RAHMİ ÖĞDÜL
04.09.2015
Arınmak için geldim buraya. Hinduların Ganj Nehri’nde, Hıristiyanların vaftiz suyunda arınmaları gibi. Su arındırıcıdır, ruhunuzu ve bedeninizi temizler. Yeniden doğarız, saf ve kusursuz. Tenime ve ruhuma yapışan ölü dokulardan arınmak istiyordum sadece. Gözümün önündeki, zihnimdeki, tenimdeki ölü imgelerden. Katledilmiş erkeklerin, kadınların, çocukların ölü bedenleri. Durmadan ovmak istiyordum derimi, çakıl taşlarıyla, kumlarla. Sonra tuzlu suyun arındırıcı dalgalarına bırakmak ve dalgalarda sallanmak bir çocuk gibi. Dalgaların bitimsiz gelgitleriyle yeni doğumlara gebe kalmak.
Ama olmuyor. Sahillere vurmuş mülteci çocukların, Doğu’da katledilmiş küçük bedenlerin ışığı sönmüş ıslak gözleriyle ıslanıyorum. Su bile arındırmıyor; dalgalar, ölümleri boca ediyor üzerime. Sular kan kırmızı. Her yerde ölüm var. Buraya gelmeden önce kentte bir duvar yazısı ilişmişti gözüme: “Ölümden önce yaşam var mı?” Tuhaf ve aslında hiç sorulmaması gereken bir soru ama artık sormak gerekiyor. İktidar ölümden önceki yaşamı iptal ederek ölümden sonraki yaşamı müjdeliyor biz fanilere. Elindeki kaşesiyle her yere ölümün yüzünü bastıkça ölüm bir klişe haline geliyor ve en korkuncu, ölümün sıradan bir imge haline gelmesi. Ölüm bizi şaşırtmıyor artık. Doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden ölüm suretler halinde dökülüyor üzerimize. O kadar kanıksadık ki duyumsamıyoruz bile; tüm sinir uçları körelmiş, duygusuzca bakıyoruz tenimize çarpan imgelere. Oysa duyumsamak isyan etmektir. Yaşamı ölüm kaşesiyle olumsuzlayan, ancak ölümden sonra yaşayacağımızı bizi ikna etmeye çalışanlara isyan ederdik, duyumsasaydık şayet.
Ölüm bir klişe haline geldi. Klişeden kurtulmak zordur ve ancak yaşamı tüm kuvvetleriyle duyumsadığımız zaman kurtulabiliriz. Klişeden, ölü imgeden kurtulmaya çalışan Cézanne, yeryüzünün kuvvetlerini duyumsayarak yeniden ve yeniden boyadı bir elmayı resmedebilmek için. Duyumsama köreldiğinde ölüm, ölü imgeler sarıyor her yeri, tuvalin yüzeyini, yeryüzünü, tenimizi. Hediyelik eşya dükkânlarında satılan sıradan bir nesne şimdi ölüm. Ve bu nesneyi satarak kendine saraylar inşa ediyor iktidar. Ölüm ticareti yapan ölüm tüccarları. Ölüm klişesini allayıp pullayıp çok değerli bir nesne gibi koyuyorlar yoksul halkın önüne. Kurukafayı elmaslarla ve platinle kaplayıp 50 milyon sterline alıcı bulan İngiliz sanatçı Damien Hirst’ü bile solladılar. “Vanitas”, diye haykırıyor iktidar, cesetlerin başında; “Yaşam yalandır, öte dünya gerçek. Sahip olacağınız en değerli şey ölümdür, ölümden sonra size mutlu bir yaşam vaat ediyorum.”
17. yy’da ortaya çıkan ve bu dünyanın yalan, öte dünyanın gerçek olduğunu simgeleyen dünyevi, değerli nesnelerle donatılmış bir natürmort türüdür Vanitas. İncil’den alınmış ve “Boşların boşu” ya da “Hiçlerin hiçi” anlamına gelen bir sözcük. Halkı dünyevi nesne temsilleriyle tefekküre daldırarak yaşamın boş olduğuna inandırmak: “Vanitas vanitatum omnia vanitas (Boşların boşu; her şey boştur). Vanitas’lar nesnelerle çevrili, bomboş bakan kurukafalar içerirler genellikle; bunlar, şatafatlı bir yaşam süren iktidara bakan yoksulların gözleridir. Yeryüzünü yağmalayıp boşaltanların, yaşamı yoksullaştıranların yoksul halka verebileceği ölümden başka ne olabilir ki? Kendini altın yaldızlı çerçevelerin içine, dünyevi nesnelerin arasına yerleştiren iktidar, kurukafaların boş oyuklarından bakan ve öte dünyanın düşünü kuranlarla dolu bir ülke yarattı. Ülke, bir Vanitas tablosu gibi asılı duruyor duvarda şimdi.
Varoluş sorunuyla karşı karşıyayız; yokluk ya da varlık. Kendini tüm nesnelerin sahibi olarak dayatan ve bizi hiçleştirenlere direnmezsek eğer, kurukafalar olarak Vanitas tablosunda yerimiz hazır; hiçleştirilerek kudretsiz kılınmış yokluklar. Duyumsamak var olmaktır, isyan etmektir. Bir yol ağzında durmuş, Hamlet gibi kurukafalarımızı tutuyoruz avuçlarımızda: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder