17 Kasım 2011 Perşembe

DÜNYA BİZE DOKUNMUYOR


RAHMİ ÖĞDÜL

17 Kasım 2011

Adımlayarak, bedenlerimizle yazdığımız bir metnin içinde dolaşıyoruz ve karşılaşmalarımızla daha da girift hale geliyor kentin yazısı; sesli, kokulu bir yazı, tüm duyu organlarını kışkırtıyor; bir metnin içinde hareket ederken buluyoruz kendimizi; yüzeyler dokunmak için bizi davet ediyor. Duyu organları ile dünya arasında gerçekleşen bitimsiz bir akışın tam ortasındayız. Bir ara yüz olarak tenimize cisimler dokundukça, cisimler gözeneklerden içeri sızdıkça, kent ile bedenin iç içe geçtiğini duyumsuyoruz. Yürüdükçe, dokundukça, kent bizim içimizde yürüyor, bize dokunuyor; kentin içinde yürüyerek, dokunarak yazdığımız yazılar birbirlerine karışarak devasa bir metin meydana getiriyor; dışarıdan değil, içeriden, tek tek adımlarla, duyuşlarla, dokunuşlarla yazılmış bir yazı. Mağaranın derinliklerinde yaşayan kör kurtçuklar gibi tenimizin tüm yüzeyiyle görüyoruz, okuyoruz yaşadığımız ortamı ve yanıt veriyoruz.

DOKUNMAYI UNUTMAK
Tenimizle açılıyoruz dünyaya. Her şey tenimize dokunuyor: nesneler, sesler, kokular, ışınlar. Tenin kıvrımlarıyla yeryüzünün kıvrımları birbirine karışıyor. Tenin tüm duyuların anası olduğunu söylüyor antropolog Ashley Montagu: “Ten en eski ve en duyarlı organımızdır. En etkili iletişim aracımız ve en etkili koruyucumuz. Gözümüzün saydam ağ tabakası üzerinde bile bir deri katmanı vardır. Gözlerimiz, kulaklarımız, burnumuz ve ağzımızın atası dokunmadır. Dokunma diğer duyulara dönüşerek farklılaşmıştır.” Bu alıntıyı Tenin Gözleri’nden yapıyorum, Finlandiyalı Mimar Juhani Pallasmaa, mimarlık bağlamında yazdığı bu kitapta tenin günümüzde kaybolmuş kuvvetini tekrar hatırlatılıyor bize. (Tenin Gözleri, çev. Aziz Ufuk Kılıç, YEM Yayın).

Göz merkezli bir mimarlıktan ten merkezli bir mimarlığa geçiş ihtiyacını vurguladığı kitabında Pallasmaa, tüm duyuların aslında tenin uzantıları olduğunu ve tarihin bir yerinde gözün bu duyular arasında baskın hale geldiğini belirtiyor. Tüm duyuların ten duyusunun özelleşmiş halleri ve tüm duyusal deneyimlerin birer dokunma kipi ve dolayısıyla dokunmayla ilişkili olduklarını unuttuk adeta. Dünyayla temasımız, bizi sarıp sarmalayan tenin özelleşmiş kısımları aracılığıyla, benliğin sınır hattında gerçekleşiyor oysa. Benlik, ten denilen sınırda gerçekleşen geçişlerle kurulmuyor mu zaten? Bu geçişlerin gerçekleşmediği anlarda benliğin çöktüğünü hissetmiyor muyuz?

FELAKETLERİN GÖRSEL ŞÖLENİ
Tenin tüm yüzeyiyle dünyaya açılması yerine, duyusal algılama tek bir duyu organına indirgeniyor günümüzde; dünya gözün hâkimiyetine sokuldukça, ten geri çekilip feshediliyor ve dünyayla kurduğumuz ilişki sadece göz üzerinden gerçekleşiyor neredeyse. Herkesin görmek ve görülmek istediği bir görsel iletişim/kültür çağında diğer duyuların nasıl da törpülendiğini, görünenlerin içi boşalmış birer imge halinde yassılaştığını ve dünyayla dokunaklı bir ilişki imkânının ortadan kalktığını kendi yaşamlarımızdan biliyoruz. Görsel iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte dünyayı, felaketleri, en acı olayları bile bir görsel şölen olarak algılıyoruz artık. Akan görüntüler tenimize dokunmuyor; görüntü ve imge yağmuru altında gözün koruyucu tabakası sayesinde ıslanmadan dolaşabiliyoruz. Görüntüler, retinal yağmurluğun plastik yüzeyinden, içimize işlemeden akıp gidiyor. Bu görsel şölen dünyayı, kenti deneyimlemekten giderek uzaklaştırıyor bizi. Göz baktığı her şeyi tıpkı Medusa’nın bakışı gibi taşlaştırıp nesneleştirirken beden ile dünya arasına mesafe sokuyor.

TENİN GEÇİRGEN DOĞASI NEREDE?
Batı tarihine eklemlenen bir toplumumuz ve diğer toplumlar gibi, Batı tarihinin gözü baskın bir duyu organı haline getirilmesini de temellük ediyoruz. Tüm yüzeyiyle tenin dünyaya açılmasını, tenin geçirgen doğasını unuttuk. Dünyaya dokunamıyoruz artık ve dünya da bize dokunamıyor. Her noktası duyarlı bir teni bir duyu organı, tenin küçük bir yüzeyi uğruna köreltiyoruz. Kıvrımlarıyla dünyaya sonsuzca açılan teni tek bir duyu oranına indirgeyerek, kendimizi duyusal olarak yoksullaştırdık. Hâlbuki, kendilerini dünyanın içine yerleştiren, tenlerinin tüm yüzeyiyle yeryüzünün kuvvetlerine açılan göçebelerin icadı keçeyi düşünsek. Bedenleriyle ezdikleri, şekil verdikleri keçeyle kendilerine yurtlar kuruyor, giysiler dikiyorlar, dünyayı bedenleriyle keçeleştiriyorlardı. Gözün baskısına rağmen, dünya ile tenin iç içe geçtiği, keçeleştiği zamanları içten içe özlüyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder