8 Eylül 2011 Perşembe

ADSIZ KAHRAMANIN DÖNÜŞÜ


RAHMİ ÖĞDÜL

08 Eylül 2011

Kuzeyden esen rüzgârlarla birlikte kent sonbahar-sanat iklimine giriyor. Geçen yıllarda olduğu gibi aşırı adlandırılmış, aşırı kodlanmış bir sanat iklimi yerine bu kez hiç adlandırılmamış bir sanat iklimi soluyacağız anlaşılan. 17 Eylül-13 Kasım 2011 tarihleri arasında düzenlenecek 12. İstanbul Bienali’nin başlığı “İsimsiz”. İlk bakışta hiçbir şey göstermeyen, ima etmeyen bir başlıkla karşılaşıyoruz. Bizi neyin beklediğini önceden bilememenin tedirginliği.

Bir süreci, sürekli değişim, oluş halinde olan bir varlığı adlandırmak, ona sabit bir kimlik biçmek mümkün mü? Sürekli başka kılıklara bürünen, hatta bazen kılıksızlaşan bir oluş hali olarak yaşamı sabit bir kılığa sokmak ve bu kılığı adlandırmalarla pekiştirmek. Oysa sağ duyusal pratiklerimiz hep adlandırmalar üzerinden gelişiyor. Adlandırmadan edemiyoruz. Adlandırılmayan bir şey ürkütüyor bizi. Adlandırdıkça mülk ediniyoruz çevremizdeki varlıkları, nesneleri. Adlandırdıkça her şey tanıdık hale geliyor, tedirginliğimizi adlandırarak gideriyoruz. Adlandırıp tasvir ettikçe değişmeyen, dönüşmeyen bir şey oluyor varlıklar ya da değişimden korktuğumuz için, değişmesin, dönüşmesin, hep aynı kalsın diye adlandırıyoruz.

Kent (Paris) bağlamında Balsac’ın romanlarındaki tasvirin gücünü inceleyen İtalyan edebiyat kuramcısı ve eleştirmeni Franco Moretti, bu gücün ihtiyarların tasvirinde doruğa ulaştığını belirtiyor ve bunun nedenini ihtiyarların artık dönüşüm potansiyellerini yitirmiş olmalarına bağlıyor: “Bu karakterlerin gelecekleri, bugünlerinin aynısı olabilir ancak; bunların özü ne olduklarıdır, ne olabilecekleri değil. Hiçbir zaman bir anlatının nesnesi olamayacaklardır çünkü bu anlatı (kent anlatısı) ille de değişimi içeriyor” (Mucizevi Göstergeler, çev. Zeynep Altok,

Balsac’ın kent romanlarında değişimi içermeyen, hep aynı kalan karakterler başarılı bir şekilde tasvir edilirken, başkaraktere dönüşecek olan kahramanların ise tasvir edilemez olduklarını görüyoruz. Olup bitmiş varlıklar değil de olmakta olan, kılıktan kılığa giren varlıklar başrole yükseliyordu Balzac’ın romanlarında. Sönmüş Hayaller’in başında Julien tam da başrolü kapmaya aday bir karakter olarak beliriyordu: “Alnına yapışmış bir yafta, boynuna asılı bir etiket yok. Toplumda kimseye, hiçbir yere bağının olmayışını lehine kullanmalısın.”

Yaftası, etiketi olmayan, değişken, dönüşebilme, bir rolden öbürüne, bir bağlılıktan diğerine geçebilme yeteneği yüksek bir karakter olan Julien, 19. yüzyıl kent romanlarında tam da tasvir edilebilir olmadığı için başkahraman olmak zorundaydı Moretti’ye göre.

Kentsel süreç içerisinde sürekli oluş hali yaşayan bir varlığı tasvir edebilmenin zorluğuyla karşılaşıyoruz. Olup bitmiş, hiçbir değişim potansiyeli içermeyen karakterler ise çok başarılı şekilde tasvir ediliyordu romanlarda. Yaşam ele avuca sığmazlığıyla, akışkanlığıyla her türlü adlandırmadan, tasvirden kendini sıyırmasını biliyor. Oysa bizler, her şey aynı kalsın, hiçbir şey değişmesin, tanımlı olsun diyen bizler adlandırarak katılaştırıyoruz bu süreci.

Birer açık yapıt olarak, bitmemiş, sürekli yorumlarla yeniden oluşturulan işlerin yer aldığı Bienalleri, sergileri adlandırarak, Balsac’ın ihtiyarlarına dönüştürüyoruz farkına varmadan. Oysa sergilenen işler açık bir süreç olarak sürekli değiştirebiliyor, kılıktan kılığa sokabiliyorlar kendilerini. Bu yıl İstanbul Bienali, 1996 yılında AIDS’e bağlı komplikasyonlar sonucu ölen sanatçı Felix Gonzalez-Torres’in anısına "İsimsiz(Untitled)" başlığını taşıyor. Daha çok bir süreç sanatçısı olarak tanınan Gonzalez-Torres yapıtlarını adlandırmaktan kaçındığı için “İsimsiz” başlıkları veriyordu onlara, parantez içine ise daha özgül adlandırmalar yerleştiriyordu. Bu özgül adlandırmalar paranteze alınmış, akıştan koparılıp yalıtılmış bir varlığı gösteriyordu belki de: tasvir edilemeyen, gizil güçler içeren bir süreç olarak sanatın sağ duyusal adlandırmaları.

Gonzalez-Torres’in enstalasyonlarının yer aldığı sergilere katılan izleyiciler, sergilenen nesneleri yanlarına alıp götürebiliyor ve hatta yiyebiliyorlardı. “İsimsiz (Anıtlar)” başlığını taşıyan sergisinde sanatçının mahrem hayatından metinler içeren bir kağıt yığınıyla karşılan sanatseverler, sanatçının mahremini yanlarında götürmüş ya da AIDS’ten ölen sevgilisi Ross Laylock anısına düzenlediği “İsimsiz (Plasebo”) başlıklı sergisinde yere serili, parlak kağıtlara sarılı şekerlemeleri yemişlerdi. Sürekli dağılan, eksilen ve yenilenen sergileriyle sanatın katılımcı ve süreçsel yönünü vurgulayan Gonzales-Torres aynı zamanda 1990’larda ABD’de, kendisinin de mustarip olduğu AIDS hastalığını ve eşcinsel haklarını konu alan sergiler de düzenlemişti.

Bu yılki Bienalde, adlandırmaktan kaçınan, sanatı sürekli oluş halindeki bir süreç olarak algılayan Felix Gonzalez-Torres’in izlerini keşfederken, yine adlandırmaların, tasvirlerin tuzağına düşmeden edemeyeceğiz galiba.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder