29 Eylül 2016 Perşembe

HOMURDANAN ERKEKLER SAHASI

WK Interact

WK Interact

WK Interact
RAHMİ ÖĞDÜL
30.09.2016

Erkeğe çok fazla yükleniyorlar, tanımadıklarından. Oysa o, her yerde kendini evinde hisseden ya da hissetmek isteyen evcimen bir varlıktır. Herkesin yabancı olduğu kentin kamusal mekânında bile. Şeylerin düzenini evindeki gibi görmek istediğinden, tabii ki mırıldanacak, homurdanacak ve tekme atacak. Erkeğin evi, bir eşikle kamusal mekândan ayrılmamıştır, evinin alanını tüm kenti kapsayacak şekilde genişletmeye eğilimlidir. O yüzden köpeklerle akrabadır (bu akrabalık yakıştırması için köpeklerin affına sığınıyorum), dışarı çıkarıldığında duvar diplerine, köşe başlarına idrarını bırakarak kendi teritorisini işaretleyendir, “burası benim alanım” demek için. Erkeğin geçtiği her yer merkezdir, erkekliğin merkezi.

Erkeğin evreni
Merkez hareketlidir, durmadan hareket eden erkekle birlikte yer değiştirir ve olağan hâlinde erkek, merkezi yanında taşıyandır; ev içi, sokaklar, taşıtların içi. Düzen bu merkezden yayılan titreşimlerle, homurdanmalarla kurulur. Ve durduğu noktadan etrafına bakıp da şeylerin ve bedenlerin düzeninde hoşuna gitmeyen bir şey gözüne çarptığında, içsel bir kuvvetle titreşmeye başlar, salınıma geçer. Bir düzensizlik ya da kaos belirtisi görmüştür ve kozmos yaratmak için içsel titreşimlerini önce küçük küçük mırıldanmalar halinde dışa vurur, ne dediği tam anlaşılmayan mırıldanmalar çoğalıp şiddeti arttıkça homurdanmalara dönüşür. Ve homurdanmalar erkeğin etrafında bir girdap oluşturur; şeyler ve bedenler bu girdaba yakalanıp dönecekler. Ve her şey merkezdeki erkeğin etrafında döndüğü an bir kozmos, bir yurt kurulmuştur. Bu yurt, erkeğin evrenidir. Erkek kendini bir güneş, etrafındaki her şeyi de uydusu olarak gördüğünde içi rahat eder ve homurdanmaları birden kesilir, sakinleşmiştir.

Homurdanma yeterli
Erkeğin bir tartışmayı başlatması, müzakereye katılması, bir diyalog çerçevesinde sorunları çözmek için taraflardan biri olması söz konusu değildir, o sadece rahatsız olur ve mırıldanır, homurdanır; uydu ya da uyruklarından mırıldanmasının ya da homurdanmasının ne anlama geldiğini anlamasını bekler. Hakiki uydu ya da uyruklara anlamlı şeyler söylemenize gerek yok elbette; mırıldanmanız, olmadı homurdanmanız yeterli. Çünkü mutluluğun sırrını keşfetmişlerdir ve bir uydu homurdanmaya “peki demesini bilecek.”

Kendi düzenini dayatır
Mırıldanmak ve homurdanmak iletişimin çok daha alt düzeylerine denk düşüyor, dil öncesi bir döneme. Mırıldanırken dışarı, başkalarına değil, içinize konuşursunuz. Mırıldananın anlaşılmak ve etrafındakilerle diyaloğa girmek gibi bir derdi yok; ne dediği anlaşılmaz, aslında anlaşılması, anlamlı cümleler kurması da beklenmez, tonu önemlidir, sakin mi mırıldanıyor yoksa öfkeli mi? Sadece bir duygunun dışa vurulduğunu anlarız, o kadar. Öfkelendiğinde mırıldanma homurdanmaya dönüşür. Anlamsız sesleri bir araya getirdiğinde dil gürültüdür, kaostur artık. Erkek hep hoşnutsuzdur ve hoşnutsuzluğunu homurdanarak, dili bir kaosa dönüştürerek belli eder ve kaosu dayatarak, çoğaltarak, kaosla bizi korkutarak bir kozmos yaratacağını hesaplar. Dilde yarattığı kaos, zamanda ve mekânda yaratacağı kaosun habercisidir. “Erk”, yani iktidar, kaos yaratarak kendi düzenini dayatır.

Çoğalmaya var mısın?
Erk, homurdanandır. Doğası gereği homurdanmak zorunda. Çünkü söylemini anlaşılmaz kılması ve sırf gürültüden ibaret homurdanmasını sorgulanamaz, göksel bir hakikat olarak bize dayatması gerekir. Homurdananla akıl yürütemezsiniz; homurdanmayı ancak homurdanmayla yürütebilirsiniz; düşünce dumura uğramış ve çökmüştür; havada sadece erkek homurtuları. Erkeğin olağanüstü hâlinde homurdanmaları, hızarın homurtularına dönüşür. Bedenler, erkeğin gözüne batan tüm pürüzlerinden arındırılır. Geriye, erkeğin elinden çıkma mobilya takımlarıyla döşenmiş bir yurt kalmıştır. Fakat erkeğin hızar yasasına isyan eden kadınlar ve insanlar vardır ve hep olacak. Hegemonik homurtular arasında akıl yürüten, anlamı savunan ve anlamlı sözlerle diyaloğu, müzakereyi sürdürmeye çalışanlar. Bunlar barışı, yaşamı seven, konuşulası güzel insanlardır. Anlam ve yaşam birbirimizle konuştukça çoğalacak. Çoğalmaya var mısınız?

23 Eylül 2016 Cuma

LUNATİĞİMİZ YOK AMA LUNAPARKIMIZ VAR

Winslow Homer

Christian Schloe

RAHMİ ÖĞDÜL
23.09.2016

Yine dolunay; denizin üzerinde ve şavkı sulara vurmuş, ayaklarımı şavkıyla yıkıyorum. Dolunay, bedeni bir kıskaç gibi yakalayan ve bağlayan tüm karşıtlıkları çözüyor, kaçırıyor beni, kaçıklaşıyorum. Belki kentin dışına çıkmakla hata yaptım ama gerisi ayın hatası. Shakespeare de öyle düşünüyor: “Tamamen ayın hatası. Alışkın olduğundan daha çok yaklaşıyor dünyaya. Ve insanı delirtiyor” (Othello). Pink Floyd’un “Brain Damage” parçası çınlıyor kulaklarımda: “The lunatic is on the grass.” Kaçık, çılgın, deli, ne derseniz deyin, çayırda duruyor; ya da kumsalda. Dalgaların durmadan çakılların kompozisyonunu değiştirdiği kumsaldayım ve üstelik dolunayın dalgaları. Kinikler de kaçıklardı, doğaya kaçmadan kentin içinde kalarak, kentin yapay ritimleri yerine doğanın ritimleriyle dalgalandırıyorlardı bedenlerini.

Kentlerin ritminde doğanın ritimlerine yer yok artık, çünkü tamamen aklın alanı; doğanın ritimlerini hayatımızdan çıkaralı çok oldu. “Luna”, Latince ay, "lunatik" de aya ait demek, yani kaçık; kentin ritmine değil de ayın ritmine yakalanmış. O halde kentin dışına, doğaya, çayıra sürülmeli hemen. Ay ile ilgili tüm anlatılar, doğanın bedenlerimizi ele geçirmesiyle ilgili. Yeryüzünün sularını etkilemesi gibi bedenin sularını da dalgalandırıyor; kurt adama dönüşmemiz an meselesi, ah şu hayvan-oluşlar! Türkçede ayın ritmine yakalanmış, ay çarpmış bedenlere “aysar” deniliyor. Ve “aysamak”: Kapatıldığımız hapishane kimliklerden kaçmak, kaçıklaşmak. Aklın ve kentin insan ile hayvan, erkek ile kadın, akıl ile beden arasına yerleştirdiği sınırlar; etnik, cinsel ve dinsel karşıtlıklar. Dolunayın dalgaları tüm sınırları bulanıklaştırıyor. Dalgaların ritmiyle dans etmeye başlıyorum. “Ve müziği işitemeyenler, dans edenleri gördüklerinde deli olduklarını düşündüler” demişti Nietzsche. Evreni kat edip yeryüzünün sınırlarını aşan, aşındıran dalgaların müziği. Doğanın ritmi içeriye girmesin diye kentlerin duvarlarını yalıtmışlar, içeride sadece makinelerin sesi. Her şeye rağmen doğanın ritmini işitip de makinelerin gürültüsünden kaçanlar ve dans edenler var ve biz onlara kaçık diyoruz.

Marinetti’nin kaleme aldığı 1909 tarihli Fütürist manifesto aya savaş açmıştı: “Ay ışığını öldürelim!” Ay ışığını öldürebileceklerini ve faşizmin araçsal aklına teslim olacağımızı sandılar. Ama “aysayan”, yani kaçık olan hâlâ kafamızın içinde, öldüremediler: “The lunatic is in my head”, Pink Floyd söylüyor. Ve ayın, doğanın ritmini hissedenler, asla satranç tahtasına adım atmadılar. Faşizm, kalıba soktuğu bedenleri, araçsal aklın satranç tahtasına yerleştirdiğinde, artık oyun bizler ile onlar arasında değil, onlar ile onlar arasında geçiyor demektir; bize de piyon, at, fil, kale gibi adlar takacaklar. Piyon olmayanları köyün delisi olarak görebilirsiniz hâlâ. Caddebostan’da caddeden lüks otomobilleriyle geçenlerin arkasından bağıran mahallenin delisi mesela; tüketim toplumu rasyonelliğinde düşünme yetilerini yitirmişlere sesleniyor: “Pahalı tabutlara biniyorsunuz!” Ayın ritmine yakalanmış kaçık baktığında, yaşadıklarını sananları tabutlar içindeki ölüler olarak görebiliyor.

İktidar ayın etkisini, ritmini her yerden silmeye çalışıyor. İngiliz yargısındaki “Lunacy Act (Aysama Yasası)” 1930’da “Akıl Hastalığı Yasası”, “Lunatic” deyimi de “akıl hastası” olarak değiştirildi. Ve yüzyılın başında, 1903’de ilk lunapark Amerika’da Coney Island’da açıldı. Aydan, “lunatik” olandan geriye, kala kala “lunapark”, yani "ay parkı" kalmıştır; tıpkı kapitalizmin çalışma yasası karşısında yaşamı tatile dönüştürme düşüncesinden geriye, paket turlu, her şey dâhilli rasyonel tatilin kalması gibi. Lunaparkta, tasarlanmış, rasyonel, yapay çılgınlık ortamında, makinelerle kurtlarınızı dökebilirsiniz, gün ışıyınca da bir mega-makine olan kentte yine makinelerin ritmine ayak uydurmak zorundasınız. Bu kısır döngüyü ayın ritmini duyumsayan bir kaçık bozabilir ancak. Ve Van Gogh akıllı uslu adamlara soruyor: “Yaşam başka nasıl olacaktı ki, bir şey yapmaya cesaretiniz yoksa?” Ay hâlâ orada duruyor ve biz bir şey yapmıyoruz. Tuhaf, çok tuhaf gerçekten…

16 Eylül 2016 Cuma

SAHİBİNDEN SATILIK SAHİBİNİN SESİ

Francis Barraud

Michael Sowa

M.S. Escher
RAHMİ ÖĞDÜL
16.09.2016

Mevcut olanı gerçek, henüz var olmamış olanı gerçek dışı sayarız. O halde umudu da gerçek dışı sayalım; çünkü mevcut olandan değil, henüz var olmayandan beslenir. Mevcut şeylerin kalıcı olduğuna, hep aynı olanın geri geleceğine dair anlayış o kadar egemendir ki umut besleyenleri yıldırmak için hazır kalıp cümleleri ezberden sıralayabiliriz: “Bırakın hayal kurmayı, gerçekçi olun, ayaklarınız yere bassın!” Ama ayaklarımızın bastığı zeminin kaygan olduğunu unutuyoruz. Gerçekçi olanlar, zeminleri sağlammış gibi şeyleri ve düşünceleri hakikat sananlardır ve gündelik yaşamlarında da bu sözde hakikatleri yineleyerek bize dejavu yaşatırlar. Bu toplumda, “ben bu ânı daha önce yaşamamıştım” diyen var mı? Durmadan dönen vinil bir plak gibi, medyada dönen düşüncelerle vinil bir gerçeklik yaşarken, yaşamsal, organik olanın gerçek dışına ötelenmesi tuhaf. Organik olanın gerçek dışı sayılması ve vinilin, plastik olanın gerçekmiş gibi sunulması, en temel ekolojik sorunumuz. Organik olan, yaşamsal süreçlerle birlikte başka şeylere dönüşüp evrilirken, plastik doğada parçalanmadan yıllarca hep aynı kalabiliyor. O yüzden doğayı gerçek dışı, sentetik olanı da gerçek sanıyoruz galiba.  O yüzden toplumsal ve politik ekolojimizdeki plastik varlıkları göklere çıkarıyoruz.

Vinil gerçekliğin ünlü logosunu bilirsiniz: Gramofonda sahibinin sesini dinleyen köpek. İngiliz ressam Francis Barraud, kardeşi Mark ölünce teriyer cinsi dişi köpeğini, Nipper’ı yanına alır. Sadece köpeğini değil, ayrıca silindir fonografını ve kardeşinin ses kayıtlarını da. Barraud, fonografta çalan Mark’ın sesini Nipper’a dinlettiğinde, köpeğin pürdikkat kesildiğini fark edince “Sahibinin Sesi” adını vereceği meşhur resmi yapar. Barraud yapıtını 1899’da dönemin fonograf üreten şirketlerine satmaya çalışsa da başarılı olamaz ve aynı yıl yeni kurulmuş olan Gramophone Company ile, resimde değişiklik yapması koşuluyla anlaşır. Orijinal resimde yer alan silindir fonografın yerine, şirketin ürettiği pikaplardan birini yerleştirir.

Plastik gerçekliğin bu logosu, ‘efendi ve köle’ ilişkisinin bir simgesine dönüşmüştür. Hem orijinal resmin hem de şirketin adı dişi köpeğin sahibinden “master”, yani “efendi” olarak söz ediyor çünkü. Bugün insanların köpeklerinden, “can yoldaşım, oğlum, kızım” diye söz ederken işitebilirsiniz, ama her şeyi evrim skalasına göre yargılayan ve Batılı erkeği uygar, modern, dolayısıyla en evrimleşmiş olarak tanımlayan dönemin sosyal Darwinci anlayışı, uygar ile yabani, insan ile hayvan, erkek ile kadın, efendi ile köle arasındaki ayrımı meşrulaştırmakla meşguldu. Sömürgeciler Batı dışı toplulukları, ‘yabanileri evcilleştirdiklerinde’ kendilerini efendi, yerli halkı ise köle olarak tanımladılar. On iki bin yıl önce ilk evcilleştirilen hayvan olan köpek ile insan-efendi arasındaki ilişki, Batılı erkeğin tüm ‘yabani’lerle kuracağı ilişkiye örnek teşkil edecektir ve Barraud’un resmi, dönemin ruhunu yansıtıyor.

Resmin yapıldığı dönem, Batı’da köleliğin yasaklandığı dönemdir; efendinin fiziksel varlığı ortadan kalkmış, sese dönüşmüştür. Efendi ortada gözükmese de sesi içimizde iç ses olarak çınlamayı sürdürür. Biz ‘sözde yurttaşlara’ kölelik yasalarını hatırlatan sesini işitince pürdikkat kesiliyoruz hâlâ. Ve “Sahibinin Sesi”, Bentham’ın 1785’de tasarladığı hapishane modeli “panoptikon”, yani ‘sahibinin bakışı’ ile bütünleşmiştir. Gözetim toplumunun bir metaforuna dönüşen panoptikonda, iktidar fiziksel olarak var olmasa da hep gözetlendiğiniz hissine kapılır, düşünce ve bedeninizi kalıba sokarsınız. Ve artık sahibinizin sesi ve bakışı olmuşsunuzdur, ama yıprandığınızda, sahibinden satılık atık muamelesi göreceksiniz. “Sahibinin sesi” ve ‘sahibinin bakışı’ hiç değişmeden kalan, sentetik, umutsuz plastik varlıklara göredir ve ne yazık ki toplumsal ekolojimiz plastik atıklarla dolu ve bu atıklardan kurtulamazsak sonumuz felaket. Yeryüzünü ekolojik felaketten kurtarmak mı istiyorsunuz? Çok geç olmadan toplumsal ekolojiden, kendimizden başlayalım işe; ‘sahip’ten ve ‘sesi’nden kurtulalım önce, umut olalım, yaşam olalım, ne dersiniz?

9 Eylül 2016 Cuma

JANUS ASLA KLARK ÇEKMEZDİ


RAHMİ ÖĞDÜL
09.09.2016

Her dönem ilk anda zamanların en kötüsü gibi gelebilir size, ama en iyisi de olabilir. Charles Dickens bunun çok farkındaydı: “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsü, bilgelik çağıydı, aptallık çağı, inancın devriydi, kuşkunun devri, Işığın mevsimiydi, Karanlığın mevsimi, umudun baharıydı, umutsuzluğun kışı…”.  “İki Şehrin Hikayesi”nin açılışında, art arda sıralanmış bu birbiriyle çelişen nitelemelerin hiçbir şey nitelemediğini düşünebilirsiniz. Ama yaşadıklarımız tam da böyle bir şey değil mi?  Her şey, yüzümüzü nereye çevirdiğimize bağlı. Yüzümüzü, dokuna dokuna kurduğumuz, mikro bağlarla yarattığımız kendi zamanımız ve mekânımıza çevirdiğimizde iyiliği, bilgeliği, inancı, ışığı ve umudu görüyoruz; ama geri çekilip yüzümüzü bütüne çevirdiğimizde birden manzara değişiyor: Kötülük, aptallık, kuşku, karanlık ve umutsuzluk.

O halde işimize ve gücümüze bakalım ve küçük küçük, dokuna dokuna kurmaya devam edelim umudu ve geleceği. Şimdi ve burada, ilmek ilmek dokuduğumuz ilişkiler ağının içindeyiz zaten. Bize büyük resmi dayatan iktidardır, tüm umudumuzu kırmak ve bizleri kederli varlıklar olarak şimdinin içinde sonsuza dek dondurmak istiyor. Tüm medyasıyla, yakalama aygıtlarıyla en zayıf olduğumuz, kederden kahrolduğumuz anı tasarlamak, sahnelemek ve çoğaltmakla meşgul, kanmayalım. Makro sahtedir, yalanlarla kurulur çünkü, dokunduğumuz, kokladığımız mikro ilişkilerse gerçek. Bize mikropların zararlı olduklarını öğrettiler, ama bakmayın siz onlara, yararları çoktur. Mikroplar hiyerarşik bedenlere düşmandır; hiyerarşik bedenlerse yaşama düşman. Mikropları bıraksanız, kendi aralarında kurdukları ilişkilerle çoğaltacaklar yaşamı, şu “makro”ların icat ettiği yaşam-karşıtları, “anti-biyotikler” olmasa.

Yaşam-karşıtlarının günü kurtarmaktan başka amaçları yok, inanın; günü, geçmişi ve geleceği olmayan şimdide askıya almak. İstiyorlar ki yüzümüz şimdinin dehşeti içinde katılaşsın ve hüzünle kendi üzerine kapansın. Güya en çok hüzün yakışıyormuş bize. Niye ki? Çıkışı ve girişi, geçitleri ve geçişleri olmayan bir yüz. Bu yüz, hiyerarşik yapılar içine yerleştirilip katılaştırılmış yerleşiklerin yüzüdür. Tüm deliklerinin kapatıldığı, devingen öğelerin sabitlendiği yerleşik yüzün aksine yüz, doğası gereği göçebedir. Lacan, yüzü nesnelerin en ele avuca sığmazı olarak tanımlıyordu; burun, kaşlar, gözler, ağız gibi tekil aktörleriyle sürekli hareket halinde olan kararsız bir yapısı var yüzün. Devinim, durgunluk ve hız varyasyonları arasındaki ilişkilere dayalı, dalgalanan bir yapı olarak yüz, insanlar arasındaki ilişkilerin ara yüzeyi. Ama yüzümüzü de yerleştirip hiyerarşik yapının içinde katılaştırdılar, ilişkilerimizi de. Bir dönem neredeyse tüm erkeklerin yüzünde, kadınlarda arzu uyandırdığı gerekçesiyle Clark Gable’ın sabit, yerleşik bakışı vardı. Ve bir kaş yukarıda, ağızda sabit ve yamuk bir gülümseme, hep birlikte “klark çekerdik.” Oysa göçebe Wodaabe halkının erkekleri kadınlarda arzu uyandırmak için yüzlerindeki tekil aktörleri sürekli hareket ettirerek göçebeleştiriyorlar yüzlerini. Yüzleri, katılaşmak yerine geçişlerin, geçitlerin, akışların yüzüne, yani yeryüzüne dönüşüyor.

Yerin yüzüyle “klark çekemezsiniz.” Yeryüzü akışkan kuvvetlerin yüzüdür çünkü, vadileri, koyakları, çatlakları, geçitleri, aralıkları ve eşikleriyle. Ve doğumların, yolculukların ve değişimin, yani umudun yüzü de. Herakleitos “umulmayanı ummazsan, onu bulamazsın. Çünkü onu arayıp bulması zor ve zahmetlidir” demişti. Yerin yüzünde çıkılan zorlu yolculuklar, umulmadık olana, yani umuda yolculuklardır. Umut yüzümüzde saklı; kederli, melankolik bir yüzün donukluğu yerine, umutlu yüzün akışkan neşesi. Roma tanrısı Janus’un, zamanın hem en kötüsünü hem de en iyisini gören, biri geçmişe diğeri geleceğe bakan iki yüzü vardı. Ancak böyle bir yüz, şimdinin çoktan geçtiğini, geleceğinse şimdi ve burada, mikro ilişkilerle ortaya çıkmakta olduğunu görebilir. Janus kapıların, geçişlerin, aralıkların, geçitlerin, başlangıç ve sonların, zamanın tanrısıydı. Umut, zamanın içinde saklı. Zamana da “klark çektiremezsiniz”.

1 Eylül 2016 Perşembe

İNSANA YERYÜZÜNÜN NAZARI DEĞMELİ

Charles le Brun

Charles le Brun

Flora Borsi
RAHMİ ÖĞDÜL
02.09.2016

Bir sabah uyanmış ve bir de bakmışsınız, size nazar değmiş; diyelim ki Gregor Samsa misali bir böceğe dönüşmüşsünüz. Bildiğiniz tüm kalıp davranışları, klişeleri, replikleri unutmuş ve yitirdiğiniz duyularınıza yeniden kavuşmuşsunuz. Binlerce gözünüzle yeryüzüne bakıyor ve keşfetmek için duyargalarınızla dokunuyorsunuz her şeye.

O kadar yüklüyüz ki basma kalıp düşünceler, davranışlar, önyargılar ve imgelerle, kat kat tabakaların altında ezilmişiz. Bu ezik varlık, hiç de umut vaad etmiyor. Sabit bir insan doğası olamayacağına göre sabit bir insan kavramı da olamaz elbet, ama “insan, hâlâ insan mı?” diye sormalıyız kendimize. Deleuze ve Guattari, basit bir kavramın olmadığını ve her kavramın bir çokluk olduğunu söyledikten sonra, “her kavramın, bileşenlerinin toplamı tarafından tanımlanan düzensiz bir konturu vardır” diye ekliyorlar (Felsefe Nedir?). Dolayısıyla kavramların konturlarını kompozisyonu belirliyor. İnsan kavramının izini, ilk ortaya çıktığı zamandan bugüne dek sürersek, bileşenlerinin değişmesiyle birlikte konturlarının da değiştiğini görebiliriz. Görebiliriz derken, zihin gözünü kastediyorum, yani “theoria”yı. “Nazar değmesin” deriz ya, nazar değdirmeden de “nazariye”, yani “teori” olmuyor, çünkü Yunanca “theoria”nın anlamı nazarı, yani bakışı içeriyor. İnsana hâlâ insanı niteleyen özelliklerle yaklaşıyor ve insan kavramında ısrar ediyorsak, şimdiki hâliyle bu varlık nazarımızdan kaçıyor ve teoride yanılıyoruz demektir.

Bir tarafta iktidarın yakalama aygıtlarıyla kıstırdığı, biçimlendirdiği ve ezdiği bedenlerimiz, diğer tarafta kilit vurulmuş zihinlerimiz. Zihinler, kepenkleri indirilmiş dükkânlar gibi. Zihin gözümüz kapalı, nazarımız değmiyor hiçbir şeye. Leibniz’in monadlarının bir penceresi vardı, dışarıya açılan. Bu açıklık da kapanınca tamamen içeriye hapsedildik. Dükkânın iç duvarlarındaki dev ekranlardan izliyoruz dışarıda olup bitenleri. Platon’un mağarasının tutsakları da duvara yansıtılan gölgeleri gerçek sanıyorlardı; ama tutsaklıktan kaçmayı arzulayanlar için mağarasının bir çıkışı vardı. Çıkışı olmayan bir mağaraya kapatıldıktan sonra, hâlâ insani nitelikleri taşıdığınızdan emin misiniz? İnsanı insan yapan, tüm duyu organları, gözenekleriyle dışarıya açık olması, algısal ve zihinsel yeteneklerini genişletmesi ve dışarıdan gelecek en küçük uyarana yanıt vermesidir: Hayat memat meselesi.

Şimdi hayat ortadan kalkınca, sadece mematın (ölümün) kapalı devre yayınlarını izlemekle yetiniyoruz. Eğer bu kapalı devrenin devrelerini yakmaksak ve bir sabah yeryüzüne yerin yüzüyle uyanamazsak, kapatıldığımız dükkân/mağaraya lahit diyeceğiz. Lahite kapatılmış zihni ve bedeniyle insan, sizce hâlâ insan mı? Nesneleri hakkında yeni bilgiler elde ettikçe kavramların bileşenleri, kompozisyonu genişliyor, konturları da. Aksine insan, algı ve zihin yetilerini geliştirerek genişlemek yerine, kavramıyla birlikte giderek büzülüp sonunda kendi üzerine kapanacak, yok olacak bu gidişle. İşe yaramayan bir organın körelerek güdükleşmesi gibi. Sonunda ölü bir kavrama dönüşecekse, insandan geriye kalan güdük nesneye insan demek doğru mu?

Rönesans insanı della Mirandola, tanrının, yeryüzündeki yüzleri biçimlendirken elindeki tüm modelleri hayvanlarda kullandığı için insanı yüzsüz bıraktığını ve insanın, en dipteki en süflî yaratığın yüzüne de, en tepedeki en ulvi varlığın yüzüne de bürünebileceğini söylemişti. Şimdi yeryüzü cehenneme çevrilmiş ve yüzümüzde cehennem zebanilerinin yüzü; yüzümüze ekrandaki cehennem yansıyor çünkü. Kapatıldığımız cehennemden çıkış, della Mirandola’nın önerdiği gibi diklemesine değil, aksine yanlamasına, yatay bir harekettir. Sadece birbirleriyle değil, yeryüzünün tüm unsurlarıyla kuracağı yatay ilişkiler, bağlantılar kurtarabilir insanı. Kendini doğanın geri kalanından ayırmak için yarattığı ölüm maskesini yırtıp atmadıkça ne algısal ve zihinsel yetilerini geliştirebilecek ne de insan kavramını hak edecek. İnsan mı olmak istiyorsunuz? Yüzümüz, yeryüzü olmalı ve nazarımız değmeli, milyarlarca gözümüz ve duyargamızla dokunmalıyız birbirimize.