1 Nisan 2021 Perşembe

MEKÂNLARIN EN KÖTÜSÜ

 25.09.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi şöyle başlar: “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü”. Bir de şöyle başladığını düşünelim: “Mekânların en iyisiydi, mekânların en kötüsü”. Kulağa tuhaf geliyor; çünkü başımıza gelenleri mekâna değil, zamana bağlıyoruz; zamanı yeriyor ya da övüyoruz. Beddualarımız bile zamanla ilgili: “Tuhaf zamanlarda yaşayasınız”. Oysaki tuhaf mekânlarda yaşıyoruz. Modernleşmeyle birlikte yeryüzünde mesken tutmayı unuttuk. Konfeksiyon giysiler gibi hazır yapım konutları sırtımıza geçiriyoruz. Varoluşumuzu biçimlendiren yer ile, yeryüzünün kuvvetleri ile temasımız kalmadı artık. Soyut mekânlar içinde yeryüzünden kopuk, soyut hayatlar sürdürüyoruz. Dışarısı ile içerisi, ev ile yeryüzü arasındaki süreklilik yerini, yeryüzünün kuvvetlerinden tamamen kopuk, yapay olarak iklimlendirilmiş bir içerisine bıraktı. Yeryüzünde mesken tutuşumuz da, varoluşumuz da bir felaket. Yeryüzünün yıkımı pahasına mekânlar üretiyoruz. Mekân ile varoluş biçimimiz, ayrılmamacasına birbirine kenetli. İnşa ettiğimiz mekânlarla yeryüzünde felaketler yaşıyor, yaşatıyoruz. Gelgelelim mekânı değil, zamanı suçluyoruz. Zamanların değil, mekânların en kötüsünde yaşıyoruz. Nasıl bir yaşam sürdüğümüz, ürettiğimiz kentlerden belli. Arapça ‘kevn’ kökünden gelen mekân, varoluş ve aynı zamanda var olunan yer, konum, uzay demek; bir şeyin varlık hâline geldiği yer. Biçimlendirdiğimiz ve bizi biçimlendiren mekânlar yeryüzünü felakete sürüklerken, zamana bıraktık her şeyi; kurtuluşu zamandan bekliyoruz.

Asıl tuhaf olan, felaketleri zamanla, göksel cisimlerin hareketleriyle ilişkilendirmemiz. Mekânı sorgulamak, tüm toplumsal yapıyı, yaşam biçimlerimizi sorgulamayı gerektiriyor. Aşırı politik bir mesele, kim uğraşacak şimdi? Zaman öyle mi, apolitik gibi duruyor. İrademizin dışında akıyor; günler birbirini kovalıyor, mevsimler geçiyor ve bir büyücü gibi, dokunduğunda koşullarımızı değiştirebiliyor. Oysa zaman da aşırı politik. Her iktidar kendi zaman ve mekân düzenlemesiyle gündelik hayatı, yaşamlarımızı kendi imgesine göre örgütlemek istiyor. Ama zaman, sanki gündelik hayatın, dünyevi yaşamın dışında, yukarılarda bir yerlerden hayatımızı belirliyormuş gibi. Haklısınız; zaman tanrısaldır: “Yehova, mekân değil zaman tanrısıydı, takipçilerine mutsuz gezileri karşılığında ilahi bir anlam vaat eden bir tanrı... Eski Ahit’in Yahudileri kadar ilk Hıristiyanlar da oradan oraya dolaşmayı ve bu yüzden her şeye maruz kalmayı imanın zorunlu neticesi olarak görüyorlardı” (Sennett, Yabancı, Metis).

Tanrı mekânın değil, zamanın tanrısıdır. Yeryüzü, yani mekân ise tanrının yeryüzündeki temsilcisi kapitalist iktidarın insafına terk edildi. Dünya, bir sınav yeri. Sınav düzenleme ihalesini kapitalist iktidar aldı. Sınavların koşullarını, zorluk derecelerini, aşamalarını onlar belirliyor. Zaman tanrısı adına, ekolojik ve toplumsal yıkımlarla sınıyorlar bizi. İmanımızın sınandığı parkurlar giderek zorlaşıyor. Kapitalistlerin sömürüsüne, acılara, açlığa, işkencelere katlananları, zaman tanrısı sonsuz yaşamla, cennetle ödüllendirecek. Ödüle kavuşmak için iktidara boyun eğmeniz gerekiyor. Güzel numara. Zaman tanrısı, vaktin nakit olduğunu bildirdiğinden beri, yeryüzünü yağmalayıp zenginlik biriktirenler, sömürülenlere sıkıntılara göğüs germelerini öğütlüyor. Şirketin din işlerinden sorumlu müdürü fetva veriyor: “Sizi açlıkla sınayacağız, maddi ve manevi sıkıntılar alın yazısı, isyan etmeyin”. Zamana bırakın her şeyi, biz sizi iliklerinize dek sömüreceğiz, ödülünüzü zaman tanrısından alacaksınız, ama öldükten sonra. Ve ölümüne çalışıyor ve yaşıyoruz.

Umut, zaman tanrısından medet umma duygusudur. İçinde yaşadığımız kötü koşulların zamanla iyileşeceğini beklemek. Beckett’in bir türlü gelmeyen Godot’su, bu duyguyu boşa çıkarmış ve gelmesini bekleyenleri minimalist, felaketimsi bir dekorla baş başa bırakmıştır: “Bir kır yolu, bir ağaç, akşam. Aynı zamanda hem her yerdir hem de hiçbir yer; yersizdir, bağlamsızdır” (N. Thompson, İktidarı Görmek, KÜY); Marc Augé’nin “yer-olmayan”ı; tıpkı yaşadığımız mekânlar gibi. Mekânların en kötüsünde yaşıyoruz; bunun sorumlusu zaman değil, zamana inanıp iktidara boyun eğenlerdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder