31 Mayıs 2020 Pazar

YERİNİZDEN MEMNUN MUSUNUZ?

Lucian Freud, "Kuşlu Manzara", 1940
RAHMİ ÖĞDÜL
29.05.2020
Sizi yerinizde tutan ne? Yerin ruhu mu? Yer ile uzam arasındaki farkın ruh olduğunu söylüyor Yi-Fu Tuan. Uzam ruhsuzdur; çünkü onu henüz bir giysi gibi sırtınıza geçirmemişsinizdir. “Duygusal anlam ifade eden bir yerin kişiliğinin olması, eski bir yağmurluğun karakteri olduğunu söylemek gibidir. Yağmurluğun karakteri onu giyen ve giydikçe de çok seven insanın yüklediği bir anlamdır. Yağmurluk kullanmak içindir, ama bu durumda zamanla kendine özgü dikimi, şekli ve kokusuyla bir kişiliği olur. Yer de aynen böyledir”. O halde uzamı, kesilip biçilmemiş, henüz bedene uygun bir giysiye dönüştürülmemiş kumaş topu olarak tanımlayabiliriz. Ne demişti Protagoras? “İnsan her şeyin ölçüsüdür”. Uzam, insanın ölçüsüne göre biçimlendirildiğinde ve ona anlam yüklendiğinde yere dönüşüyor. Bu anlam yerin ruhudur. Evimiz de sırtımıza geçirdiğimiz giysidir; kullandıkça biz ona alışırız, o da bize. Her evin bir ruhu vardır, bedenlerimizin biçimini alır, kokumuz siner her köşesine.
Yerin ruhu, yerleştiğiniz yere sinen bedeninizin kokusudur. Beden bir yere tutunur ve o yerin ritmiyle tutarlı hale gelir. Bedenin tutarlılığı alışkanlıkların tutarlılığıdır. Alışkanlıklar mı yere bağlıdır yoksa yer mi alışkanlıklara? İşler karışır. Yer değiştirdiğinizde yeni alışkanlıklar edinebilirsiniz ya da içine doğduğunuz ve sizden önce de var olan toplumsal, çevresel, dilsel alışkanlıklar, yer değiştirseniz de peşinizi bırakmazlar. “Yeni bir ülke bulamazsın/Yeni bir deniz bulamazsın/Bu şehir arkandan gelecek” (Kavafis). Nostalji, sılayı özlemekten daha çok alışkanlıklardan vazgeçememektir. Alışkanlıklarınızı değiştirdiğinizde sıla özlemi geçer; iyileşirsiniz. Ama kolay mı, yerin alışkanlıklarına tutunmuş bir bedeni terk etmek? Şehir değildir peşinizden gelen, bedeninizdir. Bedeninizle birlikte o şehri de her yere taşırsınız; tutarlılığın göstergesi. Beden yeni yerde ancak kendine tutunabilir ve düşman kuvvetler tarafından kuşatılmış bir adaya dönüşür. Bedenin, dışarıya her adım attığında tutarlılığını bozacak kuvvetlerden kendini sakınması gerekir. İşin tuhafı, terk ettiği şehir çoktan değişmiştir. Ve beden, olmayan bir şehrin alışkanlıklarını savunurken bulur kendini. Yersiz kalan ruhun, bedeninden başka sığınacağı şehri kalmamıştır.
Ama bir yer olarak her beden, tıpkı şehirler gibi, içine yerleştiği yeryüzü ile birlikte hayatta kalabilir ancak. Şehirlerini yitirmiş ruhları, ara sıra yitirdikleri şehirlerin sokaklarında dolaştırmak gerekir. Japonlar, “kami” dedikleri ruhları yılda bir gün tapınaklarından dışarı çıkarır ve şehrin sokaklarında dolaştırırlar. Kami’lerin neler hissettiklerini bilmiyoruz. Ama bizlerin, yersiz kalan ruhların neler hissettiğini çok iyi biliyoruz. Her dışarı çıktığımızda bambaşka bir çehreye bürünüyor şehir ve acı çekiyoruz; nostos algos: eve dönememenin acısı. Eskiden yeryüzünün kumaşından yerimizi kendimiz dikerdik. Dikimi, şekli ve kokusuyla evimiz olurdu. Havadardı, yeryüzünün nefesi girerdi içeri; yeryüzünün nefesiyle yollara düşerdik. Ama artık hazır giyim, konfeksiyon yerler var; giysiler gibi, boy boy. Yeryüzünün hayat verici nefesi içeri girmesin diye tasarlanmış lahitler. Parası olan battal boy yer alabiliyor kendine. Parası olmayanlar, yoksullar, göçmenler, buldukları bir boşluğa/uzama sığınıyor ve tıpkı kumru gibi, dışarıdan taşıdıkları çer çöp ile boşluğu yer haline getiriyorlar.
Çocukluğumdan kalma bir tekerleme, kulaklarımda çınlıyor. Akşamın alacakaranlığı çöküp de anneler şehrin sokaklarında oynayan çocuklarını evlerine çağırdıklarında hep birlikte, “evli evine, köylü köyüne, evi olmayan fare deliğine” tekerlemesini söyler ve sonra evlerimize dönerdik. O yüzden ev denince hâlâ içim sızlar. Yeri olmayan ruhların üşümesiyle ürperir bedenim. Salgın günlerinde hayatta kalmak için kapanacak yeri olanlar, lahitlere alışanlar, dışarı çıktıklarında o şehri yerinde bulamayacaklar; şehrin sokaklarına tutunamayacaklar. Yasa koyucu boş durmuyor, terk ettiğimiz yerler despotik ölçülere göre yeniden biçimlendiriliyor; insan değil, despottur her şeyin ölçüsü. Yerini yitirmiş ruhlar burunlarını fare deliklerinden dışarı çıkarabilecekler mi acaba? Merak ediyorum. Ruhum üşüyor, ürperiyorum.

22 Mayıs 2020 Cuma

DELİ GÖMLEKLERİ HİÇ YAKIŞMIYOR SİZE

Holbein, "Elçiler", 1533
RAHMİ ÖĞDÜL
22.05.2020
Herkes gibi ben de özlediğim hayatı seyretmek istiyorum. Gelgelelim her tıkladığımda reklam çıkıyor karşıma. Sağ alt köşedeki “reklamı atla” seçeneğine tıklıyorum, düğme çalışmıyor; kâbus gibi. Ya özlediğiniz hayattan vazgeçeceksiniz ya da reklama katlanmak zorunda kalacaksınız. Seçenek düğmeleri bir işe yaramıyor. Temsili demokrasilerde sunulan seçeneklerden hangisine tıklarsanız tıklayın, görüntü değişmiyor; hep aynı temsil. Seyretmeye devam ediyoruz, reklamlar bir gün bitecek diye.
Özlediğimiz hayatlara kavuşmak umuduyla malları ya da mallaşmış hayatları satmaya çalışan o arsız ses ve görüntülere maruz kalıyoruz. Galiba sorun seyretmek. Çünkü özlediğimiz hayata seyrederek kavuşmak istiyoruz. Bizim sorunumuz çerçevelenmiş ve kurgulanmış, hazır-yapım bir hayatı istemek. Resim tarihinin ürettiği temsiller ile gerçeklerini birbirine karıştırdığımızdan beri, hayatı da bir tablo olarak algılamaya başladık. Beyaz küplerin içinde çerçevelenmiş statik hayatları seyretmeye bayılıyoruz. Ama hayatın statik olmadığını, kıyısı olmayan zamanın durmadan aktığını ve ancak bir dalgıcın, akışa dalarak yüzeye yeni formlar çıkarabileceğini biliyoruz. Ama bilmezlikten geliyoruz. Kim uğraşacak şimdi, hazır-yapım hayatlar varken; görsel kültür ürünleri.
Kültürlüyüz, iyi bir tablodan, iyi filmden keyif almasını biliyoruz. Evlerimiz kitaplarla dolu; kitapların önünde pozlar verebiliyoruz. Kültür, hayatın önüne geçtiğinde ve önünde poz vereceğiniz formlara dönüştüğünde, Holbein’ın tablosundaki “Elçiler”den bir farkımız kalmıyor. Tabloya ya da hayata doğrusal değil de eğri baktığınızda, tablonun alt kısmında, karanlık göz çukurlarıyla bize bakan kurukafa, birlikte poz verdiğimiz kültür nesnelerinin geçici formlar olduklarını, tüm bu formların altında formsuzluğun yattığını hatırlatıyor. Karanlık göz çukurları bizi hiçliğin, kaosun içine çekiyor. Kaostan yüzeye her çıktığımızda beraberimizde yeni formlar getirebilme yeteneğimiz var. Oysa kaosu olmayanlar, üst üste yığdıkları ölü formlarla kuruyorlar kozmoslarını ve ölü formlar arasındaki bir kültür formuna dönüşüyoruz.
Kültür dediğimiz nedir ki? Hayatın kesintisiz akışından yüzeye çıkardığımız formların toplamı değil mi? “Hayatın yaratıcı hareketinin hayata ifade ve gerçekleşme formları sunan bir takım yapıtlar (artefakt) ürettiği yerde, buna kültür deriz: Medeni kanunlar ve anayasalar, sanat eserleri, din, bilim, teknoloji vb. Bunlar, hayatın kesintisiz akışını içlerine alıp ona form ve içerik kazandırır” (Georg Simmel). Formsuz olamıyoruz, ancak bir form ile kendimizi zaman ve mekân içinde ifade edebiliyoruz. Aksi takdirde hiçliğin dipsiz çukurunda boğulabilirdik. Fakat hayatın yaratıcı hareketiyle biçimlenen formlar, hayat kesintiye uğratıldığında, hayatın akışından soyutlanıp bağımsız biçimlere çevrilmeye ve hayatın çok gerisine düşmeye başladıklarında, hayata giydirilen deli gömleklerine dönüşüyor. Simmel hatırlatıyor: “İlk oluşma anlarında hayatla uyumlu olabilirler; ama hayat kendi evrimini sürdürdükçe, bu formlar katılaşıp sabitleşmeye başlar, hayata yabancı, hatta düşman hâle gelirler.” Formlar, hayata düşman kesildiklerinde kültür de bize giydirilmiş deli gömleğidir. Ama hayat hâlâ deli gibi akıyor. Hayata katılmak için yeterince deliremedik demek ki. Delirebilseydik, gömlekler çoktan parçalanmış ve yeni ifade biçimleri icat etmek için hayatın yaratıcı hareketine çoktan katılmıştık bile.
Dubuffet haklı: “Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var” (Boğucu Kültür, Dost). Bir zamanlar hayatın yaratıcı hareketinin ifade biçimleri olan formlar kutsal emanetlere dönüşmüşse, hayat yaşanmaz artık, seyredilecek ve iman edilecek formlara dönüşmüştür. Formlara iman edenlerin oluşturduğu kültür cemaati, sadece özlediği formları, hazır-yapım hayatları seyretmek istiyor. Özledikleri formlar yitirdikleri ülkedir. Bedenlere en dar gelen deli gömleği, yitirilen formlara duyulan özlemdir. Oysa deli gibi akan hayat yeni formlara gebe. Size deli gömlekleri hiç yakışmıyor. Hâlâ deli gömleği giyiyorsanız, yeterince delirmemişsiniz demektir.

15 Mayıs 2020 Cuma

İKİNCİ DALGAYI BEKLERKEN

Hokusai, "Kanagawa Açıklarındaki Büyük Dalga", 1829-33
RAHMİ ÖĞDÜL
15.05.2020
Evin kozmik düzeninde eşyalar, gökyüzündeki takımyıldızları gibidirler. Önce boşluk vardır ve takımlar boşluğa yerleştirilince kozmik düzen yaratılır. Sonra da özneler, yerleşik nesnelerin düzenine göre düzenlerler yaşantılarını. Ritimlerini sürdürebilmeleri, nesnelerin yer ve işlevine bağlı olduğu için, nesnelerin düzenini değiştirecek dalgalardan korkarlar en çok. İlk dalgayı atlatmışlardı. İkinci dalganın geleceğini haber alan özneler, evlerine yeniden yığınak yaptılar. Suların içeri girmesini önlemek için kapı eşiklerine kum torbaları yerleştirildi. Dalga geldiğinde, nesneleri ya sularına katıp götürüyor ya da nesnelerin yerlerini değiştiriyordu. Ve yerleşik nesnelerle kendilerini tanımlayan özneler, nesnelerin düzeninin bozulmasını yıkım olarak adlandırıyorlar. Yerlerinden edilen öznelerin, nesneleri tekrar aynı yerlerine yerleştirmek ve bildik yaşam tarzlarını yeniden kurmak gibi bir alışkanlıkları var. Ve bu sürece normalleşme deniliyor. Mesela ilk yaptıkları şey; yerinden kıpırdamış olan kralın oymalı, altın varaklı, ağır koltuğunu tekrar eski konumuna getirmek; çünkü nesnelerin ve öznelerin simgesel konumunu bu koltuk belirliyor. Ve ardından albenili nesnelerin yerleştirildiği tüketim tapınaklarına ziyaretler başlıyor. Hayatın dalgalarıyla kirlenmiş ruhlarını ölü nesnelerle arındırmaları gerekiyor. Biz kumsalda yaşayanlar için çok tuhaf bir yaşam biçimi.
Kumsalda hayat başka türlü yaşanır. Nesnelerin düzeni dalgalarla durmadan değiştirdikçe, ritimlerimiz de değişir. Bir sonraki dalgaya bekliyorduk. Deleuze’ün, Nietzsche’nin “ebedi döngü”süne atıfta bulunarak zarlar için söylediği, dalgalar için de geçerli: Dalgaların iki anı vardır: dalgaların atıldığı an ve dalgaların düştüğü an; atılan dalgalar, rastlantının olumlanmasıdır; kumsala düşerken oluşturdukları kombinasyon ise zorunluluğun olumlanması. Okyanusun açıklarında, yeryüzünün kim bilir hangi rastlantısal kuvvetleri tarafından atılmış dalgalar kumsala her düştüklerinde, kum ve çakılların yerleşim düzeni değişiyor. Ve biz dalgayı ve ortaya çıkan kombinasyonu olumlardık. Çakılların yeni düzeniyle birlikte yürüme tarzımız, algılarımız, dilimiz, düşünce biçimimiz de değişiyor. Yerleşiklerin, sabit nesnelere göre kurdukları ve simgesel anlamlar yükledikleri yaşantılarının tam tersi. Biz ruhlarımızı ölü nesnelerle değil, hayatın dalgalarıyla arındırıyoruz. Yeryüzünün dalgalarıyla oyunlar oynuyoruz. Anlayacağınız, neşeli bir varoluş bizimkisi.
Sabit nesnelerin arasına sıkışıp kalmaktan yorgun düşenlerin ve isyan edenlerin olduğunu işitiyorduk. Konstrüktivist diyorlarmış kendilerine. İçlerinden, Mayakovski adında biri, eve ve ev içindeki ölü nesnelere karşı savaşı başlatmış: “Kahrolsun ev ıvır zıvırları”. Hareket halindeki bireye gündelik yolculuğunda eşlik etsin ve bireyle birlikte sürekli biçim değiştirsin diye, “yoldaş nesneler” dedikleri nesneler icat etmeye başlamışlar. Bedenler mi nesneleri hareket ettiriyor, yoksa nesneler mi bedenleri? Bizim kumsalda bedenleri devindiren, yeryüzünün dalgalarıyla durmadan yer ve işlev değiştiren nesnelerdir. Yeryüzünün dalgaları karanın içlerine, yerleşiklerin yaşadığı yere ulaşsa bile, kalın duvarları aşması zordur. Kalın duvarlar, dalgaların içeri girip iktidarı yerinden etmesini önlemek için inşa edildi. O yüzden dalgayı içeride yaratmaları gerekiyor; sürekli yer ve işlev değiştiren nesnelerle. Dalgalanan nesneler, bedenleri de dalgalandırıyor.
Cortazár’ın “Ele Geçirilmiş Ev” öyküsünde, evin içindeki görünmez bir dalga, nesnelerin arasına sıkışmış evin sakinlerini yerlerinden sökerek kapının girişine dek sürükler. Ve sonunda sokakta bulurlar kendilerini. Sokak, rastlantının ve zorunluluğun alanı. Ve dediklerine göre sokakta, kaldırım taşlarının altında kumsal varmış. Dalgaların tuzlu kokusu, kaldırım taşlarının arasından kente yayılıp da toplumsal bedeni dalgalandırmaya başladığında, mevcut şeylerin düzenini ve hayatlarını değiştirmeye kalkışırlarmış. Ama kaldırım taşlarının üzerini asfaltla kaplamışlar şimdi. Bazen asfaltta oluşan çatlaklardan sızan dalgaların kokusu, kimi bedenlerde ürpermeye yol açabiliyor, rüzgârlardan biliyoruz. Tutsak kardeşlerimizin kanat çırpışlarını rüzgârlar kumsala getiriyor.

8 Mayıs 2020 Cuma

ETRAFINIZ SARILDI, TESLİM OLUN!


RAHMİ ÖĞDÜL
08.05.2020

“…Haritacılık Okulu, İmparatorluk’la birebir ölçekte bir İmparatorluk Haritası geliştirdi, öyle ki, harita, noktası noktasına gerçeğiyle çakışıyordu” (Borges). Gerçeğin temsili olan haritaların uzamı ve içindeki nesneleri ve hayatları biçimlendirdiği zamanlarda yaşıyoruz. Harita yeryüzünü kaplıyor, haritanın içinde dolaşıyoruz. John Pickles, “haritalar bölgeden önce gelir” (Uzamların Tarihi, YKY) derken, coğrafi bölgelerin, içinde yaşadığımız kentlerin haritaya göre inşa edildiğini vurguluyor ve tıpkı Borges’in imparatorluğu kaplayan birebir ölçekli haritası gibi, yaşantılarımız da haritayla birebir çakışıyor. Önce harita vardır; harita, varlıktan da önce gelir.

Hem kültürel olarak hem de gerçek anlamda sürekli olarak hareket eden özneyi haritalandırmak güçtür. Ama varlık, tanımı gereği değişmeden kalandır. Varlığı inşa etmek için önce bir çember çizmeniz ve içini eş merkezli dairelerle donatmanız yeterli; bir dart tahtası gibi. İşte size varlık! 11’inci yüzyıldan kalma Abingdon Labirenti olarak adlandırılan harita varlığı, eş merkezli dairelerin en merkezine yerleştirmiş; yeryüzünün kuvvetleri şekli şemailini bozmasın diye. Varlığı hakikat diye dayatanlar var; yeryüzünü ise, hakikati durmadan bozan hareketin, çokluğun, yani yanılsamanın yeri olarak aşağılayanlar. Çünkü varlık hakikatini göklerden almış, aşkın bir plana göre tasarlanmıştır. Abingdon Labirenti’nin içine, Latince varlığı gösteren “est” sözcüğü merkezdeki daireye denk gelecek şekilde, “Assumpta est Maria ad Caelestia” (Meryem Göğe Yükseldi) yazılmıştır. Varlık göksel, aşkın ‘bir’ hakikat ile bağlantı kurdukça var olabilir ancak. Varlık, aşkın hakikatin yeryüzündeki temsilcisi despot tarafından kuşatılmıştır. Fakat her şeye rağmen hayatı çemberin içine kapatmak zor, dışarıya taşmak ister.Dışarısı, oluşun mekânıdır, rastlantısal karşılaşmaların ve karışımlarım. O yüzden dışarısının da haritalandırılması ve karşılaşmaların önceden belirlenmesi gerekiyordu. Bu kez haritalandırılan coğrafi bedendir, yeryüzü.

Varlık, dışarı çıktığında yine aşırı kodlanmış bir haritanın içinde bulur kendini ve adı değişmiş, özne olmuştur. Bölgeler, içinde fiilen yaşadığımız mekânlar, nasıl harita adı verilen kayıtların, kodlamaların üst üste bindirilmesiyle oluşmuşsa, özne de harita içinde hareket ettikçe bıraktığı izlerin ve edindiği kodların üst üste bindirilmesiyle inşa edilir. Özne, artık sabit bir öze göre tanımlanamaz; haritada dolaştıkça iktidarın yakalama aygıtlarına yakalanır ve durmadan inşa edilen bir sürece dönüşür. Denetim toplumunda özgürlüğün, gezinmenin keyfini çıkaran özne, ister gerçek olsun ister sanal, haritada izlediği yollar, konakladığı yerler, okuduğu metinler, satın aldığı ve paylaştığı şeyler ile kendini durmadan ele vermektedir. İktidar, kaçış çizgilerini görünmez kılmak için yeryüzünü ve özneyi yeniden ve yeniden kodluyor. Haritanın içinde kıstırıldınız. Bunu ben söylemiyorum, iktidar söylüyor.

Almanların, İkinci Dünya Savaşı’nda Dunkirk’teki Müttefiklere durumlarının çaresiz olduğunu kanıtlamak için havadan attıkları broşürlerdeki harita, tamamen kuşatılmış olduklarını gösteriyor ve broşürlerdeki yazı askerlere şöyle sesleniyordu: “İngiliz Askerleri! Haritaya bakın: Vaziyet ortada! Birliğinizin etrafı tamamen kuşatıldı. Teslim olun! Silahlarınızı bırakın!” (Pickles). Yasalarla, kurumlarla kodlanmış ve durmadan kodlanan bir dünyada kuşatılmışlık duygusu yaşamayan var mı? Ama haritadaki kuşatılmış bölgenin bir kenarı denizdir. Orhan Veli’nin dizeleri geliyor aklıma: “Ne duruyorsun be, at kendini denize/...Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol/Git gidebildiğin yere.” 1769’da Alman filozof Herder, denize açılmış ve düşünceleri kanatlanmıştı: “Kıyıdayken insan ölü bir noktaya takılı ve bir durumun dar çemberiyle sınırlı”. Varlığın çemberi, yerini öznenin haritasına bıraksa da, durmadan kodlanan hayatlarımız, haritadaki ölü bir noktaya dönüşüyor. Denize açılmak, despotun kodlamasından kurtulmak ve devrimci kuvvetlerle temas kurmaktır. Bir yanımız kuşatılsa da bir yanımız deniz: “Birlikte kürek çekmek, paylaşmaktır; tüm yasaların, sözleşmelerin ve kurumların ötesinde bir şeyleri paylaşmak” (Deleuze). Deniz bizi çağırıyor.

3 Mayıs 2020 Pazar

PEYZAJINIZI NASIL ALIRDINIZ?

Komar ve Melamid, "En Çok İstenen Resim, Danimarka", 1994

Komar ve Melamid, "En çok İstenen Resim, Amerika", 1994
RAHMİ ÖĞDÜL
01.05.2010
Bu soru böyle sorulmadı tabii. ABD’ye yerleşmiş Sovyet sanatçılar Vitaly Komar ve Alexander Melamid 1993’te National Institute’ten aldıkları ödenekle dünya çapında bir kamuoyu araştırması gerçekleştirdiler. Anketler ve toplantılar aracılığıyla, insanlara neyin resmini görmek istedikleri, iç mekân mı yoksa manzara mı tercih ettikleri, ne tür hayvanlardan hoşlandıkları, en sevdikleri renkler, hangi insanların resmedilmelerini istedikleri gibi sorular yöneltildi. Yaklaşık iki milyar insanı kapsayan bu araştırmadan çıkan sonuçlara göre her ülke için en çok istenen ve en az istenen tablolar resmettiler. Bu tablolar her ulus için en sevilen renkler, şekiller ve konuların kullanıldığı pastişlerdi. Toplumsal kimliği oluşturan, uygarlaşma sürecinde zihinsel peyzaja eklenen kültürel öğeleri, ya da doğayı tüketirken manzaraya katılan ulusal sosları tablolardan çıkardığınızda geriye hepsinde ortak öğelerden oluşan temel bir görüntü kalıyor: Ağaçlar, açık alanlar, su, insanlar ve hayvanların olduğu bir manzara (Denis Dutton, Sanat İçgüdüsü, Ayrıntı).
Doğanın kendi başına bir hikâyesi yoktur. Rönesans insanı Alberti’ye göre, çizgisel perspektifle tasarlanmış dengeli bir kompozisyon olarak resmin aynı zamanda mutlaka bir ‘istoria’sı, yani hikâyesi olmalı. Doğa, çerçevenin içine ancak hikâyenin dekoru olarak girebiliyor; insan faaliyetin sergilendiği bir sahne olarak. Ve İncil’deki İsa, havariler, aziz ve azizeler gibi ana ve yardımcı karakterlerin anlatıldığı hikâyelerin sembolik değerine bağlı olarak doğa anlam kazandı. Rönesans sanatçılarının Antik Yunan’ın yıkıntıları arasında pagan heykellerle karşılaşmaları, mitolojiye yönelik ilgiyi de arttırmıştı. Venedikli ressamlar, Knidoslu Afrodit imgesini, ya da Romalıların verdiği isimle Venüs’ü resimlerinin ‘istoria’sı yaptıklarında yeni bir Venüs imgesi icat ettiler: Bir manzaranın içinde sırt üstü uzanmış, çıplak ve baştan çıkarıcı bir kadın. Manzaraya Venüs’ün girmesiyle birlikte doğanın da anlamı değişti. Geçen hafta yazımda vurguladığım gibi, doğa, modern manzara resminde tek başına tuvali kaplasa da, baktığımızda, o uysal, baştan çıkarıcı, davetkâr Venüs’ü görüyoruz hâlâ. Doğa; edilgin, hazlarımızı yaşayacağımız bir kadın, fethedilecek bir manzara olarak sere serpe uzanıyor.
Fellini’nin 1973 tarihli Amarcord filminden bir sahne. Aile, akıl hastası amcaları Teo’yla birlikte kentin dışındaki çiftlik evine gider. Teo Amca birden ortadan kaybolur ve bir ağacın tepesine çıkıp “Kadın istiyorum!” diye bağırmaya başlar. Manzara, insansıların primat soyundan ayrıldığı ve erken insan evriminin gerçekleştiği Doğu Afrika savanalarını andırır: seyrek ağaçlar, kısa otlarla kaplı geniş açık alan; ufkun görülebileceği açıklık. Yazının başında söz ettiğim Sovyet sanatçıların anketi sonucu ortaya çıkan manzaranın aynısı. Uygarlaşma sürecinde katmanlarla kat kat örtülmüş manzara fikrini kazıdığınızda altından Savana manzarası çıkıyor. Savana Hipotezi olarak adlandırılan görüşe göre insan, insanlaşma sürecinin bir kısmını geçirdiği bu ortamı, belleğinin derinliklerinde gömülü olsa da unutmamıştır, hatırlar.
Seyrek ağaçlarla kaplı açık alan, avcı-toplayıcıların hayatta kalmaları için gerekiyordu. Ağaca tırmandıklarında hem yırtıcı hayvanlardan korunuyor hem de yerlerini, içinde bulundukları coğrafi bağlamla ilişkilendirebiliyorlardı. Oysa bizler, yerden tamamen soyutlanmış, coğrafya ile bağlantısı kesilmiş ortamlarda yaşadığımızdan beri, dışarıda uzanan doğaya baktığımızda, fethedilecek, boyun eğdirilecek, tüketilecek bir kaynak deposu görüyoruz sadece ve hep istiyoruz. Teo Amca’nın isteği, doğaya yöneltilmiş eril bakışın da arzusudur. Ve siyasal iktidarın istediği, kendi ‘istoria’sına göre biçimlendirdiği ve anlamlandırdığı toplumsal bir peyzaj, pastoral bir tablo yaratmak. Ama olmuyor. Tıpkı doğa gibi, hikâyesi olmayanlar; işçiler, kadınlar, eşcinseller, sömürülenler, ezilenler, velhâsıl ötekiler; kendi hikâyelerini/ tarihlerini yazmaya kalkıştıklarında peyzaj bozuluyor. Bugün 1 MAYIS! Peyzajı bozulan iktidar açısından talihsiz, bizim açımızdan tarihli bir gün. Asla unutulmuyor.