27 Şubat 2014 Perşembe

ÇÖZÜNÜRLÜĞÜ DÜŞÜK KADIN BEDENİ


RAHMİ ÖĞDÜL

27.02.2014

Sis mevsimindeyiz. Yeryüzüne inen buğu yaşamın çözünürlüğünü azaltarak nesneleri ve aralarındaki ilişkileri net şekilde görmemizi engelliyor. Bu doğal olaya politik bir sis perdesi eşlik ediyor aynı anda. İktidar da çözünürlüğü düşük görüntülerle her şeyi bulanıklaştırıyor. Pikseli düşük bir ortamın içinde şeyleri seçmekte zorlanırken, iktidarın işaret ettiği bir şeyi, yine iktidarın dili ile tartışırken buluyoruz kendimizi. Kabataş’taki olayın çözünürlüğü düşük görüntülerinde kadın bedeni netliğini yitiriyor. Mozaiklenen kadın bedenine indirilen sis, kadın bedeninin tüm zamanlarda maruz kaldığı şiddeti görünmez hale getiriyor ve eril iktidarın kadın bedenini malzeme yaparak kendi ataerkil iktidarını pekiştirmek amacıyla kullandığını seçemiyoruz. Bu sadece politik iktidarın cephesinde gerçekleşmiyor; yaşamın kılcal damarlarına kadar sızmış iktidar, gündelik konuşmalarımıza yansırken, iktidarın eril dilini durmadan çoğaltıyoruz.

BEDENE İNDİRİLEN SİS
İngiltere’de yaşayan sanatçı Luke Jerram’ın, Bristol Temple Meads Tren İstasyonu’na yerleştirilmiş ve ‘Maya’ ismini taşıyan kız çocuğu heykeli yaşadığımız duruma ışık tutması açısından güzel bir örnek. Piksel yöntemi kullanarak gerçekleştirdiği bu heykele yakından baktığımızda çözünürlüğü düşük olduğu için netliğini yitiriyor; uzaklaştıkça giderek netleşen küçük bir dişi bedeniyle karşılaşıyoruz. Ya da Amerikalı sanatçı Craig Alan’ın kadın portrelerine çok yakından baktığınızda sadece bir erkek kalabalığı göreceksiniz. Resimden uzaklaştıkça kadın portresi belirginleşiyor. Kabataş olayında da çözünürlüğü düşük görüntülerin içine o kadar çok gömüldük ki kadın bedeni netliğini yitirirken bir erkek kalabalığı ve kullandıkları eril dili görebiliyoruz sadece ve tüm zamanların iktidarı olan ataerkilliğin bulanık sularında yüzerken buluyoruz kendimizi. Kıyıya çıkıp bulanık sulardan kurtulduğumuzda şeyler seçilir hale geliyor; bedene ve özelde kadın bedenine indirilen sis perdesi ya da mozaik dağılırken tüm çıplaklığıyla görebileceğiz her şeyi.

Politik iktidarlar, rejimler değişse de ataerkilliğin fallus merkezli, “dik dur eğilme” düzeninin hiç değişmeden sürdüğünü göreceğiz. Erkeğin kendini kadın üzerinden ve kadını tahakküm altına aldıkça kurduğu eril iktidarın tüm zamanları boylamasına geçerek günümüzde de sürdüğünü göreceğiz. Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün ne zaman ortaya çıktığı tartışmalı olsa da felsefede akıl olarak kavramsallaştırılan kudretin faili olarak erkeğin izine Anaksagoras’ta rastlıyoruz. İ.Ö. 5 yüzyılda, maddeyi etkin ve pasif olarak ayırdığında eril ve dişil kavram çiftinden yararlanıyordu filozof Anaksagoras. Nous (akıl) adını verdiği bu etkin madde edilgin olanı harekete geçiriyor ve dolayısıyla evreni biçimlendiriyordu. Batı ontolojisinin bu ikili karşıtlık üzerinde kurulduğunu söyleyebiliriz: etkin ve biçimlendirici olan erkek ile biçimlendirmeye maruz kalan edilgen dişi.  Eril olan, etkin bir güç olarak olumlanırken, bir dizi kavramla birlikte anılıyor: kültür, akıl, efendi, özne gibi.  Edilgin dişiye eşlik eden kavramlar ise doğa, beden, köle ve nesnedir. Erilliğin ve dişiliğin tüm toplumlarda simgelerini görebiliyoruz ve toplumsal örgütlenmemiz, mimarimiz bu karşıtlığı simgesel boyutlarda yansıtıyorlar; diklemesine yapılanan hiyerarşik örgütler, giderek daha fazla dikilen bir kent, erilliği simgelerken, dişilik düşük pikselli bir resim gibi bulanıklaşıyor kent içinde. Erkeğin gösterdiği ölçüde görebiliyoruz kadını; işin tuhafı kadınlar da erkeğin bakışına göre biçimlendiriyorlar kendilerini.

BEDENİN SÖZÜ YOK!
Ataerkilliğin tüm politik, kültürel, ahlaki, toplumsal değerleri kadın bedeni üzerine kurulmuştur. Bir mülk gibi dikenli tellerle çevirdiğimiz ve uygarlaştırmaya çalıştığımız kadın bedeni, mülkiyetin eril değerlerine göre yargılanıyor; namus başka nedir ki? Şiddeti mazur göstermek için kullanılan namus kavramı, giderek daha fazla can alır oldu; kadın cinayetlerinin on yılda yüzde 1400 arttığını okuyoruz basından ve bu artışa LBGT bireylerine uygulanan şiddeti de eklemeliyiz. Bir toplumsal cinsiyet başka toplumsal cinsiyetlere şiddet uygularken, bedenlerin kendilerine dair söz söyleme, kendilerini istedikleri gibi kurma hakkı gasp ediliyor. Kabataş olayında tanık olduğumuz gibi kadın bedeni erkeklerin bir oyun alanı haline gelebiliyor; günlerdir bu politik oyun gündemde kaldı. Bu oyunu durmadan dillendirerek hem kadın bedeninin aşağılanmasını sürdürüyor hem de bu aşağılamadan politik yarar sağlıyoruz; iktidar, tüm zamanların iktidarı olan ataerkilliğe eklemlendikçe “dik dur eğilme” tezahüratlarıyla giderek dikleşirken, kadın bedeni çözünürlüğü düşük bir görüntü olarak silikleşiyor. Bu kadar dikleşen eril toplumun demokratikleşmesi, erkekler tarafından yazılan ve uygulanan tarihin değişmesi, Deleuze’ün söylediği bir kadın-oluş yaşamaktan geçiyor;  nesneleştirilen, edilgenleştirilen, eril akla tabi kılınan kadınlar da, yaşanacak bu kadın-oluştan muaf olmamalı tabii.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder