30 Aralık 2017 Cumartesi

BİR METRONOMA DÖNÜŞMEK

Man Ray

RAHMİ ÖĞDÜL
29.12.2017

Nesnelerin durgun olduklarını düşünürseniz, yanılırsınız. Bir nabız gibi atıyor ve dalgalanıyor hepsi. Her nesnenin moleküler düzeyde kendine özgü bir ritmi var; canlıların ritimlerini ise kendi bedenlerimizden biliyor, doğanın ve kendi doğamızın ritimleriyle dalgalanıyoruz. Ne çok ritim var yaşamın içinde, hiç kulak kabarttınız mı? Kimisi düzensiz, kimisi ise düzenli. Kimisi döngüsel kimisi doğrusal. Ve hayat bu ritimlerin üzerinde icra edilen bir doğaçlama gibi açıyor kendini. Döngüsel ritimlere olumlu anlamlar yüklüyoruz genellikle. Kozmik ritimlerin dışavurumu olan döngüsel yıl dönümlerine yenilenme umuduyla yaklaşıyoruz. Kaostan kozmosun doğuşunu tekrarlayan mitsel zamanların ritimlerini devraldık; her yeni yıl bir başlangıç; yeni bir kozmos doğacak, inanıyoruz. Saat zamanının, doğrusal, tekdüze, yorucu ve katlanılmaz ritiminin kırılacağı ve bıkkınlık veren ne varsa hepsini yok edecek yeni olanın bu kırıktan doğacağını umuyoruz.

İster doğal, ister yapay olsun, hayatın tüm ritimleri bedenlerimizde titreşiyor; bedenlerimiz bir ritim yumağı. Ritimler denizinde bir metronom gibi, kentin ve doğanın ritimleriyle salınırken, akışın içindeyken ritimleri ayırt edemiyoruz ama. Hayatın ritimlerini duyabilmek ve ayırt edebilmek için bir balkonu ya da açık bir pencereyi öneriyor Lefebvre. Aynı anda hem ritimlerin içinde hem de dışında olabilir ve kentin senfonisini dinleyebilirsiniz. Sesleri ayırt etmeyi deneyin, kentin yaşayan bir varlık olduğunu, makinelerle canlıların evliliğini duyumsayacaksınız. Henüz ortaya çıkmamış olanı, görünmeyeni görünür kılacak seslerdir bunlar.

Ritimleri analiz etme uğraşını henüz var olmayan birinin portresini yapmaya benzetiyor Henri Lefebvre. Ritimler, sahte benzerlikleri bir kenara atıp farklılıkları önceden görmemizi sağlayacak ve şimdi içinde geleceğin simasını ortaya çıkaracak. “Ritimanalist” dinler, ilk başta kendi bedenini dinler ve bedenini bir metronom olarak kullandığında dış ritimleri değerlendirebilir ancak. Bedenimizdeki ritimler; yürek atışı, nefes alış verişler. Ve yeryüzünün tüm ritimleri bedenin ritimlerine karışıyor. Kimi zaman hızlanıyor ve kimi zaman yavaşlıyor. Yaşadığınız apartmanı dinleyin örneğin; Marc Caro ve Jean-Pierre Jaunet’in birlikte yazıp yönettikleri Delicatessen (Şarküteri) filminde olduğu gibi. Apartman bir evrendir, bir mikro kozmos. Arzuyla sallanan yatak yaylarının ritmi duyulur önce; bir metronom gibi zamanı eşit aralıklara bölen bu ritimlerin üzerinde viyolonselle çalınan bir ezgi yükselir. Bir kadın merdiven boşluğunda ritmi aksatmadan, zamanı kaydırmadan halısını döver. Havaya yayılan toz bulutlarının da bir ritmi vardır. Bisiklet tekerleğini şişirmeye çalışan bir adamın pompayla çıkardığı sesler katılır diğer seslere. Yatak yaylarının ritmi hızlanır, sanki bir yere yetişeceklermiş gibi. Ritmi aksatmamak için diğer ritimler de hızlanır. Tavanı boyayan bir başkasının fırça sesleri. Zımbayla delik açma sesi. Örgü ören bir kadının şiş sesleri. Yatak yayları giderek hızlanır, apartmandaki bedenlerin ritmi de. Ve sesler gürültüye doğru kayarken sonunda zirveye ulaşırlar; ardından faaliyetler bıçak gibi kesilir. Yatak yayları orgazma ulaşmıştır.

Henri Lefebvre “ritimanalist” olarak adlandırdığı, ritimleri analiz edecek bir şahsiyetten, bu şahsiyetin disiplinler aşırı bir yaklaşım benimseyeceğinden söz ediyor. “Mekanlardan çok zamanlara, imgelerden çok ortama, belirli olaylardan çok atmosfere duyarlı bu kişi tam anlamıyla ne bir psikolog, ne bir sosyolog, ne antropolog ne de bir iktisatçıdır; bununla birlikte tüm bu alanların kıyısına yaklaşır ve uzmanların kullandığı araçlardan yararlanabilir…. Daima dinleme halinde durur ama yalnızca kelimeleri, konuşmaları, gürültüleri ve sesleri duymakla kalmaz, aynı zamanda bir senfoni veya bir opera dinler gibi bir evi, bir sokağı, bir şehri de dinleyebilir” ( Ritimanaliz, çev. Ayşe Lucie Batur, Sel Yayıncılık).

Bizler olup bitmiş şeylere, temsillere, imgelere odaklanarak gündelik olanı anlayacağımızı sanıyoruz ama olmuyor. Bedenimizi tüm ritimlere duyarlı hale getirdiğimizde, bir metronoma dönüştürdüğümüzde, yinelenen ritimlerde ortaya çıkan farkı duyumsayabiliriz. Ve işte o zaman anlayabiliriz doğmakta olanı. Henüz yüzeye çıkmamış olanın, henüz mevcut olmayanın nabız atışlarını duymuyor musunuz? Nasıl da güçlü atıyor, sarsılıyoruz.

23 Aralık 2017 Cumartesi

BOYNUMUZDA SEMİYOTİK TASMALAR

RAHMİ ÖĞDÜL
22.12.2017

Ortaçağlarda keşişler elyazmalarını çoğaltırken hata yapmamaya özen gösterirlerdi. Yapacakları her hata Araf’taki bekleme sürelerini arttıracaktı çünkü. Dikkatlerini ne kadar işlerine verirlerse versinler, yazıyı kopyalarken hata yapar ve yaptıkları hatanın faturasını Titivillus’a çıkarırlardı; Titivillus, yazıları çoğaltanlara musallat olan ve hata yaptıran iblis. Yine önümüze koydukları metinleri çoğaltıyoruz ve yine hata yaparsak Araf’ta bekleme süremiz artacak.

Felix Guattari’nin dediği gibi, “semiyotik boyun eğdirme”ye maruz kalıyoruz. Kapitalist toplumda boyun eğdirme temelde yazıyla ilişkili semiyotik bir boyun eğdirmedir, yaşamın her hangi bir alanında kullandığımız semiyotik tarzları, jestleri bu yazı yasasıyla ilişkilendirmek, yasaya uymak zorundayız, aksi takdirde kendimizi özel kurumlarda bulabiliriz. Tekrarlarla hep aynının dönüp duracağı tasarlansa da olmuyor, araya Titivillus, yani yaşam giriyor ve hata yapıyoruz. Hep aynı şey durmadan geri gelmiyor, tekrarlardan fark çıkıyor ortaya. Hata, farkın ortaya çıkmasına ve çizgiselliğin, döngüselliğin kırılmasına ve çeşitlenmeye yol açıyor. İktidar hatayı affetmiyor ama, yazıda yapılacak küçük bir değişiklik tüm metnin anlamını değiştirebilir ve beklenmedik bir olay gelebilir başına.

O yüzdendir metni ihlal edenleri cezalandırması; deli, sarhoş, anormal, meczup, suçlu olarak damgalayıp kapatması. Ve bizler de keşişler gibi metni çoğaltırken hata yapmamak için özen gösteriyoruz; yazı yasası tüm jestlerimize, düşüncelerimize sinmiş; jestlerimizle ve düşüncelerimizle metni durmadan çoğaltıyoruz. Hata yaparsak Araf’taki bekleme süremiz artacak, biliyoruz. Araf, hapishaneler, tutukevleri, akıl hastaneleridir.

Evrimi insan ile son bulan çizgisel bir süreç olarak soyutlayanlar metindeki sapmaları göz ardı etmişlerdir hep. Oysa bir organizmada gerçekleşen küçük bir varyasyon, bir sapma, içinde yaşadığı ekosisteme bağlı olarak evrimsel bir değişime yol açabilir ve metni dönüştürebilir. Evrim bir hedefe kilitlenmiş çizgisel bir süreç değil, aksine varyasyonlarla, sapmalarla durmadan çatallanan ve çeşitlenen bir düzlemdir, çokluğun düzlemi. Bir mühendisin aklından çıkmış bir proje değil, aksine metnin içindeki rastlantısal eklemelerle iş gören bir brikolajdır. Brikolör, yani brikolaj yapan, çoğu kez uzun vadeli bir hedef gözetmeksizin, biriktirdiği nesnelerden birini çıkarır ve ona hiç beklenmedik bir işlev kazandırabilir. Eski bir araba tekerleğinden bir vantilatör, kırık bir masadan bir şemsiye mesela. Evrim de bir brikolör gibi, bir ayaktan bir kanat ya da bir çene kemiği parçasından kulak üretir. Darwin de ortaya çıkan yeni yapıların daha önce var olan ama sonradan farklı işlevlere uyum sağlayan organlardan gelişmiş olduğunu söylüyor. Evrim, milyonlarca yıl boyunca metnini yavaş yavaş elden geçiren, biraz şuradan kesip, biraz buraya eklenti yaparak düzelten, dönüştüren bir brikolör gibi iş görüyor. Bir yemek borusu parçasından bir akciğer imal etmek, François Jacob’un deyişiyle, “büyük anneden kalma bir perdeden eteklik yapmaya benziyor” (Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayıncılık).

1959 tarihli ‘Melekler Düşerken’, yönetmen Roman Polanski’ye ait bir film. Filmden bir sahne: Kahraman katıldığı savaşın ölümcül atmosferinden kaçıp yıkık bir eve sığınır; burada kendisi gibi savaş alanından kaçmış düşmanıyla karşılaşır. Önce tüfeğini doğrultur düşmanına; sonra silahsız ve zararsız olduğunu anlayınca tüfeğini indirir. Düşmanı dostane bir tavırla elini paltosuna sokar. Asker birden korkuya kapılıp can havliyle sarıldığı tüfeğini ateşler, düşmanı ölmüştür. Ölü düşmanının paltosuna sokulu elini dışarı çıkardığında, sıkılı yumruğunun içinde iki dal sigaraya rastlar. Mermi hedefini ıskalamamıştır; fakat sigaralarını tüttürürken yazı yasasını saptırma ve kendi mekânlarını yaratma fırsatını ıskalamışlardır.

Savaş, iktidarın metnidir; metne, yazıya göre hareket edilen ölümcül bir ortam. Araya tam Titivillus girecek, yazıya tam yaşam sızacakken, askerlerden biri metni hatırlamış ve metne sadık kalmıştır; yazı yasası öldürmelerini ve ölmelerini emreder çünkü. Ve mevcut metinde yapacakları küçük bir hata ölümü değil de tıpkı evrimde olduğu gibi yaşamı çoğaltacaktı. Semiyotik boyun eğdirmenin tasması boynumuzda olduğu sürece biz de hep ölümü çoğaltıyoruz. Ve ne yazık ki melekler düşerken iktidarlar yükselecek.

20 Aralık 2017 Çarşamba

KÖR VE DİLSİZ KÖSTEBEK


Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
15.12.2017
Bir köstebek”; Deleuze böyle tanımlıyor iktidarı: “İktidar ne görür ne de konuşur. Sadece tüneller ağı içinde kendi yolunu, delikleri bulan bir köstebektir… Konuşmadığı ve görmediği için bizleri gördürür ve konuşturur”. Kör ve dilsiz bir köstebeğin gözleri ve diliyiz. İçimizdeki tünellerde dolaşıyor; ve bu tüneller ağının çok sayıda çıkışı vardır; dışarı açılan delikler, duyu organlarımız. Alien gibi içimize yerleşmiş; gözlerimizden ve ağzımızdan dışarı açılıyor. Biz görmüyoruz, iktidar görüyor ya da iktidar gibi görüyoruz; biz konuşmuyoruz, iktidar konuşuyor ya da iktidar gibi konuşuyoruz. Bedenlerimiz ele geçirilmiş; bedenlerimiz sömürge. Ve iktidar, bedenlerimizde kendini üretiyor durmadan. İktidarı eleştirirken bile iktidarı çoğaltıyoruz. Mevcut nesneler alanı olan sağduyunun çemberi içinde kaldığımız sürece iktidarın gözleridir gözlerimiz, ağzımız iktidarın ağzı. Sağduyuya çağırıyoruz; sağduyu, farkı yok ederek her şeyi birbirine benzetiyor ve birbirine benzeyen temsiller dünyasına kapatıyor bizi. Çünkü sağduyu tek bir yöne, yani vasata doğru gider: “En çok farklılaşmış olandan en az farklılaşmış olana, tekillikten kurallıya, dikkat çekiciden sıradan olana” (Deleuze). Bir bataklıktayız, hep aynı olanın durmadan geri döndüğü bataklıkta çürüyoruz. Sağduyunun çeperlerini çatlatıp yaşamla buluşmadığımızda iktidar dolaşacak içimizde, bir köstebek gibi. Ve konuştuğumuzu sanacağız ama konuşan iktidardır, gördüğümüzü sanacağız ama gören iktidar. Düşünmekten hiç söz etmiyorum bile.
Bolu Beyi içine giremediği ve duyu organlarından dışarı açılamadığı, daha doğrusu gördüremediği ve konuşturamadığı için gözlerine mil çektirmiştir seyis Yusuf’un. Hikâyeyi biliyorsunuz: Bolu Beyi, seyisi Yusuf’tan kendisine yağız bir at, bir küheylan getirmesini ister ama Yusuf getire getire cılız mı cılız, sıska mı sıska bir tay getirmiştir. Seyis Yusuf baktığında mevcut olanda farkı, oluşu görür, temsili değil. Oysa iktidarın bakışının merkezinde temsil var. Dünyayı dogmatik düşünce imgesiyle anlamlandırır, işine öyle gelir çünkü. Bu düşünceye göre dünya sabitliklerden kurulmuştur, olup bitmiş şeylerden; ve dünya bu haliyle yansır düşüncemize. Herkesin gördüğü ve görüp adlandırdığı sabit kimlikler. Ve iktidar bu sabit kimlikler, tuğlalarla inşa eder hiyerarşik kulesini. Seyis ise doğadan, yeryüzünden öğrenir; yüzeydeki izlerden, işaretlerden henüz ortaya çıkmamış olanı, temsil edilemeyeni, görünmeyeni, yani farkı okuyabilendir. Bolu Beyi form görürken, seyis Yusuf formun altında yeğinliklerin, fark kümelerinin bir nabız gibi attığını, formun kalıcı olmadığını duyumsar. Bu fark kümeleri içeriden mevcut formu yıktıklarında yeni bir formla karşılacak, cılız tay bir küheylana dönüşecektir.
İçimize iktidar kaçmış. Biz de baktığımızda iktidar gibi şeyleri olup bitmiş halleriyle, temsiller olarak görüyor ve iktidarın hiyerarşik kulelerine yerleşiyoruz, bir tuğla gibi. Ve temsillere güveniyor, kendi oylarımızla seçip merkeze gönderdiğimiz temsilciler aracılığıyla hayatı algılıyoruz. Ya da hayatı bizim için, bizim adımıza temsilcilerimiz yorumluyor ve inanıyoruz. Tıpkı seyis Yusuf gibi temsili değil de hayatın dönüştürücü kudretini görüp dile getirdiğinizde iktidar bir tehdit olarak algılayacaktır sizi. Çünkü dayandığı temsil ve temsilci ilişkisi çökecek. Bolu Beyi’nin seyisin gözlerine mil çektirmesinin nedeni, seyisin hayata temsil aracılığıyla değil, doğrudan bakmaya cüret etmesidir.
Artık gözlerimize kızgın mil çektirmeye gerek duymuyor iktidar. Çünkü egemen medyanın temsil üretme aygıtlarıyla yapıyor bu işi; ürettiği temsillerle kör ediyor ve hayatı göremiyoruz. Temsile dayalı dogmatik düşünce imgesiyle yakalıyor, düşünemiyoruz. İçimizdeki köstebek bizi bataklığa sürükledi, kımıldayamıyoruz. Çünkü “temsil, her şeyi dolayımlar fakat hiçbir şeyi kımıldatmadığı gibi harekete de geçirmez” (Deleuze). Hayatın akışıyla teması kesilmiş sağduyunun bataklığında temsilciler ve temsillerle birlikte çürüyoruz, boğazımıza kadar batmışız; bu yüzden dik durmak ve eğilmemek gerekli. O zaman Samuel Beckett’e kulak verelim: “Boğazınıza kadar dışkıya batmışsanız, yapacağınız tek şey şarkı söylemektir.” Biz de öyle yapıyor, şarkılar söylüyoruz.

