığımızda kemikleşmiş fosilleri, biçimleri görebildiğimiz gibi, aslında hiçbir zaman bir biçime kavuşmayan, sürekli akış halinde olan varlığı da görebilmemiz mümkün. Yazı fosillere değil, bu oluş halindeki varlıklara yöneliyor. Kemiklere değil de, yaşamın bitimsiz soluğuna, rüzgârına kaptırabiliyor kendini.

DOĞANIN BİÇİMSİZLİĞİNİ HEP ISKALIYORUZ
Doğa kavramının kökeni, bize yazı ile oluş arasındaki ilişkinin ipuçları veriyor aslında. Latinceye Natura olarak aktarılan doğa (yun. Phusis), Sokrates öncesi düşünürler tarafından kullanıldığında üç farklı anlam barındırıyordu içinde. Phusis, büyümek, üremek, doğurmak anlamlarına gelen phuo kökünden geliyor. Homeros da metinlerinde phusis’i, bir şeyin doğumundan olgunlaşmasına kadar olan tüm gelişim sürecini göstermek için kullanmıştı. Sokrates öncesi düşünürlere geldiğimizde phusis’in birbiriyle ilintili üç farklı anlamda kullanıldığını görüyoruz: (1)evrenin oluşturan ilk madde (arke) olarak doğa, (2) evrenin geçirdiği evreleri içeren bir süreç olarak doğa ve (3) bu sürecin sonucunda ortaya çıkan, sürecin son hali, kozmos olarak doğa. Homeros doğayı aşkın kuvvetlerle, tanrılarla açıklamaya çalışırken, Sokrates öncesi düşünürlerse açıklamalarını doğrudan doğanın içindeki unsurlara bakarak yapmaya çalışmışlardı. Doğa, sadece bir sürecin sonucunu ya da bir şeyin formunu açıklamak için değil, aynı zamanda başından sonuna dek bu süreci açıklamak üzere kullanılmıştı. Doğa dediğimizde çoğumuzun aklına gelen sadece olup bitmiş gibi algılanan form ya da sonuç. Oysa süreç olarak doğanın doğurganlığını, biçimsizliğini hep ıskalıyoruz. Yazı, biçimsizliğiyle ya da sürekli oluş haliyle doğanın bu tanımıyla uyuşabilir. Yazı hayata eklemlenmeli; yazı ile hayat arasında sürekli devinen bir atlet gibi davrandığımızda, işte o zaman yazıdaki eklem kireçlenmelerinden kaçınabilmemiz mümkün olabiliyor ancak.

Yazının başında söz ettiğim stoacılar, felsefeyi, mantık, ahlak ve fizik olarak üçe ayırıyor ve mantığı insan bedenindeki kemiğe, yumurtanın kabuğuna, bahçenin etrafını çeviren çite, kentin etrafındaki surlara benzetiyorlardı. Bu sınırların, kabukların içinde ise doğa sözcüğünden kökenlenen fizik yer alıyordu. Edilgin, biçimsiz, niteliksiz olarak görülen maddenin etkin bir ilke (logos) tarafından biçimlendirilmesi, sınırlandırılması gerekiyor. İktidarlar hâlâ hayatı, toplumu biçimlendirilmesi gereken edilgin bir madde, kendilerini ise bu maddeye bir form giydirmekle görevli memurlar olarak görmeye devam ediyor, sözde edilgin maddenin etrafında kemikten duvarlar örmeye çalışıyorlar. Kemiklere yazı yazanlarla, hayatı kemikleştirmeye çalışanlar. Hayatın, doğanın etrafında örülmeye çalışılan kemikten duvarlarda bir tuğlaya dönüşmemesi için yazının hayatla birlikte akması gerekiyor.

6 Ocak 2011 Perşembe

KUDRETLİ VE NEŞELİ BEDENLER


RAHMİ ÖĞDÜL

06.01.2011

Batı kültürünü, insanın bedenli doğasının bir inkârı gibi okumak da mümkündür. Beden zihnin berraklığını tehlikeye atan, karmaşık duyguların, tutkuların kaynağı olarak hor görüldü yıllarca. Özellikle sosyolojide kuramcılar, insan davranışlarını ve toplumsal ilişkileri biyolojik açıklamalara indirgemekten kaçınmak için toplumsal aktörü adeta bedensiz bir varlık olarak kurmaya çabalamışlardır. Her türlü duygusal ifade uygarlaşmamış bir varlığın göstergesine dönüştü. Fiziksel duyumlar, arzular ve dürtülerle kirlenmemiş saf aklın peşine düştüler ve bedeni bu saf aklın tahakkümüne soktular. Bizler de kendimizi toplumsal varlıklar olarak kurarken sadece kafadan oluşan, adeta bedeni olmayan yaratıklara dönüştürdük kendimizi. Duygular bozguncuydu; kaosla, düzensizlikle, öngörülmezlikle ve irrasyonellikle ilişkilendirilen duyguları bastırmak, bedeni denetlemekten, hatta yok saymaktan geçiyordu. İrrasyonel duygularla kirlenmemek, zihnimizin berraklığını korumak, zihnimizi pürüzsüz, lekesiz bir yüzeye dönüştürmek için kendi içimizde korkunç bir kavga tutuşuyoruz her seferinde. Kendi bedenimiz üzerinde kurduğumuz bu tahakkümü iktidarlar, toplum denilen bedene taşımayı hayal ediyorlar içten içe.

Geçen hafta bir TV kanalında izlediğim, Kurt Wimmer’in 2002 tarihli ‘Equilibrium’ (‘İsyan’ adıyla gösterildi) adlı filminde tüm duygularından arınmış bireylerden oluşan bir distopya anlatılıyordu. Geleceğin dünyasında faşist bir rejim, Prozium adlı duyguları yok edici bir ilaçla bireylerin her türlü duygusal dışavurumunu, duygusal üretimini engelleyerek totaliter bir sistem inşa ediyor. Filmin bir sahnesinde Prozium kullanmayan bir grup sanatçının bir atölyede yasa dışı bir faaliyet olarak sürdürdükleri sanatsal eylemlerinin silahla bastırıldığını görürüz. Duygularını dolayısıyla bedenli bir varlık olduklarını unutmayan bir grup insan, ilaç kullanmayı reddederek bu faşist rejime isyan başlatmışlardır. İsyan etmek için duygulu, bedenli varlıklar olduğumuzu hatırlamamız, bedenlerimizi yeniden keşfetmemiz gerekiyor.

Equilibrium’da anlatılan, tamamen duygulardan arındırılmış, bedensiz bir toplum inşa etmek ne yazık ki mümkün olmadığı için iktidarlar daha çok insanların duygularını manipüle etmekle uğraşıyor, tebaalarını kederli varlıklar olarak kurmaya çalışıyorlar. Spinoza ne kadar da haklı; iktidarların bizi kederli bir tarzda duygulandırmaya, etkilemeye ihtiyaç duyduklarını, bu yüzden despot ile rahip arasında derin bir bağ olduğunu söylüyordu. Her ikisi de bireyin var olma gücünü, kudretini azaltmak, kendisini iktidarın eline koşulsuz teslim etmesi için kederli duygulanımlardan medet umuyor. Aksine kudretlenmemiz için neşeli duygulara ihtiyacımız var; isyan neşeli bireylerin var olma gücünden, kudretlenme arzusundan kaynaklanıyor.

Bir bedenin biçimiyle, organlarıyla ya da işlevleriyle tanımlanmayacağını, bir töz ya da özne olarak da kurulamayacağını söylerken, bedenin bir uçta kederin diğer uçtaysa neşenin yer aldığı bir duygulanım skalasında salınıp duran bir akış olduğunu vurguluyordu Spinoza. Bedenleri duygulanma ve duygulandırma güçleri olarak tanımlıyordu. Bir özne artık biçimiyle ya da işleviyle değil, muktedir olduğu duygularıyla tanımlamamız gerekiyor.

Bedenlerimiz nelere muktedir olduğunu önceden bilmemiz mümkün değil; başka bedenlerle ilişkiye geçtiğimizde, bağlantılar kurduğumuzda, bedenlerimizin içinde saklı olan gizil güçlerin açığa çıktığını, genişlediğimizi görüyoruz. Bu yüzden zaman zaman kendi bedenlerimizin nelere kadir olduğuna şaşıp kalıyoruz.. Bir deney alanı olarak yeryüzüyle, başka bedenlerle kurduğumuz ilişkilerle kudretimiz ya artıyor ya da iktidarların ihtiyaç duyduğu kederli varlıklara dönüşüp kendi kabuğumuza çekiliyoruz.

Temiz, parlak yüzeylerden oluşan, her türlü duygudan arınmış bedenler ve zihinler yerine, deneyimlerle, duygularla kirlenmiş, kirlendikçe neleri yapabileceğini gören akışkan varlıklara dönüştüğümüzde, kudretimizi arttıran yeni beden bileşimlerini keşfettikçe dünya eskisinden çok farklı olacaktır kesinlikle.

3 Ocak 2011 Pazartesi

PERFORMATİF BEDEN


RAHMİ ÖĞDÜL

30 Aralık 2010

Gündelik hayatın içinde bizden beklenen performansları sergileyen sahne sanatçılarını andırıyoruz. Bu yüzden olsa gerek, toplumsal aktör deniliyor bizlere. Dekorları tasarlanmış yaşam sahnesinde bizleri seyredenlerle, yani başkalarıyla etkileşime girerek kendi benliğimizi oluşturuyoruz; toplumsal ortamların gerektirdiği bu rollerde başarılı olmamız ölçüsünde hayatın içinde tutunabiliyoruz. 1959 tarihli Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (Metis Yayınları) başlıklı kitabın yazarı Erving Goffman’ın da dâhil olduğu, sosyolojide sembolik etkileşimcilik denilen akım, bedeni biyolojik bir varlık olarak değil de, bilinçli olarak seçilmiş davranışlarla toplumsal olarak kurulduğunu iddia ederken, geleneksel akıl/beden ikiliğine yaslanıyordu. Gündelik hayat içindeki aktörlerin davranışlarına baktığımızda bu görüşe hak vermemek mümkün değil. Akıllı, bilinçli varlıklar olarak, başkalarıyla etkileşim içinde kendimizi toplumsal olarak kurarken, aslında bedeni aklın denetimine sokarak küçültüyor, bedeninin nelere kadir olduğunu bilemiyoruz.

BEDEN ÜZERİNDEKİ TOPLUMSAL BASKI
1950’lerin sonunda ortaya çıkan beden odaklı, beden performansına dayalı sanat ise aynı yıllarda sosyolojide ortaya çıkan ve akıl/beden ikiliğini sürdüren sembolik etkileşimcilik anlayışının bir karşı teziydi adeta. Performans sanatı bedene akıl/beden ayrımı üzerinden bakmamaya, akla hiyerarşik bir üstünlük tanımaktansa bedeni doğrudan deneyimlemeye öncelik veriyordu. Belki de, bedeni bir model olarak ele alan Spinoza’nın “bir bedenin neler yapabileceğini bilemeyiz” kışkırtmasına kapılmış sanatçılar, kendi bedenlerini bir sanat nesnesi haline getirerek, bedenin bilgisine ulaştıracak sınır deneylere giriştiler. Performans sanatının büyük annesi sıfatını kazanmış 1946 doğumlu Marina Abramoviç’in bir söyleşide dediği gibi, önceleri bu sanat daha çok bedenin sınırlarında gezinen deneylere tanıklık etti. Bedeni sınırlara sürüklemekle, hatta yaşam ile ölüm arasında sınıra doğru itmekle ilgileniyordu beden performansı daha çok; bedenin neler yapabileceğini, bedenin nelere katlanabileceğini öğrenmek için sanatçılar kendi bedenlerini yaralıyor, beden üzerindeki toplumsal baskıyı, denetimi gerçekleştirdikleri performanslarla görünür kılmaya çalışıyorlardı. Bu tür performans sanatının uç örneklerini 1960’lardaki Wiener Aktionismus grubunun sado-mazoşist gösterilerinde görebiliyoruz örneğin.

DOĞADA BEDEN DENEYİMİ
Seksenlerin başında pek çok beden sanatçısı performansı terk edip stüdyolarına geri çekildiler.Kendi bedenleri üzerine yaptıkları deneylerden elde ettiklerini resim sanatına yansıttılar daha çok. Fakat Marina Abramoviç gibi kimi sanatçılar ise beden sanatında ısrar ederek günümüze kadar eylemlerini sürdüler. Abramoviç ve partneri Ulay da kendilerini yinelemekten kaçınarak beden üzerindeki deneylerini doğada yapmaya karar verdiler. Doğanın koşullarına teslim etmek için çöllere taşıdılar bedenlerini.

Abramoviç artık bedenden daha çok zihinsel durumla ilgilenmeye başlamıştı. Bir tür düşünme-dışı durumuna ulaşarak başka türlü bir iletişim olanağını araştırdı. Enformasyonla tıka basa doldurulmuş batı toplumundaki bedenler durmadan ilişkisizlik, bağlantısızlık üretiyordu. Ortamın enerjisiyle bağlantı kurabilmek için Doğu felsefesindeki pozitif boşluk kavramından yararlandı. Enerji akışlarıyla ilişkiye girebilmesi, enerjilerle bağlantı kurabilmesi için bedenin, dolayısıyla zihnin boşaltılması gerekiyordu. Son yıllarda gerçekleştirdiği performanslarında genellikle dingin, devinimsiz bedenini sergiliyor. Bu yıl MoMA (Modern Sanat Müzesi)’da gerçekleştirdiği fotoğraflar, ses parçaları, video yapıtları, enstalasyonlardan oluşan retrospektif sergisinde, aynı masaya yüz yüze oturduğu sergi katılımcılarıyla dingin bedeniyle sözsüz bir iletişim kurma denemesine girişmişti.

TASARLANMIŞ SAHNELER VE BEDEN
Spinoza’nın dediği gibi bir bedenin neler yapabileceğini hâlâ bilmiyoruz gerçekten de. Bedene ve tutkulara egemen olmanın binlerce yolundan söz ediyoruz, ama bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz. Bir galeride bir beden performansıyla karşılaştığımızda bedeni kısıtlayan tüm ahlaki söylemleri sıralamak, yargılamak geliyor elimizden sadece. Kendi bedenlerimizi bilincin ürünü ahlaki kısıtlamalarla budayarak kuşa çeviriyoruz. Tasarlanmış sahnelerde, bedenlerde kıpırtı yaratmayacak bildik rollerimizi, performanslarımızı sürdürüyoruz gündelik hayatta. Oysa, eylemleriyle beden sanatçılarına öncülük eden Antonin Artaud, bizlerden beklenen rollerin dışına çıkmayı öneriyordu performanslarıyla. “Öyle bir tiyatro tasarlıyorum ki, yalnızca oyunu sergileyen oyuncunun değil, oyunu seyreden izleyicinin bedeninde de kıpırtılar yaratacak” diyordu. Dünyayı Artaud’cu bir sahneye dönüştüğümüzde bedenin bilgisine biraz daha yaklaşacağız galiba.

23 Aralık 2010 Perşembe

TEMSİLİ RESİM VE TEMSİLİ HÜKÜMET


RAHMİ ÖĞDÜL

23 Aralık 2010

Anlamı sabitlemeye, sabit anlamlarla düzen tesis etmeye çalışan iktidar paranoyanın kucağına düşüyor ister istemez. Zira paranoya bütün anlamın üstün bir otorite, baş figür tarafından sürekli sabitlendiği ve kapsamı bir biçimde belirlendiği mutlak bir inanç sistemini gösterir. Aşkın bir fail tarafından belirlenmiş anlamların dışına çıkan hareketler, paranoyak zihnin ürünü olan komplo teorileriyle yargılanıyor, anlam her seferinde ait olduğu kazığa çivileniyor.

NESNE VE ANLAMLAR
Nesnenin ve anlamın sabitlenmesi çok eski bir gelenek; kökü, dünyanın kuruluşuna dair kozmolojik mitlere dayanıyor. Hint mitolojisinde kaosu, gizil kuvveti, henüz tezahür etmemiş olanı temsil eden yılanın başını kazığa sabitleme ritüeli vardı. Bir bina inşa etmeden önce, temel taşının oturtulacağı kazığa yılanı başından sabitleyen duvarcı ustası, dünyanın kuruluşu mitolojisini yineliyordu her seferinde. Yılan başını oynatmamalıydı; aksi takdirde tüm sabit anlamlarla birlikte dünyanın yerle bir olacağından korkuyorlardı.

İktidar kurduğu evrenin merkezine yerleştiriyor kendisini ve inşa ettiği her yere, her şeye bu merkezi taşıyor; inşa ederken de yılanın başını sabitleyen kozmolojik eylemi tekrarlıyor durmadan. Yılan gibi, hayatın içinde durmadan şekil değiştiren, kıvrılarak, bükülerek akan nesnelerin, öznelerin, kavramların anlamlarını tahta kazıklara, yasalara çiviliyor. Kazığa çivilenmiş, ölü bir gerçeklik üzerinden tahayyül ediyor hayatı ve hayatı temsili ettiği yanılsamasına kapılıyor.

İKTİDARIN DÜZEN TESİSLERİ
Gerçeği temsil ettiği iddiasında olan iktidar yerinden oynamayan, sabit anlamlarla tesis ediyor düzenini. Sabit anlamlar yüklediği birim modülleri hep yerli yerinde görmek istiyor. Rönesans ve klasik dönemde yaygın olan, çizgisel perspektifle gerçeği olduğu haliyle temsil etme iddiasındaki resim sanatı ile temsili hükümetlerle idare edilen günümüz demokrasileri ortak pek çok şey paylaşıyorlar bu açıdan. Ressam tabloda dondurduğu gerçeği temsil ediyor iddiasında görünürken, seçimle gelen hükümet halk denilen heterojen ve dinamik kitlenin, temsil edilemez olanın temsilcisi olduğunu düşünüyor.
Gerçeği temsil ettiğini ileri süren klasik resim, modern sanatın geçirdiği dönüşümlerle tasfiye edilirken, halkı temsil ettiğini iddia eden yönetim biçiminin ise nedense hâlâ yürürlükte olması anakronik bir durum yaratıyor günümüzde ve en büyük gerilimlerden birini oluşturuyor. Zaman aralığına rağmen bir zamanlar tuvalde anlamları ve yerleri sabitlenmiş şeylere itaat eden izleyici ile kendisine rağmen kendi adına yapılmış yasalara itaat eden yurttaş arasında bir örtüşme yaşanıyor hâlâ. Adını bilmediği, hiç karşılaşmadığı, kendisini tanımayan, kendisinin de tanımadığı birilerince temsil ediliyor birey. Bu temsil sürecinde anlamı sabitleşen birey, barındırdığı tüm farklılıklardan arındırılıyor.

HALKIN HAYATIN İÇİNDEKİ YERİ
Temsil, fark kıvrımlarını düzleştirerek tüm şeyleri ve taşıdıkları anlamları, elinden gelse sonsuza dek derin dondurucuda tutmak istiyor; oysa şeyler bir yılan gibi durmadan kıvrılarak, deri değiştirerek akıp gidiyor hayatın içinde. Şeylerin anlamlarını tüm çabalara rağmen sabitlemek mümkün olamıyor ne yazık ki. Örneğin, günlerdir tartışılan yumurtayı kendince doğru yere oturtmak, anlamını sabitlemek için yumurta tarifleri veriyor talebelere iktidar: birlikte sucuklu yumurta yapalım, diyor. Oysa halk dediğimiz heterojen kitlenin nesnelere sabit anlamlar yüklemek gibi bir lüksü olmadı hiçbir zaman. Marcel Duchamp’ın hazır-nesneleri icat etmesinden çok önce, yapay olsun, doğal olsun, farklı amaçlarla yaratılmış nesneleri çok farklı şekillerde kullanıyordu zaten halk. Fluxus sanatçısı Robert Fillou tam da buna işaret ediyor: “Duchamp bize her türden nesneye öncelikle işlevsel bir nesne gibi, sonra taze yapılmış bir sanat nesnesi gibi bakmayı öğretmişti. Ancak, bu sadece zengin beyazların dünyasında doğrudur. Afrika’da bir silindir şapka pekâlâ bir taç gibi kullanılabilir, gecekondu semtlerinde eski bir araba bir ev işlevi görebilir.” Duchamp, sıradan bir nesneyi (pisuvarı) almış, onu yeni bir bakış açısı ve başlık altında işlevinden soyutlayacak şekilde yerleştirmişti. Yağ tenekelerinden saksı, kola kutularından kalemlik yaptığımızda, Duchamp’ı tanımasak da nesnelerin anlam değiştirdiğini biliyorduk. Nesneler ihtiyaca göre durmadan yeni kullanım değeri ve anlamlar kazanıyor hayatın içinde.

Her şeyin sabitlendiği bir paranoya dünyasındaki şeyler ve anlamlar, çivilendikleri kazıklardan kurtuldukça iktidarın bastığı zeminin de sarsıldığını görüyoruz. Bu kaygan zeminde soruları birlikte yeniden kurmak ve yanıtlarını birlikte bulmak zorundayız.

16 Aralık 2010 Perşembe

YUMURTAYI TALEP ETMEK



RAHMİ ÖĞDÜL

16 Aralık 2010

İktidarların, otoritelerin oluşturduğu ve çözümleri zaten içlerinde saklı olan, belli olan hazır problemlerin yanıtlarını bulmaya çalışıyoruz; hatta zamandan kazanalım, bizim için kolaylık olsun diye, çoktan seçmeli çözümlerini bile veriyorlar hemen yanı başlarında. Eğitim sistemini oluşturan bu yöntem aslında tüm topluma yayıldı, toplum hazır problemlerin yanıtlarını bulmak için hazır bekleyen devasa bir öğrenci kitlesine dönüştürüldü. Bu problemleri hazırlayan iktidarlar hayatı sorunsallaştırma tekelini ellerinde tutarlarken, biz sizin yerinize hayata dair sorunları formüle ederiz, siz bu sorunları oluşturmakla vakit kaybetmeyin demek istiyorlar; çözümleri zaten içlerinde saklı olan problemlerin çözümünü bir özgürlük alanı olarak sunuyorlar bize. Oysa gerçek özgürlük problemlerin ne olduğuna karar verebilme, bu problemleri kurabilme gücünde yatıyor. İnsanlık tarihine baktığımızda da bu tarihin hem teorik hem de pratik açıdan problemlerin inşa edilme tarihi olduğunu görüyoruz.

Problemlerin oluşturulmasını, kavramların inşa edilme süreciyle birlikte düşünmemiz gerekiyor. Zira her sorunsal alanı kendince kavramsallaştırarak adlandırıyor iktidar. Problemlerin ortaya konuluşu gibi pek çok kavramın iktidar bakışını yansıttığı, iktidar tarafından oluşturulduğu biliniyor; toplum içindeki grupları adlandırılarak konumlarını, eylemlerini sabitlenmeye çalışıyor iktidar. Sınırları net olarak çizilmiş, adlandırılmış birim modüllerden oluşan bir toplum denetlenebilir ve yönetilebilir bir toplumdur, yani iktidarların bakmaktan keyif alacakları ideal bir toplum. Öğrenci olarak adlandırılan ve toplumun en dinamik kesimini oluşturan gruptan, adlandırmanın içerdiği edilgenliği bünyesinde taşıması bekleniyor; sadece öğrenmek üzere hazır bekleyen, içi doldurulacak boş bir kavanoz, paket programlar yüklenecek boş bir bellek olarak görülmek isteniyor öğrenci: amfi sıralarında doldurulmayı bekleyen edilgin bir varlık.

Oysa öğreten ve öğrenen arasındaki bu karşıtlığı yumurtayı talep ederek alt üst ediyor öğrenciler. Daha doğrusu bu eylemleriyle artık “öğrenci” değil, “talebe” adlandırmasını hak ediyorlar doğrusu. Arapça talep eden anlamına gelen talebe, öğrenci kavramının içerdiği edilgenliği taşımıyor; etkin bir varlık, eylemleriyle ne istediğini bilen, problemlerini oluşturma gücünü kendinde taşıyan bir varlık olarak tezahür ediyor. Hayatın sorunsallaştırılmasının iktidarların eline bırakılmayacak kadar hayati bir eylem olduğunun ayırtına varmış, bünyesinde taşıdığı gizil güçleri açığa çıkarmak için bağlantılar kuran ve iktidarın etrafında ördüğü kabuğu parçalayan oluş halindeki varlık.

“Bir deney alanı olarak yumurtayı her daim yanınızda taşırsınız” diyor Deleuze; edimselleşmiş, farklılıkları budanmış toplumsal bireyin hemen yanı başında bulunan, içkin bir organsız beden modeli olarak yumurtayı sunuyordu. Biyolojik bir varlığın ontogenez (bireyleşme) sırasında toplumsal kimlikler olarak edimselleşmesi, içinde barındırdığı farklılığı, çokluğu hiçbir zaman tüketemiyor.

Varlıkları sabit, olup bitmiş şeyler olarak gören anlayış karşısında, yeni bir ontoloji, oluşun ontolojisini yaratmak için embriyolojiye başvurmuştu Deleuze; “organsız beden yumurtadır”, “dünya yumurtadır” diye yazıyordu. Bir yumurta gerçektende organları bulunmayan, sadece eksenler ve vektörlerle, değişim dereceleri ve eşiklerle, yer değiştirmeler ve göçlerle belirlenmiş yoğun bir oluş alanı oluşturur. Organsız beden, organlara değil, organizma adını verdiğimiz organların örgütlenmesine karşı çıkıyor; organizmayı verevine kateden yoğun bir dirimsellik dalgası olarak her türlü hiyerarşik, organik belirlenimi feshediyor. “Organizmalar bedenin düşmanlarıdır” derken Antonin Artaud, işlevleri ve konumları önceden belirlenmiş organlardan oluşan bir organizmayı kastediyordu; Artaud gibi hepimiz, organizmanın yaşam olmadığını, aksine yaşamın hapishanesi olduğunu tenimizin derinliklerinde duyumsuyoruz. Yumurtayı bir yeğinlik, farklılık alanı olarak içimizde taşıyoruz.

Talebe içinde barındırdığı yumurtayı bir deney alanına dönüştürürken, sorunları, kavramları birlikte oluşturmayı talep ediyor. İktidar ise tıpkı köpeklerin psikolojisinden anlayan, “köpeklere fısıldayan adam” Sezar gibi, evde kimin lider olduğunu hatırlatmak için talep edenlerin kulaklarına otoriter sözler fısıldıyor.

9 Aralık 2010 Perşembe

BEDENDEKİ SIZINTILAR


RAHMİ ÖĞDÜL

9 Aralık 2010

İğrenç akıntılar sızıyor bedenin gözeneklerinden. Dışarısı ile içerisi arasında çizdiğimiz sabit sınırları, bedenden sızan sidik, dışkı, kusmuk, kan, ter, sperm gibi fiziksel akıntılar istikrarsız hale getiriyor. Bütünlüklü, hijyenik olarak tahayyül ettiğimiz temiz bedenlerimizin bu akıntılarla, sızıntılarla tehdit edildiğini, inşa ettiğimiz simgesel düzenlerin, anlamların çökertildiğini görüyoruz. Julia Kristeva’ya göre, özne ile nesne arasındaki ayrımı çökerten bu sızıntılar her seferinde yeniden kendimizi inşa etmeye sürüklüyor bizleri, kendimizi bitimsiz bir oluşum süreci içinde buluyoruz. Akıtmaz, sızdırmaz olarak hayal ettiğimiz kapalı, nezih bedenlerin, kendilerini yerleştirdikleri sabit konumlar da bu sızıntılarla birlikte bulanıklaşıyor.

Devlet denilen devasa organlı-bedenden sızan akıntılar ve geçen hafta bir sanat galerisinde Şükran Moral’in performansı sırasında küçük bir izleyici topluluğunun maruz kaldığı arzu sızdırmaları konuşuluyor her yerde. Her ikisi de nezih, kapalı beden ile dışarısı arasındaki sınırları muğlaklaştırıyor.

Şükran Moral’in, beden coğrafyasını dikenli tel örgülerle çitleyen eril, heteroseksüel anlayışa bir başkaldırı niteliğini taşıyan lezbiyen performansında, bildik kodların, pornografinin tüm klişelerinin bir kez daha yeniden üretildiğini, dolayısıyla çok da yeni bir şey olmadığını söyleyeme kolaylığına düşebiliriz. Estetize edilmiş pornografinin neredeyse MTV’de oynatılan tüm müzik kliplerinin vazgeçilmezi haline geldiği, internet üzerinden pornoya ulaşımın kolaylaştığı bir dönemde bu kodları bir kez daha üretmek hiç de yıkıcı sonuçlar doğurmuyor elbette. Porno sanayi üretimini bilimsel aklın sınıflandırmalarına oturtarak, bedensel arzunun gayet makul şekilde yerli yerine oturtulmasına yardım ediyor. Arzuyu binlerce kez çiğnenmiş yollardan geçiriyor pornografi; bir kez kanalize edildikten, yerli yurtlu hale getirildikten sonra bizler de bu sonuçları kendi hayatımızda tekrarlar hale gelerek, arzularımızı özgürleştirdiğimiz yanılsamasına kapılıyoruz. Arzunun bir politikası varsa şayet, bu politikanın bu kodlamalar üzerinden değil, kodları yıkıcılığı, ele avuca sığmazlığı ölçüsünde devrimci olacağını, sanatın da kodlamaları, klişeleri durmadan yeniden üreterek değil, kodları yıkarak yeni arzu ve düşünce alanları açacağını, böylelikle bu politikaya dahil olacağını biliyoruz.

