18 Ekim 2010 Pazartesi

ARAZİ SANATI


RAHMİ ÖĞDÜL

14 Ekim 2010

Ülkemiz, Avustralyalı sanatçı Andrew Rogers’ın Kapadokya’ya, açık araziye yerleştirdiği heykellerle birlikte Batı’da Land Art, Türkçede ise Arazi Sanatı, Yeryüzü Sanatı gibi çeşitli adlarla anılan bir sanat türünü keşfetti; yerel yöneticiler de dağ başlarına, ulaşılması zor yerlere yerleştirilen bu heykellerin ne anlatmak istediğini öğrenmek için inceleme başlattılar haliyle. Meraklarını gidermek için kütüphanede ya da internette kişisel bir araştırma yapmak yerine, işin kolayına kaçıp bu işi “bilir kişiler”den öğrenmek için yasal yollara başvurmuşlar anlaşılan. Oysa her hangi bir sanat kitabının arazi sanatı başlığı altında yer alan bilgiler bunların merakını giderebilirdi. Üstelik Türkçede arazi sanatı üzerine yazılmış kitaplarda mevcut; Caner Karavit’in Telos Yayınları’ndan çıkan ‘Yeryüzü Sanatı’ kitabını ya da Ahu Antmen’in Sel Yayıncılık’tan çıkan 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar adlı kitabının arazi sanatıyla ilgili bölümünü burada anmak gerekiyor.

1960’larda Amerika’da gerek geleneksel galeri mekânlarına tepki göstermek, gerekse ilerleme ve sanayileşmeyle birlikte devasa boyutlara ulaşan doğanın yıkımına dikkat çekmek için çeşitli sanatçılar dağ başlarında bu tür işler yapmaya başladılar. Toplumsal değişim taleplerinin dile getirildiği bir dönemdi; kültürel, cinsel eşit hak arayışlarının örgütlediği bu dönemde sokakta olup bitenlere kayıtsız kalmayan, bu dinamiklerle beslenen çok sayıda sanatçı da yerleşik düzenin simgesi olarak gördükleri müze ve galerilerin modernist ve seçkinci tavrına bir tepki olarak alternatif mekân arayışlarına yöneldiler. Terk edilmiş binalar, sokaklar ve doğa, sanatın ticarileşmesine, metalaştırılmasına direnen, kapitalizm karşıtı sanatçıların sergi alanlarına dönüştü.

Arazi sanatını aslında pek çok sanat akımının kesiştiği bir noktada duruyor ve bu sanat akımlarından da besleniyor: Taş, toprak gibi doğal malzemeleri ve süreçselliği kullanan Art Povera (Yoksul Sanat), yalın geometrik şekilleri uygulan minimalizm; gelip geçiciliğe vurgu yapan Happening, arazi sanatıyla ilişkilendirilen akımlar. Ayrıca arazi sanatı, sanatçının bizzat doğal süreçlere katılması bakımından performans sanatıyla, doğada yer alan enstalasyonların kapalı mekanlarda belge, fotoğraf, harita ve benzeri malzemeler kullanılarak sergilenmesi nedeniyle de kavramsal sanatla akrabalık ilişkileri var. Bitmiş yapıttan daha çok doğanın insafına terk edilmiş, sürekli değişim geçiren yapıtlar söz konusu burada ve yapıtın gömüldüğü yer (doğa), yapıtın oluşumunda rol oynayan bir aktöre dönüşüyor.

Arazi sanatın öncülerinden Robert Smithson’ın deyişiyle sanatçılar “fırça yerine buldozer kullanarak” doğanın ortasında enstalasyonlar yapmaya başladılar. Smithson kendi işlerinde özellikle entropi kavramının altını çiziyordu. Yüksek enerji girdileriyle düzenin sağlandığı metropol dünyası aslında bir yanılsama dünyasıydı. Modern metropollerden uzaklaştığınız an, entropi dünyasıyla karşılaşıyordunuz. Doğanın ortasındaki yapıt enerji değişimlerine maruz kalıyor, entropinin yani düzensizliğin artmasıyla biçimsizliğe doğru ilerliyordu. Smithson sanatın her türlü dönüştürmeci işlevini reddetmiş, kendisine ve izleyici kitlesine sahte bir estetik avuntusu verebilecek nesneler yaratmaktan özellikle kaçınmıştır. Smithson’a göre çağımızın anlatıları, ne sanat galerileri ne de kamuya açık meydanlarda aranmalıydı. Çağımızın anıtları kentin kıyısında, varoşlarda yükseliyor ve daha inşa edilmeden yıkıntıya dönüşüyordu.

Smithson, doğadan topladığı doğal malzemeleri kasalar içinde galeri mekanında sergilerken, bu malzemelerin toplandığı yeri gösteren bir de harita koymuştu sergi mekanına. Yer-Yer Olmayan (Site-Nonsite) adını taşıyan bu sergide Smithson, doğrudan yaşanan deneyimin yerine geçmek isteyen her türlü temsili değerini reddediyordu bir bakıma. Sanata adanmış galeri mekanında sergilenen bu doğa temsillerinin aslının yerini tutmayacağını göstermek istiyordu. Claude Gintz’in (Başka Yerde&Başka Biçimde, Dost Kitabevi) belirttiği gibi site-nonsite terimleri, İngilizcede aynı şekilde telaffuz edilen sigth-nonsight, yani görülen ve görülmeyen yan anlamlarını da taşıyordu. Görülmesi gereken doğanın sergi mekanında görülmez oluşuna dikkat çekmek istiyordu Smithson. Bu açıdan arazi sanatı, yüksek enerji girdili metropol dünyasında görünmez hale gelen doğanın tekrar görünür hale gelmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Kapadokya arazisine heykellerini yerleştiren Andrew Rogers da, ‘Yaşamın Ritimleri’ adını verdiği bir projeyle dünyanın altı kıtasına yayılan on üç ülkede masif taş heykellerini (geolyph) sergiliyor. Görünmez hale gelen doğayı tekrar görünür hale getirilmesinde arazi sanatının rolünü küçümsememek gerek. Küçümsenmesi gereken şey olsa olsa, doğayı bu enstalasyonlar aracılığıyla yeniden keşfetme zayıflığımız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder