31 Mayıs 2019 Cuma

EV ELE GEÇİRİLDİ

RAHMİ ÖĞDÜL
31.05.2019
“Evi seviyorduk çünkü geniş ve eski olmasının yanı sıra baba tarafından büyükdedelerimizin, dedemizin, anne ve babamızın ve tüm çocukluğumuzun anılarını muhafaza ediyordu.” Ama artık evimizde hissedemiyoruz kendimizi. Evi ele geçirdiler. Ama birdenbire olmadı, yavaş yavaş. Önce kütüphanenin olduğu arkadaki odadan sesler duyduk, korktuk. “Koridorun kapısını kapatmak zorunda kaldım. Dip tarafı ele geçirmişler.” Yapacak bir şey yoktu. “O halde bu tarafta yaşamak zorunda kalacağız.” Mekânımız daraldı, giderek kendi üzerimize kapandık. “İlk günler bizim için çok zor oldu çünkü sevdiğimiz birçok şeyi ele geçirilmiş tarafta bırakmıştık… Mesela benim Fransız edebiyatı kitaplarımın hepsi kütüphanedeydi.” Mecburen sığındığımız tarafta ne varsa, onlarla vakit geçiriyorduk, anılarla, koleksiyonlarla. “Böyle gayet iyiydik ve yavaş yavaş düşünmeyi bırakıyorduk. İnsan düşünmeden de yaşayabiliyor.” Ve bir müddet sonra mutfak ve banyonun olduğu taraftan sesler gelmeye başladı. “Gürültüler daha güçlü duyuluyordu… İç kapıyı çabucak kapattım ve antrede kaldık.” Bu tarafı da ele geçirmişlerdi, sonunda dış kapıya dayanmıştık ve “sokağa çıktık”. Şimdi dışarıdayız, evsiz. Yaşanan, ülkenin yakın tarihini andırıyor ama burada aktardığım, Julio Cortázar’ın 1946 tarihli öyküsü ‘Ele geçirilmiş Ev’den bir kısaltmadır (Hayvan Hikâyeleri, Can). Kendini evinde hissetmeyenler çoğalıyor, yabancı olanlar.

DIŞARISI KAYGI DOLU

Ev düzen, huzur demek. Tüm olumsallıkların dışarıda bırakıldığı, ufak tefek aksaklıklar olsa da belirlenimci yasaların geçerli olduğu yerleşim yeri. Dışarısı belirsizlik alanı; belirsizlik, bizde kaygı uyandırıyor. Kaygımızı eve, anlam dünyasına sığınarak yatıştırmıştık. Korkabilirdik, korkunun bir nesnesi vardı, nesnesi ortadan kalkınca korkumuz da kaybolurdu, kaygı öyle mi? Dışarısı kaygı dolu. Ama yine de pencereden dışarıyı seyretmenin keyfine doyamıyorduk. Güvendeydik çünkü, yaşamın karmaşasına, tehlikelerine hem uzak hem yakın; aramızda ince bir cam vardı. Ve ekranlaşmış camın yassı yüzeyinde bazen dehşetengiz olaylar olurdu, bir cinayet ya da fırtınalı bir havada gecenin karanlığına düşen yıldırımlar. Bu dehşetli olayları seyretmek haz veriyordu: Yüce duygusu. Kant’a göre, diyelim ki dağda tesadüfen sığındığım korunaklı bir yerden bir çığ düşmesine tanıklık etmişsem, dehşete kapılırım ama güvenli bir yerden bu dehşeti izlediğim için bir tür haz duygusu kaplar içimi, çelişik duygular; Paolo Virno’ya göre ‘dehşet ve sığınma diyalektiği’, Burke’e göre ‘keyifli dehşet’.

