28 Aralık 2018 Cuma

FLU OLMANIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Philip Barlow
RAHMİ ÖĞDÜL
28.12.2018
Net olanı seviyoruz en çok. Flu olan rahatsız ediyor. Net olan ile olmayan arasında tercih yaptığımızda net olanda karar kılıyoruz. Net olduğu için şimdide kalmayı tercih edenler var, bu şimdi duvarlarla örülmüş olsa da. Gelecek belirsizdir çünkü. Dört duvar arasındaki tutsaklığımızı, özgürlüğümüze yeğliyoruz. Hücrelerimizi nesnelerle donatarak tutsaklığımızı yuvanın sıcaklığıyla süslüyoruz. İçeriye hapsettiler bizi, evlerde kıstırıldık.

KORKUNUN DIŞA VURUMU

Net olan bir görüntüde nesneler kesin sınırlarla ayrılmıştır. Konturları belli nesnelere ad verip kimliklendirebilir ve aralarındaki ilişkileri de belirleyebilirsiniz. Ama flu olan öyle mi? Nesneler birer gölgeden ibaret ve bırakın kesin sınırlarla ayrılmayı, iç içe geçmişlerdir. Kimin kim olduğunu ayırt edemezsiniz, kimlikli nesneler yerlerini kimliksiz gölgeler topluluğuna bırakmıştır. Bu kimliksizler topluluğu bizi rahatsız ettiği kadar iktidarı da rahatsız eder, hem de çok. Ayırt edemediği, ayırt edemediği ölçüde sınıflandırıp ayrı klasörlerin içine yerleştiremediği, ilişkilerini manipüle edemediği kimliksizler topluluğu iktidar açısından bir kötülük kaynağıdır. Biçimsiz olanı kötü diye tanımlaması, aslında ele geçirip evcilleştiremediğine yönelik duyduğu korkunun dışa vurumu. Çok korkuyor, çok.
Netiz, çok net. Keskin konturlarla ayrılmış bedenlerimiz var ve bedenlerimizin üzerlerinde kolaylıkla ayırt edilecek, kimliklendirilecek her türlü işareti taşıyoruz. Ve iktidar bedenlerin yüzeylerini okuyup derinlerinde neler sakladığını kolaylıkla anlayabileceğini düşünüyor. İktidar fizyonomisttir, bedenlerin dış özelliklere bakarak içlerindeki saklı kişiliği açığa çıkarmakta uzman. 19. yüzyılda bedenleri evrim skalasına göre yargılarken, evrimleşmiş olanları ilkel olanlardan ayırt etmeyi ve sadece evrimleşmiş olanların üremesine izin verecek bir toplum tasarlıyordu. 20. yüzyıla geldiğimizde bu tasarımı gerçekleştiren Nazi Almanyası oldu ve yoz bedenleri ortadan kaldırırken, sadece mükemmel bedenlerden oluşan bir toplum yaratmak için gerekli mühendislik altyapısını kurmuştu ama olmadı. Himmler’in 150 yılda saf Alman ırkı yaratma projesi gerçekleşmedi. Şimdi yine dış özelliklerine bakarak bedenlerin asi mi yoksa uysal mı olduğunu ayırt etmeye çalışacağını sanıyor. Ama yanılıyor, iktidarın işi zor.

BİÇİM ÖZÜ YANSITMIYOR

Dış ile iç arasında bir tutarlılık kurma çabası işe yaramıyor artık. Biçim özü yansıtmıyor. O yüzden biçime bakarak içeride saklananın açığa çıkarılması mümkün değil. 19. yüzyılda dövme, dönemin fizyonomisti Cesare Lombroso tarafından hem ilkelleri hem suçluları ayırt etmede kullanılıyordu. Adolf Loos, Lombroso’nun süs karşıtı argümanlarını mimariye taşımış ve bu argümanları Art Nouveau’nın aşırı süslemeci mimarlığına karşı kullanarak geometrik, süsten arınmış bir mimariyi savunmuştu. Modern olmak, süsten arınmış olmakla eş anlamlıydı. Modern zamanlarda bedenin süslerine, dövmelerine bakarak içindeki yabaniyi kolaylıkla teşhis edebilirdiniz. Ama artık postmodern zamanlardayız. Dövmesiz bir bedenle karşılaşmak zor. Her köşe başında bir döğmeci var ve bedenleri işaretliyor, işler giderek karmaşıklaşıyor.
Karşılaştığınız birinin dövmesine bakıp da içinde bir yabaniyi taşığını düşünürseniz yanılırsınız. Punk’ın yabani doğası salt biçim haline geldiğinde üst sınıf bedenler de punk biçimine büründü. Moda belirsizlik alanı; artık dışına bakarak hangi bedenin uysal, hangisinin asi olduğunu anlayamazsınız. Papua Yeni Ginelilerin dövmeleri kentlilerin bedenlerini ele geçirince kent bir belirsizlik mıntıkasına dönüştü. İktidarın işi zor. Netliğe alışmış gözleri bedenleri tarasa da, içlerinde neler sakladıklarını anlayamıyor, içerisi bulanık. İktidar çaresiz, fotoğrafları flu çıkıyor. Yüzeyde sadece biçimlerin bolluğu var ve bu biçimler içeriye dair hiçbir şey söylemiyor. Ama iktidar bizi içeriye kapattı, yuvalarımıza. Şimdi sokaklar yabanilerini özlüyor, hem de çok.

22 Aralık 2018 Cumartesi

ZAMAN DENİZLERE AÇILAN SOKAKLARDIR

Duy Huynh
RAHMİ ÖĞDÜL
21.12.2018

Caddedeki apartmanın giriş merdivenlerine dizdiği alarmlı saatlerin yanı başında otururken görüyorum onu. İhtiyar adam zamanın akmadığı, saatlerin hep şimdiyi gösterdiği bir çağda zaman ölçerler satıyor. Sattığı saatler analog zamanlardan kalma, oysa dijital zamanlarda yaşıyoruz. Ve tıpkı sattığı saatler gibi bedeni de alarm veriyor: “Zaman geçiyor, yaşlanıyorum!” İhtiyar analog zamanlarda yaşlandı, dijital zamanlarda yaşlanmıyoruz, hep ‘şimdi’nin içindeyiz çünkü.

Dijital zamanlar, parlak yüzeylerin zamanı, karanlık odası, derinliği olmayan. Derinlik geçmiştir. Geçmişi olmayanlar, şimdinin içinde asılı kalanlardır. Geçmişimiz vardı, belleklerimizi kazıdıklarında yitirdik. Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz, çünkü gelecek geçmişten gelebilir ancak. İhtiyar adam yeryüzünden geçip giderken elinde tuttuğu analog alarmlı saati gösteriyor: “Zaman geçiyor, ben geçmişim, gelecek sizlersiniz, gelecek gençler”. Gençler geçmişten gelebilir ancak; geçmiş asla geçmiyor, geçmiş henüz gerçekleşmemiş ve gerçekleşmesiyle birlikte mevcut şimdiyi değiştirecek gizil kuvvetleri barındırıyor; tohumlar karanlıkta gelişiyor. Ama geçmişimizi, gençliğimizi kazıyorlar durmadan ve şimdinin içinde tutsak kalıyoruz. Şimdi iktidarın zamanıdır; kendi zamanının geçmesini ister mi hiç? Zamanı kendi mekânlarında donduruyor, belleği olmayan dijital yüzeylerde. 

Ekranlarla avlıyorlar 
Toplu taşıma araçlarındaki ekranlara takılıyor gözüm; sizin de takılmıştır. Yolculuğu bir karşılaşmalar alanı ve rastlantısal karşılaşmalarla, aynı olanın içine gömülmüş farklı olanı açığa çıkarma süreci olarak yaşayabiliriz, ama ekranlarla avlıyorlar bizi. Hepimiz dijital ekranlara takılıyoruz. Uzun zamandan beri ekranlarda perspektif çizimine dair bir video dönüyor. Ve gündelik yaşamın koşuşturması içinde gözü ekranlara takılanlara perspektif eğitimi veriliyor, tuhaf değil mi?

İktidarın bakışımızı eğitmesi hiç de tuhaf değil. Çünkü iktidar eğitilmiş ve evcilleştirilmiş bakışlarla meşrulaştırıyor kendini. Zamanını dijital yüzeylerde dondururken dijital ekranları da bir okula dönüştürmüş. Yoldayken eğitiliyoruz.
Yoldayken yoldan çıkabilir ve ara yollara sapabiliriz ama iktidar açısından hiç de hoş olmazdı bu. Ana yoldan sapmayalım diye, perspektifin çizgisel otoyolunda bakışımızı dosdoğru nasıl süreceğimizi öğretiyorlar. Perspektif, sığ olan iktidarı, derinlikli, üç boyutlu olarak algılamamızı sağlıyor.

Çizgisel perspektif bir yanılsamadır ve bu yanılsamayı hakikate ulaşma yöntemi olarak öğretmelerinde çıkarları olmalı. Çünkü iktidar derinliksiz, geçmişi olmayan, sadece şimdisi olan dijital yüzeylerde bir hakikat olabilir ancak. Perspektif, düz duvarda derinlik yanılsaması yaratan bir teknik. Antik Yunan’da perspektif tiyatro dekorlarında kullanılıyordu. Ve perspektif, yerlerine çivilenmiş seyirciler içindir, dünya seyirlik bir nesne. Yerimizden kalkabilseydik, düz duvarı fark edecektik ama oturduğumuz yerden derinlikli bir manzara görüyoruz. İktidar duvardır. Ve derinlik yanılsamasına aldananlar, ileriye doğru her hamle yaptıklarında kafalarını duvara çarpıyor. Bu ülke durmadan duvara çarpıp kafalarını kanatanlarla dolu, hâlâ akıllanmayanlarla.

İhtiyar bize zamanın geçtiğini gösteriyor ama biz dijital çağın derinliksiz ve geçmişsiz parlak yüzeylerinde iktidarı hakikat diye izliyoruz. İhtiyar şimdinin ve imgesinin çoktan geçtiğini ve seyrettiğimiz imgenin bir art imge olduğunu biliyor. Art imge (after image), uzun süre bir imgeye maruz kalanların, imge ortadan kalktığında onu görmeye devam etmeleridir.

Yerimizden kalkabilseydik imgenin bir yanılsama, duvarın ise gerçek olduğunu fark edebilirdik. Ve yürüyebilseydik, sokakları ve sokakların denizlere açıldığını keşfedebilirdik. Yürüyebilseydik, bastırılmış olan geçmişin gizil kuvvetlerini açığa çıkarabilir ve mevcut olanı değiştirebilirdik. Denizleri kucaklayabilirdik.

14 Aralık 2018 Cuma

İKTİDARINIZI NASIL ALIRDINIZ?


RAHMİ ÖĞDÜL
14.12.2018

Bir ürünü tükettiğimizde, ürünle birlikte üretim ilişkilerini, sömürüyü, eşitsizliği de bünyemize katıyoruz. Her ürün bir bellek gibi, tüm üretim sürecini içinde barındırıyor. Ürüne bağlanıyoruz ve bedensel ve zihinsel kompozisyonumuz değişiyor. “Ne yersen, osun” demişler, doğru. Ürünlere bağlandıkça kapitalist makinenin parçalarına dönüşüyoruz.Küresel markaların hamburgerlerini yemiyoruz sadece, yediğimiz kapitalist sistemdir. Uzmanlar bu tür besinlerden uzak durmamızı tembihliyor ama kapitalizmden uzak durmamızı söyleyen yok. Besinler değil, kapitalizm öldürüyor.

Ürünler, acının, kederin kompakt formları. Herkes biliyor, marka giysilerin üç kuruşa yoksulların kanı ve teriyle dokunduğunu. Herkes biliyor, oturdukları konutun harcının emekçilerin acı dolu hayatlarıyla karıldığını. Herkes biliyor, yedikleri hamburgerlerin katledilen hayvanların acısıyla pişirildiğini. Biliyor da, kimlik gözlerini kör etmiş, tükettikleri marka ürünlerle kendilerini kimlikli bir özne olarak kuracaklarını sanıyorlar ama hepimiz kapitalist montaj hattında monte edilen sıradan parçalarız. Kapitalist ilişkiler bedenimizin yer ve işlevini değiştiriyor ve kendimizi montaj hattında buluyoruz.

Hamburgerciden içeri giriyor ve kasaya yaklaşıp kişisel tercihimizi İngilizce sözcüklerle telaffuz edebilmenin kimliklendirici gücüyle siparişimizi veriyor ve bekliyoruz. Tezgâhın arkasında çalışanların kederleri bedenlerinden okunuyor. Üretim bandındaki bedenler güçsüz. Ama yüzlerinde müşteriyi memnun edici maskeler var. Kimlik kazandığımız yanılsamasına kapılıyoruz, oysa montaj hattında sırasını bekleyen kimliksiz parçalarız, tıpkı tezgâhın arkasında adını sanını bilmediğimiz, tek tip üniforma giydirilerek şirketin kimliğine büründürülmüş yorgun bedenler gibi. Tezgâhın arkasındakilerin yaptıkları tek şey, menüyü müşteriye monte etmek. Montaj hattında parçalar birbirine monte edildiğinde kapitalist makine tıkır tıkır işliyor. Ve biz, üretim bandındaki tüm kederi, sömürüyü, acıyı bünyemize katarken nasıl neşeli ve kudretli bedenler olabiliriz ki? Yunus Emre söylemişti: “Yedikleri yoksul eti, içtikleri kan olmuştur.”

Öğünler komünyon ayinlerini andırıyor. Yediğimiz, İsa’nın bedeni; içtiğimiz, İsa’nın kanıdır. Dinler başlangıçta, paylaştıkça birlikte kudretlenecek toplumsal bir beden kurmayı savunurken, şimdi nedense sadece yoksullar üretim bantlarında çarmıha geriliyor ve hep birlikte yoksulların etini yiyor, kanını içiyoruz. Kapitalizmin bize yedirdiği, kendi bedenlerimizdir. Tükettikçe tükeniyor ve gücümüzü yitiriyoruz. Bize dinden, öte dünyadan, öte dünyadaki zenginliklerden söz edenler güçlerine güç katıyor, semirdikçe semiriyor ama bizler eksiliyoruz. Yitirdiğimiz bedenimizdir, yeryüzüdür. 

Hıristiyanlığı yaymak ve yoksullara acı çekmeyi vaaz etmek üzere Portekiz’den Brezilya’ya gönderilen başpiskopos Sardinha, yerli halk Tupinamba’lar tarafından parçalanıp bir güzel yenmiş. Tupinamba’ların yamyam oldukları söyleniyor. Belki de Tupinamba’lar komünyon ayinini metaforik değil, düz anlamıyla anlamış ve İsa’nın temsilcisi olduğunu söyleyen başpiskoposu düzenledikleri komünyon ayininde yemiş olabilirler. Hıristiyan olmalarında piskoposun sözlerinden çok, damaklarında bıraktığı etin lezzeti etkili olmuş olabilir. “Ne yerseniz, osunuz”. İktidarın söylemlerinden çok, ruhları ve zihinleri biçimlendiren yediklerimizdir. Bizim de yamyam olduğumuz söyleniyor. Hamburgerin damaklarımızda bıraktığı ize tutundukça kendimizi montaj hattındaki parçalar olarak bulduk. Kudretli toplumsal beden parçalanırken gıkımız çıkmadı, çünkü damaklarımızda etin tadı vardı. “İktidarı yedirtmeyiz” demelerine bakmayın, marine ederek yedirtiyorlar ve iktidarı gözü kapalı mideye indiriyoruz. “Yedikleri yoksul eti, içtikleri kandır.” İktidarın dokusunda yoksulların eti ve kanı var. Ve iktidarı yedikçe kendimizi tüketiyoruz. İktidarınızı nasıl alırdınız?

8 Aralık 2018 Cumartesi

DELİREBİLSEYDİK KONUŞABİLİRDİK


Monica Carvalho
RAHMİ ÖĞDÜL
07.12.2018

Dil coğrafyadır, yeryüzüdür. Kimi zaman tropikal bir orman, kimi zaman kıvrımlı dağ yolları. Çölde kumulların yürümesi, kutuplarda buzulların çatlaması, denizin deli dalgaları ya da bir akarsuyun şırıltısı. Beton kentte dil betonlaşmıştır.Sesiniz betona çarpıp geri döner ve her geri döndüğünde yalnızlığınızı çarpar suratınıza. Kupkurudur, ağızların içinde çimentonun tortusu. Bırakın başkalarıyla konuşmayı, kendinizle bile konuşamazsınız, diliniz damağınıza yapışıp kalır. Beton dil, ölüme tapanların, yaşamdan nefret edenlerin dilidir. Hiçbir şeyi yeşertmediği gibi, yeşermiş olanı da soldurur. Konuşanlar, sadece ölümü çoğaltır; konuştuklarında yaşamı değil, hep ölümü çağırırlar. Konuşanlar, yaşayan ölülerdir.

Zombiler her yerde
Yaşayan ölüler, zombiler, popüler kültürün kahramanları, kahramanlarımız. Zombiler, beton kentlerin yürüyen cesetleri. Konuştuklarını sanırlar ama hırıltı çıkarırlar sadece; hırıltıları yaşamı soluksuz bırakır, yaşayanları morartır. Mor, ölümün (mort) ve betonun rengi. Beton yeşile ve yaşamın tüm renklerine düşman. Betonlaşan dil, yeryüzünün alacalı bulacalı etik düzlemi yerine, ahlaktan söz eder durmadan ve ahlakın (moral) moruyla boyar bedenleri. Zombilerin hırıltısı, beton kentlerin, çürümekte olanın sesi. Zombiler her yerde. Ekranlarda hırıldayan onlardır; ağız denilen yüzlerindeki yarıklardan çıkardıkları sesler ölümü bulaştırır. Isırmalarına gerek yok, ekranlarınızı açmanız ve hırıltılarına maruz kalmanız yeterli. Yaşamdan, yaşamın yeşertici kuvvetinden, kudretli bedenlerden söz ettiklerini hiç duydunuz mu? Varsa yoksa savaş ve jeopolitik meseleler. Ölümü pazarlayanların dili. Ve bu seslere maruz kaldıkça çok geçmeden zombiye dönüşebilir ve siz de hırıltı çıkarmaya başlarsınız. Ve ölümü bulaştırırsınız her şeye.

Dilimiz beton gibi
Konuşabilirdik. Betonun hırıltısını, yaşamın çağıltısına dönüştürebilirdik. Ama aramıza ekranlar giriyor ve zombileşiyoruz. Roman Polanski’nin ‘Melekler Düşerken’ (1959) adlı kısa filminden bir sahne. Savaşın ölümcül ortamından kaçıp bir yıkıntıya sığınan iki düşman asker, karşılaşırlar. Her ikisi de tedirgin. Düşman askerlerden biri, elini kaputunun içine sokar, bir şeyler paylaşmaya niyetli. Ama diğeri korkuya kapılır ve tüfeğini doğrultup ateşler. Düşmanı ölmüştür. Ölü düşmanın avucunda iki dal sigara. Ölümcül ortama rağmen, şimdi ve burada yaşamdan, birlikte yaşamaktan, güzel günlerden konuşabilirlerdi, ama olmuyor. Ekrandaki ‘Büyük Birader’ giriyor aramıza ve nasıl oluyorsa birden düşman kesiliyoruz. Konuşabilseydik keşke. Doğrudan, yüz yüze. Tohumun yeşermesinden söz edebilseydik, bir tohum olarak yeryüzünün yeşermesinden. Ve o zaman bakın, nasıl da yeşerecekti dilimiz. Beton çatlayacak ve çatlaklarından taze sürgünler fışkıracaktı. Yeryüzündeki sürgünlerin yuvasına dönüşecekti dünyamız. Ama olmuyor, betonla kaplıyorlar her yeri ve yeşermeye yazgılı tohumlar betona gömülüyor. Dilimiz beton gibi.

Beton altında, tropikal ormanları, çağıldayan akarsuları, deli dalgaları saklıyor. Çokluğun ve bolluğun sesini işitenler var. Biz, beton dilliler, beton yüzeylere çarpıp geri dönen Büyük Birader’in sesini, kendi sesimizi işitiyoruz sadece. Ama çokluğu ve bolluğu işitenler, yeryüzünün diliyle konuşuyor. Onlarla iletişim kuramıyoruz. “Delilerle iletişim kuramıyorsak, konuşmadıkları için değil gereğinden fazla konuştukları, aşırı yüklü bir dille, dünyanın bütün yollarının birbirine karıştığı göstergelerin tropik bolluğu içinde konuştukları için kuramıyoruz.” Ve onların dili, “deli olmanın haşmetli özgürlüğünü gösterir bize” (Foucault, Büyük Yabancı, Metis Yayınları). Betonun dili, iktidar aklının dilidir; çatlatmak gerek. Betonun altında yaşam saklı. Dili delirtebilseydik, yaşamı duyumsayabilirdik. Beton duvarların arasına gömülmek yerine, yeryüzünde Gezi'ntiye çıkabilir, dilimiz yeşerir ve konuşabilirdik.

1 Aralık 2018 Cumartesi

SOYUNMAYI BIRAKIN ARTIK!

Jacques Fabien Gautier d'Agoty

Jacques Fabien Gautier d'Agoty

Jacques Fabien Gautier d'Agoty
RAHMİ ÖĞDÜL
30.11.2018

Mesafelerin kalktığı ve içli dışlı olduğumuz zamanlar. Artık birbirimizden saklımız gizlimiz yok. Hadi biz birbirimizi tanırız da, iktidara ne demeli? İki çift laf etsek, hep aramızda. Her lafın arasına giriyor, ilişkilerimizi dolayımlamakla kalmıyor, üstelik her birimizi en çıplak hâliyle kıskıvrak yakalamaya çalışıyor. Biz de soyunmaya ne de meraklıymışız meğer. Mecburen soyunduğumuz zamanlar vardı. Ama şimdi sosyal medyada gönüllü olarak soyunuyoruz. Soyundukça var olabildiğimiz, çıplaklığın yüceltildiği bir dönemden geçiyoruz. Sosyal medyadaki striptiz şovları, gece kulüplerinde sergilenenleri aratmıyor. Bedensel ve zihinsel örtülerin birer birer atıldığı, yaşamların her anının ulu orta sergilendiği şovların en dikkatli izleyicisi iktidar. Hiçbir gösteriyi kaçırmıyor.

