25 Mart 2010 Perşembe

KENTLERİN İŞKENCE TEZGÂHINDA ÖLÜMÜ



RAHMİ ÖĞDÜL

25 Mart 2010

Kentsel dönüşüm kentleri değiştirmekle kalmıyor, kentsel kavramlar da hızla dönüşüme uğruyor ve haliyle sözlük maddelerinin eskidiğini, değiştirilmesi gerektiğini görüyoruz. 2009’da basılmış Redhouse sözlüğünde kentin iç kısmını, merkezini gösteren bir terim olan ‘inner city’ maddesini okuduğumuzda, ‘kentin merkezinde yoksulların oturduğu mahalle’ tanımıyla karşılaşıyoruz hâlâ.

Batı’da 20. yüzyılda banliyöleşme hareketiyle birlikte orta-üst sınıfların kentin karmaşasını terk edip, kentin dışına, otoyollar ağıyla çevrili modern konut alanlarına yerleşmeleriyle birlikte giderek sözde çöküntü alanları ve yoksulların mekânı haline gelen kentin iç kısımları, daha sonraları başlayan kent merkezlerinin soylulaştırılması süreci sayesinde tam tersi bir anlam taşımaya başlamıştır: artık buralar zenginlerin oturduğu mahalleler haline geliyor. Sözlük yazarlarının bu radikal kavramsal değişimi dikkate almaları gerek.

Bir beden olarak kentin içini temizleme hareketi yeni bir şey değil; düz çizgilere, geniş yollara tapan faşist Mussolini de şehrin içini eski binalardan ve bu binaları mesken tutmuş yoksullardan temizlemek için kapsamlı bir yıkım hareketi başlatmıştı. Bu temizleme projelerine, iç organlarını çıkarmak, içini boşaltmak anlamını taşıyan tıbbi bir terim olan ‘sventramenti’ adı veriliyordu. Yıkım üstadı Haussmann geleneğinden gelen faşist kent planlamacıları, elinde kazma ile tasvir edilen Duçe’nin önderliğinde kentin iç organlarını çıkarmak için kentlerde yıkımlara giriştiler; tabii ki hızı, düz çizgiyi, mekanikleşmeyi göklere çıkaran fütüristlerin desteğiyle.

ORTAÇAĞDA İŞKENCE…
Ortaçağlarda pek yaygın bir işkence türü olan karnın yarılarak bağırsakların, iç organların dışarı çıkarılması artık kentlere de uygulanır olmuştu. 15. yüzyılda yaşamış ressam Dieric Bouts, böyle bir işkence için tasarlanmış makinenin nasıl çalıştığını gösteriyor bize. Bu infaz tekniği, canlı haldeki kurbanın iç organlarının bir çıkrık yardımıyla yavaş yavaş dışarı çıkarılmasına dayanıyor, sonunda kurban acı içinde kıvranarak ölüyordu. Aynı tekniğin faşistlerce kokuşmuşluğun bir simgesi olarak niteledikleri eski kent dokusu ve yaşantısına uygulanması çok manidar duruyor.

Artık kent merkezleri eski konutların yerlerine yapılan lüks konutlarla ya da tarihi binaları yenileştirme çalışmalarıyla yoksullardan, istenmeyen unsurlardan arındırılırken, boşalan yerleri, bu konutları alım gücüne sahip orta-üst sınıflar dolduruyor. Sulukule örneğinde gördüğümüz gibi iç organlarından temizlenip yeniden tasarlanmış kent merkezlerimiz, soylulaştırılıp üst sınıfların yaşam alanlarına dönüştürülüyor hızla. Alt sınıflar, yoksullar kendileri için yapılan, kent merkeziyle otomobil dışında hiçbir bağlantısı olmayan, dağ başlarında, otobanlarla çevrili belleksiz toplu konutlarda, ekonomik, toplumsal ve kültürel açıdan toplu ölümlere sürgüne gönderiliyorlar. Jane Jacobs, ‘Büyük Amerikan Kentlerinin Yaşamı ve Ölümü’ (1961) adlı kitabında, ayrıştırmalara dayalı kent planlaması yüzünden kentlerin nasıl öldüğünü anlatıyordu; iç organları çıkarılan kent acı içinde kıvranarak ölüme terk ediliyor.

Kentin kendiliğinden ortaya çıkan görünürdeki kaotik yaşantısına düzen getirme düsturuyla iş gören otoriteler, gerçekte tamamen temsilden oluşan bir kent imajının peşindeler oysa; küresel sermaye akışlarını kente çekmek için kenti bir imaj halinde dondurup, imajı bozan istenmeyen unsurları, yoksulları bir atık gibi kentin dışına boşaltıyorlar.

Halbuki Mihail Bakhtin ve Jane Jacobs gibi yazarlardan biliyoruz ki hayatın, özellikle de kent hayatının kendine has bir düzeni var ve bu düzen her şeyi yerli yerine oturtmaya çalışan, insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen tepeden inmeci bir yaklaşımdan, bir imajdan değil, aksine kendiliğindenlikten ve çeşitlilikten, insanların davranışsal ve bilişsel edimlerinden ortaya çıkmıştır. Kent hayatı mesela, bir bestecinin her çalgıya, çalgıcıya kendi partisyonunu çalma görevi verdiği bir senfoni değildir. Aksine, farklı elementlerin önceden kestirilmeyecek şekilde etkileşime girdiği ve öngörülemeyen yeni karışımların, oluşumların meydana geldiği bir kimyasal süreci andırıyor; kent sakinlerinin etkileşime girmesiyle görünür kılınan kimyasal bir doğaçlama sergileniyor kaldırımlarda.

KÜRESEL İKTİDARLARIN KARARI…
Toplumsal, kültürel, ekonomik faaliyetlerin iç içe geçtiği kent mekânları şimdilerde sınıfsal, etnik, ekonomik ayrıştırmalar ve kutuplaştırmalarla soyut, ölü mekânlar haline getiriliyor. Bir zamanların dayanışmacı mahalle anlayışı yerini, birbirine karşı duyarsız bireylerden oluşan yığışmalara bırakıyor. Sınıfsal, bireysel ayrışmaları ve kutuplaştırmaları dayatan bu imaj-kenti tartışan bir sergi var.

Tophane’deki eski tütün deposundaki “Açık Şehir: Biraradalığı Tasarlamak” başlığı taşıyan sergi kent sakinlerini kendi kentleri üzerinde düşünmeye ve kenti birlikte tasarlamaya davet ediyor. Daha doğrusu üç ayrı serginin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmış Açık Şehir projesi: İnsanların birbirleriyle toplumsal, kültürel ve ekonomik olarak ilişkiye girdikleri, çeşitliliğe ve farklılığa dayalı açık kent kavramının tartışıldığı ‘Açık Şehir Forum’; günümüz kentlerinde ortaya çıkan, farklı sınıflara özgü kapalı, korumalı sitelere, mekânlara farklı açılardan yaklaşımlar sunan ‘Sığınma’; ve Hollandalı sanatçı Bas Princen’in İstanbul, Beyrut, Amman, Kahire ve Dubai’deki kentsel değişime dair gözlemlerini yansıtan fotoğraflardan oluşan ‘5 Şehir Portfolyosu’.

Kentsel kavramlar kent sakinlerinin arzuları dışında, kentlerin ölümü pahasına küresel olarak hızla değişime uğrarken, bu kavramların kentin tüm failleriyle (kentliler, şehirciler, mimarlar vb) birlikte yerel olarak inşa edilmesi hayati bir önem taşımakta. Kentliler olarak nasıl bir kentte yaşayacağımıza, küresel iktidarların değil, bizlerin karar vermesi gerekiyor.

Not: “Açık Şehir” sergisi, 9 Mayıs 2010’a kadar Tophane’deki eski Tütün Depo’sunda izlenebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder