27 Mayıs 2016 Cuma

ÖLÜ KABUKLAR SAHİLİ


RAHMİ ÖĞDÜL
27.05.2016
Sanatta, uzam içinde yer alan bir formu pozitif, bu formu çevreleyen boş uzamı negatif olarak adlandırma geleneği, biçimi olumlayan ve biçimsiz olanı olumsuzlayan bir tavrın göstergesidir. Görsel algı testlerinde de bizim algıladığımız form her zaman pozitiftir, formu çevreleyen uzam ise negatif. Klinik çalışmalardan biliyoruz, tanı testlerinin pozitif çıkması hastalığa yakalandığımızı gösterir. Bizde form hep pozitif çıkıyor. Yeryüzüne baktığımızda hep form görüyorsak ve bu formu pozitif olarak öne çıkarıyorsak kronik bir form hastalığına yakalanmışız demektir. Bu form hastalığından yakamızı kurtaramazsak yaşam sadece formlardan ibaret ölü kabuklar sahiline dönüşecek.
Form dediğimiz şey
Kumsalda deniz canlılarının içi boş kabukları gözümüze çarpar önce, kumların arasında kımıl kımıl kaynaşan mikro yaşamı göz ardı ederiz. Sanatın diliyle konuşursak ölü kabuklar, yani form pozitif uzamı oluştururken, kumsal, ölü kabukların içinde yer aldığı negatif uzamdır. Oysa yaşamın sürmesini sağlayan, kumların arasında sürüp giden mikroorganizmaların mikro ilişkileridir, ölü kabuklar değil. Form dediğimiz şey, içinde bulunduğu ilişkiler ağından soyutlanıp tecrit edilmiş ölü bir kabuktur ve pozitif bir varoluş biçimi olarak formu yüceltirken, farkına varmadan ölümü yüceltiyor ve yaşamı olumsuzluyoruz. Form, ortamın içkin kuvvetlerince biçimlendirilmiş geçici bir uzlaşımdır sadece. İçkin kuvvetler, güncel koşullarla etkileşerek biçim sorununa geçici bir çözüm bulmuşlardır ama gelecekte bu kuvvetlerin nasıl bir form alacağı yine ortamın içkin kuvvetlerine bağlıdır. Hep arada, hep ortada, yani ortamda olan bir varlık, artık bir form değil, aralarına yerleştiği ve bağlantılar kurduğu diğer şeylerle birlikte sürekli form değiştiren bir dalgalanma hâlidir.
Kentleri yapı formlarından ibaret gören iktidar, kentin dokusundaki insani mikro ilişkileri, yani negatif uzamı imha ederek formların pozitif uzamını inşa ediyor. AVM, rezidans, toplu konut gibi ölü kabuklarla donatıyor her yeri. Kentin içinin boşaltılması ve sadece yukarıdan dayatılmış formların kente giydirilmesi faşist bir uygulamadır. Mussolini, tıpta bir bedenin içini boşaltmak anlamına gelen ‘sventramenti’ deyimini kullanıyordu, giriştiği kentsel dönüşüm projeleri için. Sonunda bir kentten geriye kalan, içi boş, ölü bir kabuktur.
Form tutkunu devletin katlanamadığı tek şey!
Uzamı, form oluşturup oluşturmadığına bakarak negatif ve pozitif olarak ikiye ayıran iktidarın düalist bakışı, her yerin içkin kuvvetlerle dolu olduğunu ve sürekli form değiştiren bir evrende, formun, çokluğun şimdi ve buradaki bir dışavurumu olduğunu gözden kaçırıyor. Gezi Direnişi ve mekânı da toplumsal mikro ilişkilerde barınan içkin kuvvetlerin dışavurumuydu; içkin kuvvetlerin, kendi içkinlik düzlemlerini yaratarak, daha önce yan yana gelemeyen parçacıklar arasında yatay ilişkilerle biçimlendirdiği bir formdur, ama devletçi anlayışın anladığı anlamda, zamanın ve mekânın üstünde, aşkın bir form değil. Devlet, karşısında aşkın bir form, kendisi gibi başı ve uzuvları olan hiyerarşik bir beden formu görmek ister. Devrik başbakanın bir çocuğu başından tutup havaya kaldırması gibi, devlet de başkaldıranın başından yakalamak isteyecektir. Ama olmadı. Çünkü başı ve uzuvları olmayan Gezi Direnişi bir yılan gibi elinden kaçıp giderken, geriye form olarak, yılanın içi boş kuru derisi kaldı avucunda. Şimdi bu kuru, şeffaf, içi boş deriyle, bir hayaletle baş başadır. Form tutkunu iktidarın katlanamayacağı tek şey, formsuzluktur ve Gezi’de ortaya çıkan içkin kuvvetler şimdi biçimsizliğiyle korkutuyor iktidarı. Bir şeyle karşılaşmış, ama karşılaştığı şey ne bir formun pozitif uzamıdır ne de formsuzluğun negatif uzamı; kahrolmuştur.
Heykeltıraş Alexander Archipenko, heykelin içine boş uzamı dâhil ederek sanatta hâkim olan pozitif ve negatif uzam ayrımını iptal etmiştir. 1915 tarihli ‘Saçlarını tarayan kadın’ heykelinin yüzü boştur. Gezi’nin de yüzü yoktu; tüm düalist ayrımların askıya alındığı şiddetli bir dalga gibi sahile vurmuş ve iktidarın ölü kabuklarını, kumdan kalelerini yıkmıştır. Şimdi yine kumdan kalelerin, ölü kabukların içine hapsedildik. Ve aylardan Gezi; dalgalardan, özgürleştiren dalgalardan gözünü alamıyor insan.

20 Mayıs 2016 Cuma

MANZARAYI ÇATLATMAK GEREK



RAHMİ ÖĞDÜL
20.05.2016
Bakıyoruz ve sadece duran nesneleri görebiliyoruz. Gözlerimiz hareket etmeyen, ölü nesnelere alışık; daha doğrusu ölü imgelere. Bakışımızda, yeryüzünü çerçeve içine alıp manzaralaştırma yeteneği var. Buna yetenek mi demeli yoksa yeteneksizlik mi? Yeryüzünün canlılığından, devingenliğinden natürmortlar çıkarmakta üstümüze yok, yani ölü doğalar. Toplumda da devinimi değil, ölü nesneleri görebiliyoruz; gördüğümüz tek devinim, kısırdöngü. Devinimi, hep aynı olanın yinelenmesi olarak gördüğümüz için, devrimi bile bir başka devletçi yapının yerini, bir diğerinin alması olarak anlıyoruz. Devrim, toplumun devinen tüm bedenlerinin etkileşime geçerek birlikte titreştikleri andır ve bu titreşimin şiddeti, durmadan geri dönen despotik formu alaşağı ediyor ve yerine geçen, tüm bedenlerin titreşerek birbirine dokundukları ve hep birlikte titreştikleri yeni bir toplumsal bedendir; bizim bir de birlikte titreşme yeteneğimiz var. Bu yeteneği açığa çıkarmak için, ölü nesnelere ve devinim diye kısırdöngülere alıştırılmış gözlerimizin ve tüm duyu organlarımızın ayarlarını değiştirmemiz gerekecek. Sadece nesnelere ve kısırdöngülere odaklanmış bir bakış, henüz ortaya çıkmamış ve çıkmasıyla birlikte mevcut şeylerin sabit düzenini değiştirebilecek olanı göremiyor. Sabit nesnelerle aşırı dolu bir manzarada, hakiki devinim görünmez olandır ve çatlaklardaki boşlukta sessizce titreşmeyi sürdürüyor. Ama biz boşluktan ve sessizlikten çok korkuyoruz.
Boşluklar gerekli
Ev içlerinde bile korkutucu boşluğu ve sessizliği bertaraf etmeden duramıyor ve nesnelerle ve seslerle dolu bir ortam yarattığımızda rahat edebiliyoruz. Ama yeni ve gizil olan tam da sessizlikte ve boşlukta yatıyor. Çatışmalı kuvvetlerin düğüm noktası olan bedenlerimizin çatlaklarındaki çokluğun sesini duymamak ya da boş bir mekânda düş gücümüzün yaratacağı yeni imgelerden kaçmak için ölü nesnelerle ve seslerle dolduruyoruz içimizi.
Ya da sözcüklerle, kalın kabuklu kavramlarla. 1880’lerde bazı Fransız sembolist şairler sadece sözcükleri değil, aralarındaki boşluğu da görünür kılmak için bilerek kâğıtta beyaz, boş alanlar bıraktılar. Stéphan Mallarmé’nin 1897 tarihli ‘Un coup de dés’ şiirinde sözcüklerin arasında derin boşluklar hemen göze çarpacaktır. Şairin dışarıda bıraktığı, şiirin en önemli bölümü olabilir, diyor Mallarmé, yani boşluk. Boşluk, sözcüklerin titreşerek hep eksik kalacak olan anlamlarını çoğaltacakları yaratıcı bir ortamdır. Sözcüklerin birbirleriyle çarpışıp kabuklarını çatlatmaları ve yeni anlam dünyaları yaratabilmeleri için boşluk gerekli; tıpkı atomlar gibi. Latin ozan Lukretius görebiliyor: “Atomlar boşlukta paralel olarak, hafif yanlamasına düşerler. Bu atomlar biri yolundan saparsa, komşu atomla bir karşılaşma olmasını, karşılaşmalar çarpışmayı, bu da bir dünyanın doğuşunu tetikler”. Ama biz sadece duran atomları görebiliyoruz, devinen ve titreşen bedenler ne yazık ki manzaraya giremiyor.
Fotoğraflanan nesneler
Bakışımız uzun pozlamaya dayalı bir teknikle çalışıyor çünkü tıpkı Daguerreotype tekniği gibi. Louis Daguerre’in, uzun pozlama süresine dayalı kendi tekniğiyle, 1838 sonlarında çektiği Paris’teki Temple Bulvarı’nın bir fotoğrafı, içinde insan figürü barındıran ilk fotoğraf olarak tarihe geçmiş. Bulvarın kalabalığına rağmen sadece duran insanlar ve nesneler girmiş kareye. Titreşen kalabalığı değil de hareketsiz figürleri görebiliyoruz ve tarihi, titreşen bedenler yapsa da tarihe geçenler nedense duran insanlar oluyor, diktatörler gibi. Mallarmé’nin şiir için söylediği, fotoğraf için de geçerli: Fotoğrafçının dışarıda bıraktığı, fotoğrafın en önemli bölümü olabilir; yerden göğe haklı. Bulvar, görüntüye girmeyen ve birbirleriyle çarpışarak yeni dünyalara sessizce hazırlanan ve mevcut manzarayı altüst edecek kımıl kımıl titreşen bedenlerle dolu. Ve biz, çerçeve içinde ölü bir nesne olarak yerimizi alırken, göremediğimiz yaşam devrime hazırlanıyor ve birdenbire çokluk boşluğu doldurduğunda, “nereden çıktı bunlar?” diye şaşkınlığımızı gizleyemeyeceğiz. Umut, göremediğimiz, ama içimizde kımıl kımıl kaynaşan çokluk kümelerinden yayılıyor, çok geçmeden manzarayı çatlatacaklar.

13 Mayıs 2016 Cuma

ADAM HAKLI, ESTETİK YAPTIRMALIYDIK

Salvador Dali, 'Savaşın Yüzü'

Francis Bacon
RAHMİ ÖĞDÜL
13.05.2016
Kimisi deniz kıyısında suyun çalkantılı yüzeyini, ufuk çizgisini seyrederek dinlendirir gönlünü; özgürlüğü duyumsar. Ben de severim elbette çalkantılı yüzeyi, akışı seyretmeyi; ama daha çok sokağın, caddenin anaforlu akışını, insan selini, birlikte özgürlüğe yelken açacağımız, yüzlerimizdeki ufuk çizgisini. Ama artık tadı yok hiçbir şeyin; kentin yataklarında aksalar da yüzlerine katılık sinmiş; rahatsız edici. Yüzlerindeki katı ifade, pişirilmekten sertleşmiş bir et parçasının ifadesini andırıyor, canlılığını yitirmiş.
Suç bizim!
Çilem Karabulut’un meşru müdafaasını estetik yaptırmadığı için kabul etmeyen savcı haklı. Suç bizim, estetik yaptırmalıydık. Çünkü içine çeşni olarak konduğumuz ve şefin, elindeki kepçeyle karıştıra karıştıra pişirdiği faşizme yabancılaşmalı ve tüm olup bitenleri yadırgamalıydık. Yüzümüz ve yüzümüzün organları o kadar alıştı ki olup bitenlere, pişkinlikle kabulleniyoruz her şeyi. Ağır ateşte, yavaş yavaş pişirildik çünkü. Ve yüzümüz pişmekten köseleleşti neredeyse. Hani bir tabir var ya “kösele suratlı” diye, işte öyle. Şef, yüzümüze tükürse, yağmur yağıyor sanıyor, yarabbi şükür diyoruz. Hâlâ çok geç değil, kaskatı olmadan değiştirebiliriz yüzümüzü.
Estetiğe çok ihtiyacımız var bugün. Aynadaki görüntüsünü beğenmeyenlerin güzelleşmek uğruna katlandıkları estetik operasyonlardan söz etmiyorum ya da kültürel seçkinlerin formdan aldıkları ayrıcalıklı hazdan. Ölümü yüceltenlere, ölüm-severlere inat, yaşamın içine olabildiğince gömülerek, kılcal damarlarımıza dek yeryüzünü duyumsamak, yaşamı olabildiğince algılamak, kösele suratları yeniden canlandırmak için estetik. Eski Yunancadaki estetik sözcüğü, ‘Aisthetikos’, “duyumsamayla algılanan şey” anlamına geliyor. ‘Aisthesis’ ise duyuma dayalı algı deneyimi. Estetiğin başlangıçtaki alanı sanat değil, gerçekliktir, yeryüzüdür, doğadır. Estetik, bir bedenin tüm duyu organlarıyla yeryüzünü duyumsama edimidir. Faşizmin ağır ateşinde, yavaş yavaş pişip hissizleşmiş bedenlerimizi yeniden duyarlı hale getirmeli. Yeryüzünün, kentlerin, bedenlerin yıkımını hisseden ve isyan eden, duyumsayan varlıklara dönüşmeliyiz.
Duyularımıza bakalım!
Gözlerimizden başlamalıyız önce. İmge ormanında yaşayan görsel hayvanlarız ve hayatta kalabilmek için en çok gözlere ihtiyacımız var. Ama gözlerimiz ölü imgelerle o kadar kirletildi ki hayatta kalmamızı sağlayacak, yaşamı olumlayacak imgeleri değil de öte dünyanın katılığına gömülmüş imgelere alıştırıldı gözlerimiz. Yaşamı duyumsayacak yeni gözlere ihtiyacımız var. İmgelerin katılığını, formun kalıcılığını değil, henüz ortaya çıkmamış ve çıkmasıyla birlikte mevcut düzeni değiştirecek, oluşun imgesini yakalamalıyız. Yakalayamazsak, faşizmin kaynar sularında pörtleyecek gözlerimiz.

Sonra da kulaklarımızı. Çığlıkları, katledilenlerin çığlıklarını duyamıyoruz bile, çünkü işitme yetimizin dışında kalıyorlar. İktidarın egemen tonu, tüm sesleri bastırıyor ve sadece şefin bizi pişirirken kullandığı söylem kulaklarımızda. Kulaklarımızın pasını silmek de kurtaramayacak bizi. Kulaklarımızın işitme eşiğini, sadece iktidarın sesini algılayacak şekilde ayarladılar, en iyisi toptan değiştirmeli. Bizi faşizmin katılığından kurtaracak, yeryüzünün tüm seslerini, çokluğu duyabilmektir. 

Ya burnumuz? Ağır ateşte pişirilirken ölümün kokusunu duyamadık bile. İyice piştikten sonra da iş işten geçmiş olacak ve sadece içinde pişirildiğimiz faşizmin kokusuna alışacak burunlarımız. Yaşamın tüm kokularını duyamıyorsak, bilin ki havadaki ölüm kokusundandır. 

Peki, ağzımıza ne demeli? İktidar söylemlerinin yankılandığı derin bir mağara. Farkına varmadan ya da vararak cinsiyetçi, ırkçı, faşist söylemleri durmadan yineleyen ağızlarımızı da değiştirmeli. Kapatıldığımız mağaradan çıkmamız gerek, çoklukla karşılaşmak, çokluğu işitmek ve çokluğu dile getirmek için; yeryüzünü yeniden duyumsamak. Evet, çok geç olmadan estetik operasyonlara başlamalı. Bakın o zaman nasıl da hepimizin yüzünde yeniden belirecek, umudun, özgürlüğün ufuk çizgisi.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

SİZİ ÇOK FORMSUZ GÖRDÜM


RAHMİ ÖĞDÜL
06.05.2016
Kendimizi fiziksel güçten yoksun hissettiğimizde formsuzluktan dem vururuz. Bitkiniz gerçekten de; o kadar çok üzerimize çullandılar ki, onlar çullandıkça biz büzüldük ve bedenin anatomik sınırlarına dayandık. Bir bedenin gücü, eylemleriyle başka bedenlere eklenerek kuracağı ve kendini yaratacağı mekânla ilişkilidir ve mekânını üretebildiği ölçüde kudretlidir. Kendi mekânını üretemediğinde ve başka bedenlerle kurduğu bağlar koptuğunda, beden içine çöker ve depresif bir çağda bedenler, meydanlardan, sokaklardan geri çekilirken anatomilerinin içine kaçacaklar ve çok geçmeden ilişkisiz formlar dünyasında yerlerini alacaklardır. Tuhaftır, güçsüzlük anlamında kullandığımız formsuzluğu, tam da anatomik sınırlarımıza kapanıp form haline geldiğimizde hissediyoruz.
Bedenin gücü
Aslında sorun formla ilgilidir her zaman; ya da formsuzlukla. Formsuzluğu, güçsüzlük anlamında değil de bir biçime sahip olmama anlamında kullandığımızda işin rengi değişiyor. 13.yy’da yaşamış Halesli Aleksander, iktidarın forma bakışını tek cümleyle özetlemiş: “Şer aslında biçimsizdir.” Formsuzluk, kötüdür; formsuz olan kötülük kaynağıdır, çünkü iktidarın yakalama aygıtından kaçar. Bir forma sahip olmak, sınıflandırılmak, yönetilmek ve bir nesne gibi yerleştirilmektir. Ama bir beden formlu olduğunda güçsüzdür, iktidarca enselenmiştir ve artık ateş olsa cirmi kadar yer yakabilir ya da başka bir deyişle kendi cüssesi kadar yer kaplayabilir, yani anatomisi kadar. Bedenin gücünü hissettiği an, tam da cüssesinin, anatomisinin sınırlarını aştığı, taştığı andır ve sınır aşımıyla birlikte beden formunu yitirir. Performansın sınandığı sporlar, bitimsiz bir sınır aşımıdır. Rekor kırmak, sınırları ihlal etmektir. O halde, bedenin gücünü formda değil, formsuzluğunda aramalı. Bir bedenin gücü kendine dayatılan sınırı ihlal ettiğinde açığa çıkar ve bedeninde taşıdığı ve taşırdığı gücün belirli bir sınırı yoktur ve kudretine bağlı olarak sürekli dalgalanan bir sınır olacaktır bu.
Form ve formsuzluğu toplumsal beden açısından düşündüğümüzde, politikanın alanına giriyoruz. Bugün tüm gücü elinde toplayan iktidar, toplumu bir balmumu gibi biçimlendireceğini düşünüyorsa, toplumsal bedene form dayatabilmesi yüzündendir. Dolayısıyla formlu bir toplumsal bedeni, tasarladığı mekânlara bir mobilya gibi yerleştirebilecektir. Ama toplumsal bedenin gücü, bu kalıplara sığmaması ve anatomo-politik sınırlarını aşıp sokaklara ve meydanlara taşarak kendi mekânını yaratabilmesidir. Toplumsal bedene form vereceğini sanan iktidarın en büyük korkusu kalıbına sığmayan bir toplumsal bedendir; formunu parçaladığında soluğu Taksim’de alacaktır çünkü. Dolayısıyla toplumsal bedenin en güçlü olduğu an, taşarak kalıbını parçaladığı anlardır, yani formunu yitirdiği, formsuzluk anları.
Sanat ve sistem ilişkisi
Sanatın da işi formladır ve gücünü, bize formsuzluğu duyumsattığında kazanır. Mevcut şeyler düzeninin formlarını yeniden ürettiğinde sanat, sisteme eklemlenmiştir. Olanı değil, oluşmakta olanı, bedenlerin taşıdıkları ve sınırlarını ihlal ederek kendi mekânlarını yaratmalarını sağlayan kudreti, yaşamsal olanı duyumsatan sanat radikaldir. İngiliz ressam Francis Bacon’ın bedenleri böyle bedenlerdir. Mevcut şeyler düzenine o kadar alıştık ki alıştıkça tıpkı sıradan nesneler gibi toplumsal tahakkümün nesnelerine dönüştük. Ve formlar dünyasında sıradan bir form olma durumunu yadırgamıyoruz bile. Sanat, görünür olanı değil, görünmez olanı, formların çürümüşlüğünü ve formsuzluğun kudretini duyumsatarak, içine düşürüldüğümüz form hapishanesini bize yadırgatabilir ve yadırgamak, özgürlüğü solumaktır.
Rembrandt’ın ‘Doktor Tulp’un Anatomi Dersi’nde olduğu gibi, anatomik sınırlarına kapatılmış bir beden iktidarın kesip biçeceği teşrih (diseksiyon) nesnesidir, bir kadavradır. İktidar, formu ele geçirip bir teşhir ve teşrih nesnesine dönüştürürken, formsuzluğuyla ve ele geçmezliğiyle yaşam bir tehdit unsuru olarak hâlâ içimizde akıyor. Yaşamın direnişi ve isyanı, dayatılan despotik formadır ve tüm formları, kalıpları parçalayacak kudretiyse formsuzdur. İşte bu yüzden, çok formsuz gözüktünüz gözüme.