Şükran Moral’in performansının yıkıcı vurgusu, belirli bir işlevle tanımlanmış kamusal bir mekana özel hayatı, yatak ilişkilerini taşımasında yatıyor. Diyojen’in Atina agorasında halkın arasında icra ettiği mastürbasyon “performans”ından beri Batı’da benzer eylemler gerçekleştiriliyor tabi. Bir sanat icrasına tanıklık etmek üzere hazırlı gelmiş, kendini sanatın simgesel düzenine konumlandırmış izleyiciyi, teninde yaşadığı arzulu sevişmelerle hazırlıksız yakalıyor Moral ve kapalı, nezih bedenlerde gözenekler açarak tekinsiz arzu sızmalarına yol açıyor. Tüm sınırların muğlaklaştığı böyle bir ortamda izleyici kendisini nasıl konumlandıracağını bilemiyor; bir sanat olayına mı yoksa bir seks gösterisine mi tanıklık ettiklerine bir türlü karar veremeyen izleyiciyi, istikrarsız bir mıntıkada havada asılı bırakıyor. Bedenlerdeki gözeneklerden sızan akıntılar bütüncül, sınırları net olarak çizilmiş, özerk beden tahayyülümüzde yaralar açıyor.

Devletleri bütüncül, sınırları net olarak çizilmiş, hijyenik varlıklar olarak düşündüğümüzde, Wikileaks’ten sızan akıntıların bu tahayyülümüzü sarstığını, Şükran Moral’in performansında yaşanan duygulara benzer duygulara sürüklendiğimizi görüyoruz. Kristeva’ya göre içerisi ile dışarı arasında çizdiğimiz bedenin sınırlarını muğlaklaştıran “iğrençlik” kavramı, tüm düzen, anlam, hakikat ve hukuk sistemlerimizi istikrarsız hale getirmesiyle tanımlanır. Denetlenebilir, yönetilebilir özneler üreten hukuk ve yasalar sisteminin temiz, nezih, kapalı birim modüllerden oluşan bir örüntü olarak görmek istediği toplum modelini tehdit ediyor bedendeki sızıntılar. Devletin gözeneklerinden sızan akıntılar kendi bedenini tartışmalı hale getirirken, bireylerin bedenlerinden sızan arzu sızıntıları öznelerin kendilerini yerleştirdikleri konumları kayganlaştırıyor, kendimizi nereye konumlandıracağımızı bilemiyoruz. Tam da burada, paranoyak zihinlerin ürettikleri komplo teorilerine değil, göçebe zihinlerin ürettikleri özgürleşme hamlelerine ihtiyacımız var.

3 Aralık 2010 Cuma

İNSAN SELİ VE FAZ DEĞİŞİMLERİ


RAHMİ ÖĞDÜL

2 Aralık 2010

İstiklal caddesindeki hafta sonu kalabalığı arasında yürürken, kitlenin inorganik bir akışkan maddenin, örneğin suyun özelliklerini taşıdığına tanıklık ediyoruz. Tıpkı suyun faz değişimleriyle birlikte halden hale girmesini andıran durumlar gözlemleniyor. Birbirine bulaşmadan akan insanlar, ilk bakışta daha çok aralarında hiçbir bağın olmadığı gaz moleküllerini andırıyor. Alışveriş, eğlence merkezleri etrafında anaforlar oluşturan bu gaz molekülleri, eylemci grupların yakın ilişki kümeleşmeleriyle ilişkiye girdiklerinde aralarında bağlar oluşturup sıvılaşabiliyor; birden bu sıvı halden vazgeçip ait oldukları kurumların hiyerarşik, kristal kuleleri içinde katılaşıveriyorlar da. ‘İnsan seli’ tabiri tam da suyun bu fiziksel özelliklerini kitleye yüklemesi açısından anlamlı duruyor. Faz değişimlerindeki çatallanmaların insanlık tarihinde de yaşandığını gösteren çalışmasıyla Arthur Iberall’i anmak gerekiyor burada (bkz M. de Landa Çizgisel Olmayan Tarih, Metis).

İNSANLIĞIN GAZ, SIVI VE KATI HALLERİ
Iberall, insanlık tarihindeki büyük değişimlerin hayali bir ilerleme merdiveninde bir üst basamağa varan çizgisel bir gelişme olmadığını, aksine çizgisel olmayan kritik eşiklerin, inorganik madde de görülen faz değişimlerindeki çatallanmaların sonucu olduğunu gösteriyor çalışmasında . İlerlemeci bir anlayışa göre hep daha mükemmel bir üst basamak olarak insanlık tarihini reddederken, dayandığı nokta İlya Prigogine’nin fizikte yapmış olduğu düşünce devrimi. İnsan toplumları gibi açık sistemler, yani dışarıdan enerji girişinin olduğu sistemler denge durumundan uzak sistemlerdir. Çizgisel gelişim halinde ilerlemek yerine, kritik noktalardaki çatallanmalarla, önceden kestirilemeyen farklı yönlere savrulabilen toplum, çeşitli karmaşıklık biçimlerini bünyesinde barındırıyor. Su, nasıl farklı hallerde bulunabiliyorsa, ısı yoğunlaşmasıyla birlikte yaşanan kritik noktalarda nasıl kararlı bir halden diğerine geçebiliyorsa, insan toplumunda da yerleşimlerin yoğunluğu, tüketilen enerji miktarı ya da etkileşim yoğunluğu bakımından kritik kütleye ulaştığında bu hal değişimlerini yaşayabilecek bir madde olarak görülebileceği düşüncesini ortaya atmıştır Iberall.