KIRILMAMANIN KEYFİ

Ev, kaosun orta yerinde inşa ettiğimiz kozmoz. Dehşetiyle bizleri soluksuz bırakan olayları evin dışında bırakmıştık. Kozmozdan kaosu seyretmek keyiflidir. Tehlike burnumuzun ucundadır ama bize dokunmaz, kırılgan varoluşumuza rağmen kırılmamanın keyfi. Heidegger’e göre kaygının belli bir nesnesi yoktur; bu dünyanın içinde olmanın yarattığı belirsizlik ve kararsızlıktan kaynaklanır. Kendimizi herhangi verili bir tehlikeden değil de tam da bu dünyadaki varlığımızın doğasında bulunan risklerden korumak için bir ahlaki ben inşa ettik. Dünyanın olumsal ve geçici doğasının karşısına kalıcı olanı yerleştirdik. Kant’a göre Yüce duygusu, tesadüfen bulduğum sığınağın bende yarattığı rahatlama hissinin, koşulsuz bir güvenlik arayışına dönüştürülmesinden meydana gelir ve bunu sadece ahlaki ‘ben’ garanti edebilirdi. Ahlaki ben evimizdir. Ama nesnesi olmayan sesler tarafından ele geçirildi şimdi, tekinsizleşti. Artık evde de kendimizi evde hissetmiyoruz. Arka odalardan gürültüler geliyor. Dünya evi ele geçirdi.

DÜŞÜNÜRLER TOPLULUĞU

Evde insan düşünmeyi bırakabilirdi, ama dünyadayız artık ve kaygılı. Kaygı, insanın kendisini dünya içinde varlık olarak görmesinin nedenidir ve özgürce düşünebilmesinin. “Yerleşik bir topluluğun yokluğu öyle bir noktaya gelir ki yabancının hayatı, evinde hissetmeme duygusu, …kaçınılmaz ve kalıcı deneyimlere dönüşür.” Ve Poulo Virno’ya göre evsizler, ‘kendi çapında bir düşünürler topluluğudur’ (Çokluğun Grameri, Otonom). Çünkü doğası gereği düşünce evsizdir, hep yabancı.

26 Mayıs 2019 Pazar

SÖZCÜKLER HAİN, EN TANIDIK OLANI BİLE!

RAHMİ ÖĞDÜL
24.05.2019
Sadece kurumların içini boşaltmakla kalmadılar, dili de çökerttiler, dilden geriye enkaz kaldı. Sözcükler moloz yığınlarını andırıyor, ağzımızda toz tadı. Barış, artık barışı ifade etmiyor, demokrasinin demokrasiyi ifade etmemesi gibi. Barış dediklerinde biz hâlâ barışı, kucaklaşmayı anlıyoruz, onlar savaşı. Onlar ileri demokrasi dediklerinde, biz demokratik bir toplumda yaşayacağımızı sanıyoruz ama yaşadığımız, despotik bir toplumdur. Savaşlar ve kentsel dönüşümler insanı enkazlaştırdı. Ve insana ait ne varsa enkaz altındadır, dil de. Molozların altından dili çıkartamazsak, insan da toza, toprağa dönüşecek. Dili diriltmek, insanı diriltmektir; yüz yüze gelebilmemiz, belki de dil öncesine geri dönmemiz, birbirimize dokuna dokuna, jestlerimizle yeni bir dil yaratmamız gerekli. Yeni sözcükler icat etmek ya da içleri boşaltılmış sözcükleri yeniden yaşamla buluşturmak. Yaşamdan kopmuş sözcükler, iktidarın ağzında kılık değiştirdi, dört duvar arasında çınlayan sözcüklerinin büyüsüne kapılanlar var hâlâ. Oysa sözcükler aldatıyor, sözcükler hain, en tanıdık kavramlar bile.

‘SÖZCÜKLERİMİZİ YİTİRDİK’

“Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması” kitabında Marshall Sahlins, Tukidides’in M.Ö. 431-404 yılları arasında Peloponez Savaşı ve Korfu’da yaşananları anlattığı metninin, Batı’daki insan doğası fikrinin oluşumunda belirleyici olduğunu söylüyor (bgst). Burada insan doğasını tartışmayacağım ama Korfu’da yaşananlar hep yaşanıyor. Ne olmuştur Korfu’da? “Kendi yurttaşları arasında düşman saydıkları herkesi biçtikleri” bir iç savaş yaşanmıştı. Oligarşik bir rejim kurmak için halkın demokratik yönetimine karşı imtiyazlı sınıfın giriştiği isyan kanlı çatışmalara yol açmıştır. Tüm kurumların yıkıldığı, tüm değerlerin yitirildiği zamanlar. Anlaşma zeminimizi, sözcüklerimizi yitirdik. Ve Sahlins şöyle aktarıyor: “Tukidides’e bakılırsa, ahlaki yozlaşma kendi çıkarını gözeten riyakârlıkla birleşmiş ve öyle bir boyuta ulaşmıştır ki ‘kelimeler anlam değiştirerek şimdi kendilerine verilen yeni anlamları yüklenmek durumunda kalmıştır.’” Sözcüklere, kendi çıkarları peşinde koşan riyakârlar yeni anlamlar yükledikçe sözcükler tuzaklara dönüştü, iktidar bizi sözcüklerle avlıyor. Ve sonunda despotik bir rejime kapatıldık.

ÇİZGİ FİLM KAHRAMANLARI

“Korfu’da kıran kırana devam eden iktidar mücadelesinde kelimelere ihanet edildikçe hilekâr adil olana, adil olan da hilekâra dönüştü. Dikkatle planlanan entrika, kılık değiştirerek ‘meşru müdafaa’ olmuş, ihtiyattan kaynaklanan tereddüt ‘sahte korkaklık’ diye yerden yere vurulmuş, çılgınlığa varan vahşet ‘mertliğe’, itidal ise ‘namertliğe’ dönüşmüştür.” Bir zamanlar uğruna mücadele ettiğimiz kavramların bu denli hızla içlerinin boşaltılıp zıt anlamlarla yüklendiği bir çağda kafaların bulanık olmasına şaşırmamalı. Dünya, sözcüklerle ördüğümüz anlam ağlarından oluşur. Antropolog Geerzt, “İnsan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır” demişti. Sözcüklerle ördüğümüz anlam ağları çökünce, bir müddet havada asılı kalan, sonra farkına vardığında hızla yere çakılan çizgi film kahramanlarını andırıyoruz.
Ayaklarımız yerden ne zaman kesildi, ne zamandan beri anlam ağlarında asılı kaldık? Göksel varlıkların büyüsüne kapıldığımızdan beri. Göklere ulaşmak için dilden hiyerarşik kuleler yarattık. Ve anlam ağlarımızı, hep daha yükseğe taşıdık, tanrı kralların katına. Tanrı kralların katından yargıladık yeryüzünü ve aşağıladık. Aşağılanan, yeryüzünün bedenleridir, bedenlerimiz. Felaket, anlam ağlarının parçalanması ve kendimizi yeniden yeryüzünde bulmamızdır. Bir felaketler çağında sadece fiziksel yapılar çökmez, Heidegger’in dediği gibi ‘dil varlığın evi’ ise, dil de çöker, duvarlar yıkılır, yeryüzünden başka tutunacak dalımız kalmaz. Dili mülk edinirken tüm mülkiyet ilişkilerini de dile taşımış, dili dikenli tellerle çevirmiş, sözcüklerden duvarlar örmüştük. Kendimizi dilin içine kapatmıştık. Şimdi birbirini dışlamak yerine, uçsuz bucaksız bir düzlemde birbirine uç veren, yeryüzüne ihanet etmeyen sözcükler icat etmeli: Ayrık otu olarak dil.

17 Mayıs 2019 Cuma

BARİ DİKİŞ MAKİNESİNE İNANIN!


Michael McWilliams
RAHMİ ÖĞDÜL
17.05.2019

İlla bir öteki mi icat etmeniz gerekiyor? Kendinizi seçin, benliğiniz tıka basa ötekilerle dolu. Canınız sıkıldıkça içlerinden birini seçer, döversiniz. Kendinizi dövmekten usanınca, belki içinizdeki ötekilerle birlikte yaşamayı denersiniz. İçinizdeki ötekilerle barışmadığınız takdirde ötekileştirip ötelediklerinizle de barışmanız mümkün değil. Barıştan her söz ettiklerinde tüylerim diken diken oluyor, yine ne haltlar karıştıracaklar diye. Ve her halt karıştırdıklarında olan bize oluyor. Yukarıdan indirilen makine tanrının (deus ex machina) çözümsüz gibi gösterilen sorunlara her müdahale edişi, işleri daha da karmaşıklaştırıyor. Ve bir makine tanrı yetmeyince, ikincisini, üçüncüsünü indiriyorlar ve bu böyle devam edecek. Ve içimizde duran sorunlar düğümünü bir ucundan tutup çözemediğimiz sürece birbirimize değil, sadece makine tanrılara inanacağız. Makineden bir tanrıya mı inanmak istiyorsunuz? İnanacaksanız, hiç değilse dikiş makinesine inanın!

Bir zamanlar insan kendi söküğünü kendi dikerdi. Ve her evde bir dikiş makinesi vardı ve evin kadınları ayrık kumaş, bez parçalarını birbirine dikerek giysiler ve örtüler üretirlerdi. Kırk yama ya da İngilizcesiyle patchwork, artık evlerde üretilmiyor; üretilse bile bir hobiden öteye geçemiyor. Oysa kırk yama bir hobi değil, bir yaşama tarzıdır; ayrı duran, uyumsuz gibi gözüken parçalar arasında bağlantılar icat etme sanatı. Günümüzde bizim için tasarlanmış hazır yapım giysiler ve örtülerle donatıyoruz bedenlerimizi. Sadece bedenlerimizi mi? Toplumsal bedene de hazır yapım giysiler giydiriyorlar, deli gömlekleri; birbirimize dokunamıyoruz bile. Deli gömlekleri ilişkisizliğimizi çoğaltıyor. Kırk yamanın üretildiği zamanlar, toplumsal parçalar arasında komşuluk bağlarının dikildiği ve toplumsal dayanışmanın örüldüğü zamanlardır.
Antik Yunanistan’da epik şiirler okuyan gezgin ozanlar, ‘rhapsode’lar da farklı söylenceleri, öyküleri ve şakaları birbirine dikerek oluşturuyorlardı repertuarlarını. Homeros’un destanlarını, Hesiodos’un şiirlerini ve Arkilokus’un hicivlerini birbirine dikiyor ve her gittikleri yerde dinleyicilerin beklentisine göre parçaların yerini değiştirerek doğaçlama performanslar gerçekleştiriyorlardı. Rhapsode, şeyleri birbirine dikmek, tutturmak anlamına gelen Yunanca ‘rhapsoidein’ sözcüğünden türetilmiş. Yeryüzü halklarının ürettikleri her şey, birbirine dikilir ve parçalar o denli birbirine karışmıştır ki hangi parçanın kime ait olduğunu anlayamazsınız. Masallar, yemekler, müzikler, danslar; kültür denince aklınıza ne geliyorsa hepsi kırk yamadır. Önüne etnisite gösteren bir sıfat ekleyerek kültürü kendi mülkü kılmaya çabalayan iktidar, bu kırk yamada bir soy çizgisini saflaştırmaya çalışıyor. Saflık arayışı ırkçılara özgüdür. Diktikleri soyağacı, halkların kardeşliğine, yeryüzünün ocağına dikilmiş incir ağacıdır.
Yaşamı anlamsız ve solgun bulduğunuz zamanlar oldu mu? “Yaşamı anlamsız bulduğum zamanlar oldu ama hiç solgun bulmadım. Ayrıca solgun ve anlamsız olan dirimin kendisi değil, yaşam içinde, yaşamı belirleyen yaşama parçalarıdır” (Turgut Uyar, Karangu Fanzin, Mayıs 2019). Parça, bağlantılar icat edemediğinde solgun ve anlamsızdır; bağlantı kurdukça kendi anlamını yaratır ve yaşama katılır. Yekpare bir bütünün, biçimin içine hapsedildiğinde yine anlamını yitirir ve soluklaşır. “Doğa, biçim değil, bağlantılanma sürecidir: Bir çokseslilik icat eder, bir bütünsellik değil, toplantıdır” (Deleuze). Makine tanrıya değil, “inanacaksanız, bari dikiş makinesine inanın!” dedim ama ben olsam teğele inanırdım, el emeğine, elle yapılan eğreti dikişe; parça, yerinden kolayca sökülebilsin, yeryüzünde dolaşabilsin, oynak bağlantılarla yeryüzünün çoksesli müziğiyle dans edebilsin diye. İnsan da yekpare bir bütün değil, kırk yamadır, hem genetik hem de benlik bakımından. Ve kafasında kırk tilki dolaşır, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor. Ama kuyrukları birbirine değmeli, makine tanrı olmadan birlikte yaşamak istiyorsak.

11 Mayıs 2019 Cumartesi

GÜNEŞ KRALA DEĞİL, KARANLIĞA BAKIN!

RAHMİ ÖĞDÜL
10.05.2019

Pencereden dışarı bakıyorum; duvarda asılı bir manzara resmine bakar gibi. Bir janr olarak manzara resminin doğuşunu, Medicilerin 15. YY’da Floransa’nın dışına yaptırdıkları villanın pencerelerine borçluyuz. Pencereler, dışarıda uzanan görüntüyü tablolaştırıyor. Ve kırda villa yaptıramayan kentliler için manzara resimleri yaygınlaştı. Tablolar, duvarda açılan dörtgen deliklerdir. Dörtgen delikler uzamı çizgisel perspektife göre örgütlerken bakan kişiyi de sabit, hareketsiz bir özne olarak inşa ediyor. Doğa, ekonomik değerinin yanı sıra estetik bir değer kazanmış ve seyirlik bir nesneye dönüşmüştür. Doğa seyirlik bir nesneye dönüşünce özne durur mu? O da seyirciye dönüştü hemen. Ve oturduğu yerden dörtgen delikte olup bitenleri izlemeye koyuldu.
Manzara, sabit ögelerden değil, sürekli devinen bedenler ve nesnelerden oluşmuş bir kent manzarası. Çerçevenin içine birileri giriyor; kimileri telaşlı; kimileri yavaş adımlarla çerçevenin dışına çıkıp gözden kayboluyor; çerçevenin içinde bir müddet oyalananlar da oluyor, şu atık toplayan çocuk mesela; paçavra toplayıcısı, Charles Baudelaire’e göre modern hayatın kahramanlarından biri. Modern hayat bireyleri yoksullaştırdıkça, kahramanları da çoğalıyor. Çerçeveye köpekler giriyor; giren, karşıdaki duvar dibine yöneliyor hemen, iletişim merkezine; aynı noktaya diğerlerinin bıraktıkları idrarları kokladıktan sonra kendi kokusunu bırakıp çerçeveden ayrılıyor. Manzaranın içinde olaylar var; göz, hareketi izledikçe odak noktası durmadan kayıyor ve tablonun kuytu köşelerinde, çizgilerin kesiştiği yerlerde birileri bir şeyler konuşuyor.
Pencerede olup bitenleri formların hareketi olarak da izleyebilirsiniz ya da çizgiler olarak. Çoğu kez birbirlerine dokunmadan paralel olarak akıp giden çizgiler. Bazen çizgilerin kesiştiği oluyor, rastlaşmalar. Kısa süreli, ayak üstü konuşmalar. Akan çizgiler durunca noktalara dönüşüyor, nokta kümeleşmeleri. Sokak dekorunun içine sanki birileri desenler çiziyor. Olup bitmiş, konturlarının içine kapatılmış bedenlerden değil, durmadan hareket eden ve hareket ettikçe biçim değiştiren eskizlerden oluşan bir tablo. Acaba eskizleri kim çiziyor? Göremiyoruz. Sosyolojinin jargonuyla konuşursak toplumsal aktörler rollerini oynuyor. Kim yazıyor burada olup bitenlerin metnini, yönetmeni kim, dekoru ve kostümlerini kim tasarlıyor? Birileri. Bizler, önceden tasarlanan bir oyunun oyuncuları mıyız? Toplumsal maskemizi çıkardığımız, rolümüzün dışına çıktığımız zamanlar oldu mu, bizzat kendimizi çizdiğimiz zamanlar? Olmuştur mutlaka.
Çerçevede ışıkçı da var; ışığın altındaki özneleri ve nesneleri kimliklerinden tanıyabilelim ve tanınalım diye. Oysa hiçbir şeyin seçilmediği karanlıkta, çerçevenin dışında tasarlandı bu sahne. Çağdaş olmayı, sahnelenen oyunları izlemekle eş tutanlar var, çağdaş olmayı ışıklı bölgede olmak sananlar. Çağı yakalamak sahnelenen oyunları, güncel sanatı, edebiyatı, kültürü izlemekten geçiyor. Tüm bunlar aydınlıkta gerçekleşiyor oysa. Karanlığı, karanlıkta olanları ıskalıyoruz. Sahnedeki her şey karanlıktan çıkıp geliyorsa karanlıkta bir şeyler oluyor. Işığa bakacağınıza, karanlığa, gölgenize bakın; kendinizi göreceksiniz.
Gölgelerin yanılsama, ışığın ise hakikat olduğu öğretildi bize. Platon, mağaradan çıkıp güneşe, hakikate doğrudan bakmamızı öğütledi. Ve güneşe baktığımızda 14. Louis’yi gördük, güneş kralı. Gözlerimiz güneş kralları aradı, boyun eğeceğimiz hakikatleri. Güneş kralların en tepede olduğu zamanlarda yeryüzü yanıp kül oldu; bizler de için için yanan küllenmiş közlere döndük. Körleştik. Bırakın artık güneşe bakmayı, güneşin altında yeni bir şey yok. Karanlığı yakalamalı. “Çağının ışıklarının kendisini körleştirmesine izin vermeyen ve o ışıklarda gölgeleri, onların en mahrem karanlığını yakalayabilen kişiye çağdaş denebilir ancak” (Agamben). Karanlıktayız, henüz gerçekleşmemiş, gerçekleşmesiyle birlikte tabloyu değiştirecek gizil kuvvetler alanında.

4 Mayıs 2019 Cumartesi

THESEUS TAPINAĞI'NDAKİ TAHNİT UCUBELER


Antonio Canova "Sentor'u Katleden Theseus", 1805-1819.

Maurizio Cattelan, "Turistler", 1997
RAHMİ ÖĞDÜL
03.05.2019
Taşrayı tanımlayan uyaran yoksunluğuysa, Avrupa’nın çoğu merkezi taşradır; steril, beyaz küpler. Tamamen uyaransız bırakılan bir bedenin bir süre sonra çöktüğünü, tecritte yaşayanların yazdıklarından biliyoruz. İktidar bedenleri hücrelerde uyaransız bırakarak cezalandırıyor. Ve uyaran aşırılığından bitkin düşmüş kentli bedenler de uyaranları eksilterek kendi kişisel taşralarını yaratıyor; görünmez hücrelerini.
Hücreler, aynalarla çevrili. Ve tek uyaran aynalardaki kendi beden imgeleridir. Beden, aynadaki imgesini ideal bir forma göre biçimlendirdikçe heykelleşiyor. Toplum, açık hava heykel sergisine dönüştü, dönüşecek. Bedenler kendilerini ve başka bedenleri iktidarın dayattığı ideal forma göre yargıladıkça ilişkiselliğin bedenlerini, devindikçe biçim değiştiren yaşam formlarını göremeyeceğiz artık; sadece biyopolitik iktidarın dayattığı heykel bedenleri.
Boş, beyaz bir yüzeyin olmadığını, boş bir tuvalin bile klişelerle dolu olduğunu Deleuze, ‘Duyumsamanın Mantığı’nda yazmıştı (Norgunk). Kentin aşırı uyaranlarını eksilterek kendilerine boşluk yaratanların tavrı, bir ressamın resme başlamadan önce tuvalini boşaltmasını andırıyor. Ama ressamın bu işlemi yaratıcı bir eylemdir, “sanatta, müzikte olduğu gibi resimde de söz konusu olan biçimleri yeniden üretmek veya icat etmek değil, kuvvetleri ele geçirmektir.” Sanatçı için yaratacağı boşluk, ele geçirdiği kuvvetlerle kendi formunu yaratacağı rahimdir. Oysa uyaranları eksilterek kendilerine boşluk yaratan bedenler, bu kez de iktidarın dayattığı ideal formlara yakalanıyorlar. Formun ideal ile hiçbir ilişkisi yoktur oysa. Çünkü evrenin kuvvetleri, olup bitmiş ideal formları değil, oluş halindeki yaşam formlarını, hiç bir zaman tamamlanmayacak, eksik bedenleri üretiyor.
