17 Şubat 2011 Perşembe
YUVASIZ KUŞLAR: NOSTALJİK PARADİGMA
RAHMİ ÖĞDÜL
17 ŞUBAT 2011
Evin ya da kentin bir köşesinde aniden karşımıza çıkan bir nesne ya da bir koku birden bizi şimdiki zamandan koparıp, belleğin derinlerinde gömülü olan geçmişe götürebiliyor. Yitirilen bir zamanı yeniden ele geçiyoruz. Haliç kıyılarında ara sıra yükselen metan gazı kokusu pek çok insan tarafından iğrenç bir koku olarak algılanırken, aynı koku benim kişisel belleğime gömülü olan semt tarihinin yüzeye çıkmasına yol açabiliyor mesela. İlk gençliğimde Alibeyköy’deki bir dokuma fabrikasında minyatür dokuma tezgâhında dokuduğum kumaşları, toplumsal ilişkileri, dostlukları, direnişleri hatırlatıyor bana; bu koku lodosun etkisiyle ne zaman burnuma çarpsa, derhal o günlere dair canlı görüntüler sökün ediyor zihnime. Bu koku, Haliç’in tüm endüstriyel geçmişini sıkıştırılmış halde bünyesinde taşıyor.
GEÇMİŞİN SAKLANDIĞI YER
Geçmiş nesnelerde, kokularda, lezzetlerde, yani algılanabilir olan şeylerde saklı; hiçbir yere gitmiyor geçmiş; bir nesnenin içine sığınıyor ve keşfedilmeyi bekliyor. Ne diyordu Marcel Proust?: “Aklın bize geçmiş diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Aslında hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli orada hapis kalır. Biz nesne aracılığıyla onu tanır, çağırırız, o zaman kurtulur” (Sainte-Beuve’e Karşı, çev. Roza Hakmen, Doğu Batı Yay.). Proust, soğuk bir kış günü çaya batırılmış kızarmış ekmeği damağında hisseder hissetmez nasıl da birden bire yitirilmiş çocukluk anılarını yeniden kazandığından da söz eder. Ne kadar zorlarsak zorlayalım akıl yoluyla geçmişi tüm canlılığıyla hatırlamanın çok zor olduğundan dem vuruyor yazısında; akıl olsa olsa kupkuru bir taslak çıkarabiliyor karşımıza. Oysa geçmişi saklandığı, cisimleştiği yerden kurtarmak, canlandırmak için bir nesneyle rastlantısal bir karşılaşamaya gerek duyuyoruz. Bir nesneyle, bir kokuyla, beklenmedik, rastgele bir karşılaşma anında, o nesnenin içinde barındırdığı geçmişe, yitirilen zamana ulaşabiliyoruz ancak.
EZGİYLE KAOS KOZMASA DÖNÜŞÜR
Geçmiş ya da yitirilen bir yurt bazen bir ezgide yakalayabiliyor bizi; her şeyin hızla değiştiği, kaosun, karmaşanın ortasında birden ortaya çıkan bir ezgiyle kaos aniden kozmosa dönüşebiliyor. Kuşlar kendi yurtlarının sınırlarını şarkılarıyla çizerler örneğin, şarkılarıyla yerli yurtlu hale gelirler. Tekinsiz ortamlarda, mezarlıklarda şarkı söyleme esprisi boşuna değil, bilinemez olan bir şey karşısında bildik bir ezgiyle bizler de en azından kendimizi rahatlamaya çalışırız, ezginin nakaratlarıyla kaosu olabildiğince yurtlaştırırız.
Alp dağlarında çobanların sığırları otlatmaya götürüp getirirken boruyla çaldıkları geleneksel İsviçre ezgisi Kuhreihen, yurtlarından uzak, yabancı topraklardaki İsviçreli paralı askerleri de can evinden yakalıyor ve askerler yoğun bir melankoli duygusunun eşlik ettiği sıla özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu duygu intihara bile sürüklüyordu askerleri. Geçmişe, yitirilen yuvaya yönelik bu özlem duygusunu 1688’de İsviçreli hekim Johannes Hofer bir hastalık olarak tanılamıştı. Yunanca 'nostos' (yuvaya dönüş) ile 'algos' (acı, ıstırap) sözcüklerinden oluşan nostalji adını icat etmişti bu hastalık için. Askerlerin nostaljiye yakalanmalarını önlemek için Kuhreihen dinlemeleri yasaklanmıştı.
YİTİRİLEN YUVANIN ÖZLEMİ
Moderniteyle birlikte durmadan yerinden yurdundan edilen, bir türlü yerleşemeyen ve Heidegger’in deyişiyle mesken tutmayı unutan modern insanın yoğun olarak yaşadığı bir duygudur nostalji artık. Sürekli yitirme deneyiminin yaşandığı bir ortamda bireylerin yakasını bir türlü bırakmaz nostalji; ‘eski güzel günler’in, yitirilen yuvanın özlemi hep yanı başımızdadır. Kendi kişisel belleğimizde olduğu kadar, toplumsal bellekte de yitik bir geçmiş sık sık yüzeye çıkar. İlk romantiklerden bu yana moderniteye eleştirel yaklaşan toplumsal düşüncenin temelinde hep nostaljik paradigma vardır. Yitirilen, gözden düşürülen değerlere, altın çağa bir geri dönüş özlemi olarak politik yelpazenin her iki ucunda da hep nostalji duygusunun ağır bastığını görüyoruz.
‘Umut İlkesi’ yazarı Ernst Bloch, öngörüye dayalı özlemler ile geçmiş kültürlerin taşıdığı gerçekleşmemiş vaatleri kaynaştırdığı Heimat (anavatan, yurt) kavramına ütopik bir nitelik yüklemişti. Heimat, ütopyanın gerçekleştiği yurttur; insanların ve dünyanın barıştığı, daha iyi bir yaşam hayalinin gerçekleştiği yer. Çocukluğumuzda hepimizin deneyimlediği ve yaşamımız boyunca hep bizimle birlikte olan yoksunluğun, yabancılaşmanın, gaspın olmadığı yurt duygusunu heimat kavramıyla birlikte geleceğe taşımıştır Bloch.
GEÇMİŞ NESNELERİN İÇİN HAPSOLUYOR
Proust’un vurguladığı gibi geçmiş hiçbir yere gitmiyor, nesnelerin içine hapsoluyor aslında; karşımıza çıkan nesneler aracılığıyla beklenmedik bir anda yeniden canlanıyor ve bir geri dönüş duygusu yaşıyoruz. Daha doğrusu, modernitenin dayattığı çizgisel zaman anlayışı, sanki bir dönüş yaşadığımız yanılsamasına kapılmamıza yol açıyor; oysa şimdi geçmişi arkasında bırakmıyor, bilakis geçmişi de içinde barındırıyor. Tophane, Bostancıbaşı Caddesi’ndeki MARS (Mimarlık Araştırmaları Stüdyosu), Emre Zeytinoğlu’nun küratörlüğünde nostalji temalı bir karma sergiye ev sahipliği yapıyor bugünlerde. “Dönüş: Suçsuz Nostalji” adını taşıyan bu sergide Can Aytekin, Evrim Kavcar, Melike Kılıç, Aylin Tekiner ve Elif Öner, yitirilmiş yuvaya, geçmişe yönelik özlem duygusunu, yani nostalji kavramını çok farklı teknik ve malzemeyle işlemişler, bir bakıma geçmişi yarattıkları nesnelere hapsetmişler. Geçmiş, hapsolduğu nesneden kurtulmak için bizim bakışımızı, algılamamızı özlüyor.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder