30 Ağustos 2019 Cuma

KEDERLİ KARBONLAR


Albrecht Dürer, 1600
RAHMİ ÖĞDÜL
30.08.2019

Ev ile benlik arasında özdeşlik kurulur genellikle. Cortazar’ın ‘Ele Geçirilmiş Ev’ öyküsünü, benlikleri ele geçirilmiş ve sonunda kendilerini sokakta, kapitalist akışların insafsızlığına terk edilmiş bulan bedenlerin öyküsü olarak da okuyabilirsiniz. Foucault’nun dispozitif dediği, iktidarın yakalama aygıtlarıyla bedenlerin nasıl ele geçirildiğini ve biçimlendirildiğini modern toplumlarda deneyimlemeyen yoktur. Kullandığımız, satın aldığımız, okuduğumuz, tükettiğimiz her şey; yani bir özne, kimlikli varlık olarak kendimizi inşa ederken seçtiğimiz her şey; tam da aktif olarak kendimizi inşa ettiğimizi düşünürken, tuzağa düşürüldüğümüzün kanıtları. En direngen bedenler bile yakalanıp ele geçiriliyor. Diyelim ki yeryüzünü iliklerine dek sömüren çokuluslu bir giyim şirketine yönelik boykota aktif bir beden olarak katılmak istediniz. Üzerinde şirket karşıtı mesajlar taşıyan bir tişörte rastladınız ve satın alıp sırtınıza geçirdiniz. Bedenleri giysileriyle sömürgeleştiren şirkete karşı bu direnişiniz, sizin özerk, bağımsız bir beden olmanızı garantilemiyor. Satın alıp bir direniş göstergesi olarak sırtınıza geçirdiğiniz tişört, boykot ettiğiniz şirket tarafından üretilmiştir.

SÖZCÜKTEN GERÇEĞE
Kapitalist bir toplumda yaşayan bir sanatçısınız. Ele geçmemek için piyasa kuvvetlerine karşı var gücünüzle mücadele ediyorsunuz, ama kapitalizm sizi sponsorluklarla, sistem-karşıtı kimliğinizi üretirken yarattığınız imgelerde yakalıyor. Ele geçirilmemiş beden olmadığını, tüketim toplumunda en direngen bedenlerin bile ele geçirildiğini, kapitalist akışların insafına terk edildiklerini söylemek mümkün. Öyle bir matriksin içine gömülüyüz ki, çırpındıkça daha da batıyoruz. Tamamen özerk, tüm kuvvetlerden arınmış bir beden var mı? Hepimiz biliyoruz ki bedenler, birbirleriyle parça alışverişinde bulundukça var olabilirler. Ve diğerlerinin parçaları bedenimize katıldıkça, ya gücümüz artıyor ya da azalıyor. Saf bir bedeni düşünmek bir hayal. Bu beden olsa olsa Adem ve Havva’nın kovulmadan önceki cennetteki varoluşları olabilir ancak. Evden kovulup yeryüzüne düştükten sonra tüm bedenler, yeryüzündeki kuvvetler tarafından ele geçirilip kirletilmiştir. Yeryüzünde kirlenmek güzeldir. Hele ki göçebe zamanlarda.

Asıl sorun yerleştikten sonra başladı, yeryüzünü parsel parsel bölüp mülklerine geçirdiler. Bedenleri de. Kadının bedenini physis’in, yani doğanın alanına yerleştirirseniz, çitlerle çevrilip mülk edinilecek, sömürgeleştirilecek bir araziye dönüşecektir. Öyle yaptılar, kadını ‘physis’in alanına yerleştirdiler. Erkeğin alanı ‘nomos’tu, yasaların alanı. Physis/nomos karşıtlığı yeryüzündeki eril tahakkümün meşrulaşmasıyla sonuçlandı. Erkek, yasalarıyla doğayı, kaosu düzene sokandı. Kadın ise doğanın kaotik, göçebe güçlerinin ele geçirdiği beden. 19. yüzyılda kadınlara yönelik ‘histeri’ tanısıyla, bedene özgü doğanın yaşamsal kudretini bir ruh hastalığına dönüştürdüler. Yunanca ‘hysterikos’, döl yatağına ait demek. Histerik kadın bedeni, döl yatağı tarafından ele geçirilmiş ‘nomos’u, yasaları yıkıcı bir kuvvet olarak tanımlandı. Oysa göçebeler kadının doğurganlığını, yaşamsal kudretini yüceltmişlerdi. Vilendorf Venüsü olarak adlandırılan, yirmi bin yıl öncesinde üretilmiş kadın heykelciklerine bakın!

KADIN CİNAYETLERİ POLİTİKTİR
Albrecht Dürer’in, kadın bedenini bir arazi gibi parsel parsel önündeki kâğıda geçiren erkek ressamı gösteren gravürü (1600), sanat tarihi kadar toplumsal tarihi de özetliyor. Erkeğin bedenini nomos/namus, yasalar ele geçirmiş, kendini devlet sanıyor. Yeryüzünü fetheden bir fatih sanki; kadın bedenini, parsel parsel nomos’una geçiriyor. Nomos, eril yasaların geçerli olduğu erkeğin arazisidir. Mülk erkeğindir, kadının tapusu önünde duruyor. Despotik devletlerin, nomos’larına karşı çıkanları terörist ilan etmeleri gibi, erkekler de ayrıldıkları kadınları nomos’suz ilan edip katlediyor. Kadın cinayetleri politiktir. Katledilen canların çığlıkları kulaklarımızda çınlıyor: “Yaşamak istiyorum!” Çığlıklar, isyana dönüşmeli! Bedenlerimizi yaşamın kuvvetleri ele geçirmeli! Hani “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine” yaşayacaktık. Şimdi ülkenin ormanları gibi için için yanıyoruz. Geriye, kederli karbonlar kalacak.

24 Ağustos 2019 Cumartesi

HARİTA KIVRIMLARINDA GELECEĞİ SAKLAR

El Greco, "Toledo Manzarası ve Planı" (1610-14)
RAHMİ ÖĞDÜL
23.08.2019

Gündelik hayatta haritaların içinden geçiyoruz. Planlı bir düzlem üzerinde, verili bir haritanın yollarını arşınlıyoruz. Ama hiç kimse körü körüne, verili bir kent haritasını izlemekle yetinmez. Kendi haritalarını yaratır. Bir palimpsest gibi, çok sayıda haritanın üst üste çakıştığı, kişisel ve toplumsal, çoklu belleklerin iş başında olduğu, geçmiş ve imgelemsel yolların gerçek olan ile durmadan şimdi ve burada kesiştiği bir ortam olarak gündelik hayat, içinde geleceği saklayan kirli bir çıkıdır. Geçmişin izlerine saplanıp kalmak yerine, geçmiş denilenin, henüz gerçekleşmemiş olan gizil kuvvetler alanı olduğunu anladığımızda, şimdiki haliyle kent, hüzünlü bir ortam olmayı bırakır ve eşiklerden, kapılardan, geçitlerden oluşan bir oluş mekânına dönüşür.

Geçmiş, bir esintide asılı kalmış bir kokudur bazen, burnunuzu sızlatır. Bazen de gözünüze çarpan yıkık bir duvardaki bir imge; göz yaşlarına boğulursunuz. Ya da tavan arasında rastladığınız atalardan kalma bir nesne de olabilir, dokunursunuz ve tüyleriniz ürperir. Geçmiş sık sık musallat olur bize, hele ki belirsiz şimdiyi, olup bitmiş geçmiş uğruna değersizleştirir ve bir arkeolog gibi, şimdinin altında saklı olduğunu düşündüğünüz geçmişe ulaşmaya koyulursanız. Geçmişin hayaleti peşinizi bırakmaz, ama bizi asıl korkutan şimdidir; her şey korkunç derecede kirli ve karmaşık. Ve giderek de karmaşıklaşıyor. İnsanlar, nesneler, binalar. Şimdiyi yitirmişseniz geleceği de yitirmişsiniz demektir. Şimdiden umudunu kesenlerin, geçmişin dip çamurunda debelenmekten başka bir şey gelmez ellerinden.

‘Eski güzel günler’ bizim icadımız. Kim iddia edebilir ki geçmişin iyi ve güzel olduğunu, daha da beterdi belki. Geçmişin şimdi olarak yaşandığı o günlerde, icat ettiğimiz daha derindeki bir geçmişe sığınmışızdır mutlaka. Her şey belleğin oyunu; başımız sıkıştıkça, şimdinin karmaşası ile baş edemediğimizde geçmişe sığınıyoruz. Şimdinin karmaşası karşısında, geçmişi iyi ve güzel kristaller halinde donduruyoruz. Ve iktidar belleğimizle oynuyor. Geleceğimizi karartırken, geçmişimizi aydınlatıyor. Çünkü gelmekte olan, dengesini bozacak, oysa geçmiş hep dengede. Mekânını düzenlerken, geçmişin kristallerini yerleştiriyor yol üzerlerine. Anıtlar, bellek yapıları, tapınaklar; şimdinin kaotik durumu karşısında, eski güzel günleri hatırlatan kozmik bellekler. Kentler, anıtlar sayesinde kozmoz olarak inşa ediliyor: Sabit yıldızlar hep aynı noktada duruyor, gezegenler hep aynı yörüngede dönüp duruyor. Bizler, anıtların etrafındaki yörüngelerde döndükçe yeryüzünde kozmik düzenler kuruluyor. Ve iktidar, şimdide geleceklerini kurmak için mekânsal ve zamansal mücadeleye girişenlere durmadan kayyum atıyor. Kayyum, yörüngelerinden çıkanları yeniden güneş sistemine bağlayandır. “Güneşin altında yeni bir şey yok. Olmuş olan, yine olacak” (İncil).

Oysa şimdinin karmaşası, baskısı, kötülüğü geleceğe gebe; çünkü şimdi, geçmişten geliyor ve geleceğe akmalı. Şimdinin önüne set çekmişler, akmasın diye. Setlerin içinde zaman birikiyor; gerçekleşmemiş arzuların için için kaynadığı kazan; ha patladı ha patlayacak. İmgelemsel olan ile gerçeğin birbirine karıştığı yollarda yürüyoruz. Ama sadece yaşanmış geçmişe, olup bitmişe saplanıp kalırsak, geçmişin kokuşmaya yazgılı durgun sularında çürüyeceğiz birlikte. Gelecek, gizil güçlerin şimdide edimselleşmesidir. Geçmişte bastırılmış olanın dışa vurulması. Bastırılan yaşamın kudretidir, yaşamın önüne setler çekiliyor. Oysa insan hem mekânsal hem de zamansal bir varlıktır. Kendi mekânını yarattığı ölçüde şimdiyi geleceğe taşıyacak. Gelecek, ne yazık ki setlerin ötesinde. Ve setin içinde kokuşmuş sular; dip çamurunda debelenip duranlar, eski güzel günleri arıyor.

Kentte eski güzel günlerin anısı silinmiş, yerlerini belleksiz parlak yüzeyler almış olabilir. Ama bir harita olarak kent, yürüyüşlerin mekânıdır. Adımlar, görünmez çizgiler çizerler kentin sokaklarında. Çizgiler, arzulu bedenlerin kent içindeki hareketleridir, arzu haritaları. Örtüştüklerinde kentin haritası değişecek; kesiştiklerinde, hep birlikte geleceğe akacaklar. Ve bedenler kendi mekânlarını yarattıklarında mevsim, yeryüzü olacak. Meydanlarda şenlik ateşleri.

17 Ağustos 2019 Cumartesi

EJDERHALAR VE KAHRAMANLAR



Arno Breker
RAHMİ ÖĞDÜL
16.08.2019

Kahraman denince, öncelikle ejderhaları öldürenler gelir aklımıza; hayranlarıydık; dünyayı kötülerden kurtarıyorlardı. Hangimiz kahramanlara özenmedik ki? Devletin bahçesindeki fidanlıkta, ölmeye ve öldürmeye programlı kahramanlar yetiştiriliyor. Bahçıvan, bahçeye girmeye yeltenen, düzeni bozacak ayrık otlarına, tarım zararlarına karşı nasıl kahramanca savaşmamız gerektiğini öğretmişti bize. Kötülük, çok başlı ejderha ya da keçi kafalı şeytan kılığına bürünebiliyordu. Ya da adını hatırlamadığım, gençliğimde izlediğim bir korku filminde şeytan, bildiğiniz hamam böceği formundaydı. Doğanın iğrenç formları. İğrenç, çünkü ‘biz’ olarak kendimizi inşa ederken, ötekileri iğrenç mahlukata dönüştürmekte üstümüze yoktur. Öteki çirkindir, biz güzeliz; öteki iğrençtir, biz nezih. Ötekiler, üzerine basıp ezeceğiniz böcekler. Böceklerle temas etmek, ötekilerle teması deneyimlemektir ya da tam tersi. Ötekilere ve doğanın öğelerine iğrenerek yaklaşmak, dünyaya faşizmin çemberinden bakmaktır.

Çemberin içinde güzel ve nezih bedenler vardır; ideal ve kanonik, kahramansı bedenler. Naziler, kahramanlar ırkı yaratmak üzere yapay seçilimle beden üretmeye giriştiklerinde, model olarak Rönesans’ın kanonik bedeni duruyordu önlerinde: Leonardo da Vinci’nin, çemberin ve karenin içine yerleştirildiği ‘Vitriviusçu Adam’ı. Nazi sanatında boy gösteren erkek bedenleriyle ‘Vitriviusçu Adam’ akrabadır. Nazi heykeltıraşlarından Arno Breker’in yapıtlarının, Rönesans’ın kanonik akrabalarından farkı, boylarının daha uzun olmaları ve omuzlarının aşırı genişliğidir. “Üstün insan, insanlığı eksizliğe, tamamlanmışlığa taşıma iddiasındadır” (Deleuze, Kritik ve Klinik, Norgunk). Üstün insan kahramandır, ucubeleri ortadan kaldırarak insanlığın yozlaşmasını engelleme, insanlığı mükemmel bir forma sokma görevini üstlenmiştir.

Çemberin içindeki beden mükemmel bir formdur, yere değil, göklere ait. Pisagor’un “evrenin yapıtaşları sayılardır” düşüncesinden etkilenen heykeltıraşların, mikrokozmoz olarak inşa ettikleri kanonik beden temsilleri, bütün ile parça arasındaki sayısal simetriye dayanır. Oysa kozmik estetiğin sayısal ölçütüyle yargıladığınızda yeryüzü grotesktir, uygunsuz birleşmelerin yeri. Doğanın ilk bakışta ayrıksı duran ögelerini uygunsuz birleşmelerle bir araya getirerek grotesk bedenler yarattık. Ejderha groteskin en mükemmel örneğidir, insansı, hayvansı, bitkisel ögeleri birleştiren fantastik çizimler. Ejderha, doğanın temsilidir, apayrı duran parçaların bir araya geldiği, aklın tüm estetik yargılarına meydan okuyan, sınıflandırılması, baş edilmesi imkânsız, asla evcilleştiremediğimiz, doğanın ele geçmez kudreti. Doğa, tüm zamanların ötekisidir.

Kozmik estetiğe göre yeryüzü iğrenç ve çirkin ötekilerle, grotesk bedenlerle dolu. Kaostan arındırılmış, hayali bir kozmozun mükemmel estetiğini yansıtan kanonik beden karşısında, yeryüzünün oluşuna batmış, groteskin anti-estetiği çok güzeldir oysa. Yeryüzü, herkesin katıldığı ve katıldıkça uygunsuz birleşimler yarattığı bir karnavaldır ve dışarıdan değil, içeriden baktığınızda şeyler grotesk gözükür gözünüze. Kanonik bedenin aksine, “grotesk beden, oluş halindeki bir bedendir. Asla bitmez, tamamlanmaz; sürekli inşa ve yaratılma halindedir” (Bakhtin, Rebelais ve Dünyası, Ayrıntı).

Kahraman, kanonik formlarla döşenmiş çemberin içindeki simetrik parçalardan biridir sadece ve dışarıdaki oluş haline form giydirmek üzere doğaya fetihler düzenlediğinde kozmokratöre dönüşür, kozmoz yaratıcısına. Kahramanı hangi nitelikleriyle tanırsınız? “Ciddi havası, ağırlığı, yük taşımaktan aldığı zevk, yeryüzünü horgörmesi, gülmedeki ve oynamadaki yetersizliği, intikam girişimi” (Deleuze). Ayrıca kahraman titizdir, temizliğine pek düşkün. Kozmoz yaratırken etnik ve ekolojik temizliğe girişir. Yeryüzünün kıvrımları arasında, labirentte yaşayan grotesk bedenleri, boğa-insan Minotauros’u, ötekileri gözünü kırpmadan öldürebilir. Ortadan kaldırmak istediği yaşamdır, yaşamın asi kuvvetleri. Ama yaşam her yerdedir; içinizdeki kıvrımlarda. Yumurta misali, kabuğu soysanız, içinden Dionysos çıkacak; “gülmeyi, oynamayı, dans etmeyi, yani yaşamı olumlamayı” bilen boğa-insan. Grotesk!

9 Ağustos 2019 Cuma

FİLLER POLİTİKTİR

RAHMİ ÖĞDÜL
09.08.2019

“Doğamız tahrip ediliyor” derken, hangi doğadan söz ediyorsunuz? Dışsallaştırdığınız doğadan mı yoksa içeriye kapattığınız doğadan mı? Çünkü bizler doğanın bağrından çıkmış ve sonra da doğadan korunmak için kendini çitlerin arasına kapatmış bir soydan geliyoruz. Doğamızı doğadan ayırdık. İçerideki doğa yoğun bir evcilleştirme sürecine tabi tutuldu. Ve hız kesmeden devam ediyor; her yeni doğan, eğitim adı altında, içindeki yabani doğadan arındırma ritüellerine maruz bırakılıyor. Eğitim şart. Eğitim sürecinde evcil kabuklar, yani kullanışlı kimlikler edinsek de kabuğun altında hâlâ capcanlı doğa var, evcilleştirilemeyen, patlamaya hazır magma. Dayatılan kabuğa karşın, içten içe kendi formunu biçimlendiriyor ve hazır olduğunda kabuk çatlayacak.

DOĞADA ÇOKLUK VAR
Doğal kaynaklar ve insan kaynakları; iktidar, sadece dışsal doğada yıkımlara kalkışmıyor; içimizde, ruhumuzda da derin yaralar açıyor. İçimizde şirketlerin şantiye alanları var; maden bulmak için ekolojimiz talan ediliyor. İçimiz kurudu, içimizde çöller giderek büyüyor. Dengemiz bozuldu. Doğanın, toplumsallığını yitirdiğinde ruhsal sorunlar yaşayacağını herkes biliyor. “Güney Afrika’daki bir parkta 1970’lerin başında oluşturulmuş sürülerden neredeyse hiçbiri hayatta kalmamıştır. Bu fillere yapılan yapılan otopsilerde, genellikle strese bağlanan mide ülseri ve başka lezyonlara rastlanmıştır (V. Despret, Doğru Soruları Sorsaydık, Hayvanlar Ne Söylerdi?, Tellekt). Psikiyatristler, psikologlar, yaşam koçları, psikolojik danışmanlar, şeyhler, tekkeler ve zaviyeler; hepsi de parklara kapatılmış insan doğası üzerinde çalışıyor, ruh tamircileri; hepsi de yıkımdan besleniyor. İçimize iktidar kaçmış, iktidarı kovmak yerine tamircilerinden medet umuyoruz. İktidar ağaçları kesiyor, onlar yenilerini dikiyor. Diktikleri, monokültür ağaçlarıdır, oysa doğada çokluk var.

DOĞA BELLEĞİMİZDİR
Bedenimizi iktidar ele geçirmiş, zihnimizdeki fabrikalarda şirketler görme biçimleri üretiyor: “Masumane biçimde tuzağa düşerek, sandığımız gibi, bir dışsal gerçekliği değil, kendi zihinsel fabrikalarımızın ürünlerini seyrediyorduk. Tanrısal bir vecd ile benliğimizden çıktığımızı sanırken, kendi görme biçimlerimize hayran oluyorduk” (A. Cauquelin, Peyzajın İcadı, Dost). Hayran olduğumuz, zihinsel fabrikalarda üretilen iktidarın bakışıdır. Baktığımızda, her yer peyzaja dönüşüyor, tek bir bakışta tüketilecek bütüncül bir manzara-doğa. Oysa doğa, çokluktur. Her canlı türü, kendi algı yetenekleri ile kendi dünyasında yaşarken, başka türlerle kurduğu bağlantılarla doğayı çok sesli bir müzikale dönüştürüyor. Peyzaj gözlerimizi kör etmiş, işitemiyoruz. Gördüğümüz, tek sesli peyzajdır. Yeryüzünü peyzajlar olarak inşa ettiğinizde, yıkmak da kolay: “Doğa-manzara: Tek bir sözcük, tek bir kavram - peyzaja dokunmak, onu biçimlendirmek veya bozmak doğaya dokunmak demektir” (Cauquelin). Kentsel dönüşümler, mevcut kentsel peyzajın yerine bir başka peyzajı geçirirken ya da park ve bahçelerin peyzajı sık sık değiştirilirken kılınız kıpırdamaz. Dışsal doğayı da yerinden edebilir ve yerine bir başka peyzaj-doğa geçirebiliriz. Kaz Dağları’nda ağaçlar kesilebilir, yerine yenilerini dikeriz. Ya da içinizdeki doğa tahrip edilebilir; meraklanmayın, ruh tamircileri yerine yeni peyzajlar tasarlayacaklar. Her doğa-peyzaj düzenlemesinde yıkılan, toplumsal belleğimizdir.

İNSAN, DOĞASINA KATILACAK
Doğanın binlerce yıldan beri ince ince dokuduğu ekolojik bellek parçalandığında filler isyan edebilir. Son yıllarda bazı filler Uganda’nın batısındaki köylere saldırmış ve defalarca geçişi engelleyecek şekilde yolları kapatmışlardır. Hayvanat bahçelerinde ve sirklerdeki, tutsak alınmış, şiddete ve sömürüye maruz kalmış fillerin, insanlara saldırmaları önceleri “kaza” olarak adlandırılsa da bu eylemlerin isyan ve direniş eylemleri olduğu kabul edilmiştir (Despret). Hayvanlar politiktir. Hitchcock’un ‘Kuşlar’ filminde, kuşlar örgütlenmiş ve Bodega (market)’ya saldırmışlardı; filmdeki bir karakterin dediği gibi: “Kuşlar saldırgan yaratıklar değillerdir. Bu gezegeni ısrarla yaşanmaz hale getiren insanlardır.” Kirazlı’daki maden şirketinin CEO’su protesto eylemlerinin politik olduğunu söylemiş; haklı: Doğa politiktir. İnsan da kabuğunu çatlattığında doğasına katılacak.

HAYAL GÜCÜNÜ İKTİDARA TAŞIMAK!

RAHMİ ÖĞDÜL
02.08.2019

İktidarın gözü ve kulağı üzerimizde. Gözü panoptikondur, her şeyi görür; kulağı panakustikondur, her şeyi işitir ve her şeye muktedir: Omnipotent (herşeye gücü yeten), omniscient (her şeyi bilen) ve omnipresent (her yerde hazır ve nazır olan).  Oysa tüm bu sıraladıklarım tanrının vasıfları. İktidar kendini tanrının vasıflarıyla donatarak tanrılaşmak mı istiyor? Yoksa İktidar, tanrının tüm vasıflarına sahip bir tanrı-kral mı? Ya da tanrı, bildiğiniz politik iktidar mı? Kafam karışık.