Bir zamanlar mecburen soyunurduk. Muayene sırasında tıp etiğine bağlı hekim karşısında soyunduğumuzda, çıplaklığımızın hekimle aramızda kalacağını bilirdik. Mahrem olanı paylaşmak, sözleşmeye bağlıydı. Biz bedenimizi açacak, hekim de bizim iyi hissetmemizi sağlayacaktı. Karşılaşmalarımızı kendi başımıza örgütleyemediğimizden, bedenimizin doğasıyla uyuşmayan, gücümüzü azaltan ilişkilere giriyor ve kendimizi kötü hissediyorduk. Hekim de bizim adımıza, iyi hissetmemizi sağlayacak ilişkiler örgütlüyordu. Bizler, gerekli dersi almak bir yana, sürekli aynı hataları tekrarlayanlardık. Hekim, ne yememiz, ne tür ilişkiler kurmamız gerektiğine karar verendi. Ve karşısına, tüm niteliklerinden soyunmuş bir töz olarak çıkmalıydık. O da, bir karşılaşmalar alanı olan bu tözü yeniden, doğasına uygun olarak biçimlendirecekti. Biçimlendirilmeye alışmıştık.

Sonra giderek etik rafa kaldırıldı. Ve bedenin içkin doğasının karşılaşmalarını örgütleyen hekimin etiği yerini, aşkın değerlerle iş gören despotun ahlakına bıraktı. Artık ne yememiz, ne tür ilişkiler kurmamız, bedenlerimizi nasıl kullanmamamız gerektiğini despotun yasaları belirliyor. Spinoza’da etik, bedenlerin ilişkilerini örgütleyerek kendilerini biçimlendirebilmesidir. Oysa despot yasalarıyla, bedenlerimizle hiç uyuşmayan aşkın bir hakikati bize zorla giydiriyor. Etik, kurduğumuz ilişkiler aracılığıyla bedenlerimizin kudretini açığa çıkarma ve hep birlikte kudretli bir toplumsal beden kurma sanatıdır. Bedenlerimizin keder ve neşe arasında gelişigüzel savrulması yerine, hangi bedenlerin bedenimizle uyuştuğunu, hangilerinin uyuşmadığını, dolayısıyla hangilerinin bizi kudretlendirdiğini, hangilerinin ise kudretimizi azalttığını keşfetme sanatı. Ve bedenlerin birlikte güçlendiği kudretli toplumsal bir beden, ancak etik bir düzlemde gerçekleşebilir. Ama etik düzlem ve bu düzlemde karşılaşmalarını örgütleyen bedenler, iktidarın işine gelmiyor. O yüzden kendi ilişkilerini örgütleyemeyen kederli bedenlere muhtaç. Ve iktidar, güçsüz bedenler istiyor, teslim olmaya teşne bedenler. Dolayısıyla durmadan aramıza girerek ilişkilerimizi dolayımlayacak ve bir bedenin nelere muktedir olduğunun öğrenilmesini engelleyecektir. Despotun idaresindeki her beden engellenmiştir.

Engelli ve en yalın hâlinde olan, çırılçıplak bir beden. İlişkilerimiz dolayımlandı önce ve aramızı bozdular; yapayalnız ve ilişkisiz kaldık. İlişkilerinden arındırılmış bir beden anatomik bir bedendir, anatomi atlaslarında rastlayacağınız türden. Sonra, “Aç, aç!” sloganları eşliğinde bedenler soyunmaya başladı. Niteliklerinden arındırılmış, çıplak töz olarak bir bedeni biçimlendirmek kolaydır. Sosyal medya, anatomi atlaslarını andırıyor. Derisi yüzülmüş, altındaki kasları gösteren bedenler; kan damarlarını, sinir ağlarını, iç organlarını sergileyen bedenler. Ve tabi ki beyinlerini de. Tüm kıvrımları açılmış bir beden, fethedilmiş bir bedendir, iktidarın mülkü, bir proje alanı. Ve aynı zaman ahlaklı bir beden. Çünkü kendini gerçekleştireceği, kudretini açığa çıkaracağı etik düzlemin kıvrımlarından yoksun kalmıştır.