İdeal formları bozan doğanın dışlandığı bir merkezdeyiz, Viyana'da. Theseus Tapınağı’ndan yayılan görünmez şiddet kent boşluğunu ideal fomlarla doldurmaya devam ediyor. Theseus’u biliyorsunuz, labirentin merkezini ucube formlardan arındıran kahraman. Minotor’u, Sentor’u, elindeki sopasıyla kafalarına vura vura katleden kahraman. Theseus, günümüzde biyopolitikaya bulaşmış ve istenmeyen bedenlerin biyolojik süreçlerini kesintiye uğratarak merkezi ucube formlardan arındırıyor. Viyana’nın merkezindeki güvercinlerin üreme sürecine müdahale ediyor mesela; sayılarını bayağı azaltmış. Güvercinler: Kentlerin kanatlanan düşünceleri. Güvercinler, iktidarın beyaz küpünü, merkezini kirleten, istenmeyen bedenler. Dışkılarıyla tarihi formlara zarar vermekle kalmıyor, hastalık da yayıyorlar. Ve Viyana Belediyesi’nin hazırladığı afişte, yarısı insan yarısı boğa olan Minotor’un başka bir versiyonunu görüyoruz: yarısı fare yarısı güvercin, ucube bir beden. Fare, güvercini geçmişteki veba salgınıyla ilişkilendiriyor. İdeal formları bozan fare-güvercinleri beslemenin cezası, 36 euro. Güvercinler, kıpır kıpır yaşam formları; ölü formlara zarar verdikleri için ortadan kaldırılmaları gereken baş belası ucubeler. Dondurulmuş tarih, yaşama tahammül edemiyor. Yaşam, tüm ölü formlara sızarak merkezi, doğanın tarihine katmaya çalışıyor çünkü.
Kentin merkezindeki Volksgarten (Halk Bahçesi)’de yer alan Theseus Tapınağı, dönemin heykeltıraşı Antonio Canova’nın mermer yontusu, “Sentor’u Katleden Theseus”un sergi mekânı olarak 1819-1823 yılları arasında inşa edilmiş; saray mimarı Peter von Nobile tarafından. Yontu burada yetmiş yıl kaldıktan sonra 1890’da Kunsthistorisches Museum’a taşınmış. Şimdi ise İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan’ın “Turistler” adını taşıyan, 15 tahnit güvercinden oluşan işine ev sahipliği yapıyor. İstenmeyen, kirletici, merkezin saflığını, ideal formunu bozan ucube bedenler, beyaz küpü, Theseus Tapınağı’nı işgal etmiş. Tüm tarihler gibi Viyana tarihi de ötekilerden nefret eden, merkezi ucubelerden arındıran kahramanlarla, Theseus’larla dolu. Sanatçı Cattelan’ın işinde olduğu gibi, ötekiler merkeze ancak içleri boşaltılmış, tahnit formlar olarak girebiliyor, heykeller olarak.