Iberall, ilk avcı-toplayıcı gruplarını, birbirinden ayrı yaşamaları, nadiren ve düzensiz olarak etkileşime girmeleri bakımından gaz partiküllerine benzetiyor. Avcı toplayıcı grupların genellikle birbirinden yaklaşık 113 km uzakta yaşadıklarını gösteren kayıtlardan yola çıkmış ve insanların günde yaklaşık 40 km yürüyebileceği varsayımıyla iki grup arasındaki mesafenin yaklaşık üç günde kat edileceğini hesaplamıştır. İnsanların tarıma geçmeleriyle birlikte ilişki ve enerji yoğunlaşması yaşanmıştır; insanlığın sıvı hali olarak tanımladığı bu aşamadan sonra üretim fazlasının depolanıp yeniden dağıtılması için gerekli kurumların ve yasaların ortaya çıkmasıyla oluşan merkezi hiyerarşik toplum artık kristalleşmiş ve katı bir hal almıştır.

KRİSTAL İÇİNDE SERSERİ ENTELEKTÜELLER
Ortaya çıkan kentler hiyerarşik yapılarıyla, etraflarını çeviren surlarla tam da bu katılaşmış, kristalize olmuş toplumları yansıtıyorlardı. Ancak her ne kadar toplumsal hiyerarşilerle katı bir hal alsalar da kentlerin içinde farklı dönemlerde faz geçişlerini andıran durumlar görülmektedir. 13. yüzyılın Paris’inde serseri entelektüeller olarak anılan Goliard’lar, yerleşik kurumları, değerleri alaşağı eden akışkan bir kuvveti temsil ediyorlardı mesela. Kentli, köylü, hatta soylu kökenli olan bu kişiler feodal yapıların devrildiği, köklerinden kopanların kentlere yığıldığı dönemin tipik temsilcileriydi.

Kristalize olmuş geleneksel yapılara saldıran Goliard’lar hiçbir maddi olanağı olmayan, kent okullarında sadakalar sayesinde eğitim gören, dilencilik yaparak geçinen yoksul öğrencilerdi. Hayatlarını kazanabilmek için sokaklarda hokkabazlık yapıyorlardı bazen. Hiçbir sabit mekânları, gelirleri, mülkleri yoktu; sevdikleri hocaların peşinden kentten kente sürükleniyorlardı. Kristal yapının içinde anaforlarla, kristalin katı çeperlerini tuz buz eden akışkan kuvvetler çıkabiliyor çoğu kez.

AKIŞKANI KONTROL ETMEK
Yıkıcı, yerleşik değerleri alaşağı edici bir akışkan kuvvet olarak kitleyi bastırmak, denetim altında tutmak için modern dönemlerde kentlerin yeniden düzenlendiğini biliyoruz. 1830 ve 1848 devrimlerindeki kitle ayaklanmalarının taze anılarıyla yaşayan İmparator Napoléon ve baş şehir plancısı Haussmann 1850lerde Paris’i yeniden inşa etmeye koyuldular. Ayaklanan kalabalıkların korkusuyla, daracık dolambaçlı yollardan oluşan ortaçağ kent dokusunu yıkarak, ordunun rahatlıkla hareket edebileceği geniş yollar inşa ettiler. Orduların kentin dokusuna yenildiğini çok eski kaynaklardan da biliyorlardı mutlaka. Antik çağlarda da benzer deneyimlerin yaşandığını, kentleri işgal etmeye kalkışan düşman kuvvetlerinin, daracık dolambaçlı kent sokaklarında telef olduklarını yazıyor kaynaklar. Argos kentini işgal etmeye çalışan Yunanlı general Pyrrhus’un ordusuyla birlikte kentin daracık sokaklarında sıkışıp kaldığını, bozguna uğradığını okuyoruz. Çatıdaki bir kadının kafasına attığı bir kiremitle ölüyordu sonunda (Bir kez daha kadınlar ve direniş mekânları olarak çatılar çıkıyor karşımıza). Kentin dolambaçlı sokakları iktidarların pek hoşuna gitmiyor.

İstiklal'deki insan seli içinde bir molekül olarak hareket ederken, bu akışkanın kritik bir eşiğe ulaşacağını, faz değişimleriyle birlikte kristal kuleleri alaşağı edeceği çatallanma zamanlarını hayal ediyorum.