Hakikati, doğru yolu gösteren iktidardır ve hakikatten saptığımızda bizi hücrelere kapatan da o. İktidarın hakikat dediği, çiğnene çiğnene yavanlaşmış, basıla basıla basmakalıplaşmış yoldur. Hatamız, anayoldan çıkmak ve hayatın dallanıp budaklanan ara yollarına sapmak. Sonsuzca kıvrılan ara yollar, arayışın yolları. Anayol asfaltlanmış, zift karası, üzerinde tek bir ot bile bitmez. Ama hayat, asfalttan kaçmıştır, ara yollara, kıvrımlara. Biz de hayatın peşinden gidiyoruz, arayışımız sürüyor. Hata, denemekten doğar; basmakalıp yolları terk edip bir bedenin neler yapabileceğini keşfetmek. Demek ki bir bedenin kendi kudretini keşfetmesinden rahatsız kendilerini. O yüzden ara yollar yasak. Her yol ağzına geldiğimizde, yüreğimiz ağzımıza geliyor; acaba saparsak hainlikle ya da döneklikle suçlanır mıyız diye. Ama hayat ara yollarda, otlar aralarda, çatlaklarda bitiyor ve biz her seferinde ıskalıyoruz. Güney Doğu bölgesinde bir deyim var: ‘Araya gitmek’. Boşa gitmek, ziyan olmak, demek. Anayoldan ayrılmasınlar diye, ‘ara’ya olumsuz anlamlar yüklemişler. Kim ister ki ziyan olmak? Akıllı olan, anayoldan, doğru yoldan ayrılmaz; tanrı-kralın çizdiği harita üzerinde hareket etmeli.

“İblisler tanrılardan farklıdır, çünkü tanrıların sabit nitelikleri, özellikleri ve işlevleri, yurtları ve kodları vardır: yollarla, sınırlarla ve harita çıkarmayla ilgilenirler. İblislerin yaptığı ise, aralıklar boyunca, bir aralıktan diğerine sıçramaktır” (Deleuze). Ortaçağlarda manastırlarda elyazmalarını çoğaltan keşişlere musallat olan ve bir aralıktan diğerine sıçratan Titivillus da bir iblisti. Elyazmaları anayoldu; kopyalarken hata yaptıklarında, anayoldan sapıyor, anayolu saptırıyorlardı. Küçük bir hata, araftaki bekleme sürelerini artıyordu; biz de hata yaptığımızda hücredeki bekleme süremiz artıyor. Titivillus musallat olmasaydı, her şey yolunda gidecekti; iblis işte, anayoldan çıkarıyor. Anayol sıkıcıdır, “olmuş olan yine olacak”, İncil’de yazıyor. Anayol hayal gücünüzü kurutur, durmadan yinelenen olgularda ziyan olursunuz. Titivillus zihni, olmuş olanın ve yine olacak olanın düzleminden, imgelem düzlemine sıçratıyor. İblis işte, hayal gücünü iktidara taşıyor.

Zihin, çizgisel bir yolda ilerlemek yerine, hayal gücüyle oradan oraya sıçramaya teşnedir. İmgelem, şimdi ve burada olmayanın, namevcut olanın akılda tutulması; fantezi ise onun yeniden işlenmesi. “İşlevsel açıdan phantasia, imaginatio demektir. Spesifik anlamda, imaginatio ortakduyu tarafından toplanan formları akılda tutma melekesidir; phantasia ise aksine, imaginatio tarafından tutulan fantazmaları yeniden birleştirme melekesi” (M. Ferraris, İmgelem, Dost). Yeryüzünün formlarını birleştirip ejderhalar yarattık. Ya da imgelemin verdiği keçi ve insanı birleştirdiğimizde, ortaya satir çıkmıştır. Dionysos, Yunan mitinde yarı tanrı yarı keçi olan satir olarak temsil edilirdi. Ve hayatı olumlayan Nietzsche satir olmayı tercih etmiştir: “Ben Dionysos’un müridiyim. Aziz olacağıma bir satir olmayı tercih ederim.” Biteviye tekrarların asfaltından, ara yollardaki hayata sıçramak.

Hata yapmaktan korkuyoruz, arafta beklemekten. Her şeyi gören, her şeyi işiten iktidarın paranoya makinesine bağlıyız çünkü. Çekin makinenin fişini, kurtulun kablolardan ve gönlünüze imgelemin dönüştürücü ateşi düşsün! Hayal gücü iktidardaysa şayet, parçaları birleştirip çok başlı çok gövdeli ejderhalar yaratabilirsiniz. İktidar, modern zamanlarda toplumsal kadavralardan kendi canavarını yaratmıştı, Frankenstein’ın canavarı. Şimdi sıra bizde. Biz, parçalar, birleşebilir ve kendi ellerimizle dipdiri bir toplumsal beden yaratabiliriz. Hayal gücü iktidara!