9 Aralık 2017 Cumartesi

ALICE HAYVANLAR DİYARINDA

Lucas Cranach, "Lucretia", 1537


RAHMİ ÖĞDÜL
08.12.2017

İmgesiz olmuyor ama imge ile de olmuyor. İmgelere her seferinde ayar vermek gerekli. Dozunu ayarlamazsanız zehirleyebilirler sizi. Batı’da yaşanan Reformasyon sırasında imgenin tehlikesini fark ettiler ama imgeden de vazgeçemediler. İki ucu sorunlu değnekti çünkü. Bir uçta klasik çıplaklığı, imgeyi aşırı yücelten bir ikon-severlik vardı; öte uçta imgeyi yok etmeye çabalayan ve mistisizme yönelen ikon-kırıcılık. Ama dedim ya, imgesiz olmuyor. Ve iki uçtan da kaçınmak için çıplak tenin çürümeye yazgılı bir örtü olduğunda karar kılıp imgeyi korudular.

Reformasyonla birlikte İsa’nın ölüm imgesi, bizzat imgenin ölümüne bir çözüm olarak sunulmuştu. İsa’nın çürümeye yazgılı bedeni bir örtüydü, kutsal ve temsil edilemez doğasını ancak bir örtü, çıplak bedenle göstermek mümkündü. Rönesans’ta olduğu gibi İsa’yı bir Apollon olarak betimlemek putperestliğe, paganizme düşmek anlamına gelecekti. İsa’yı hiçbir şekilde temsil etmemek de ikon-kırıcılığın mistisizmi demekti. Reformasyon ressamları bu sorunu örtüye, çıplak bedene eşdeğer bir önem atfederek ve örtü ile çıplaklık arasında bir geçiş imkânı yaratarak çözdüler. Örtü, görmeye bir engel değildi, aksine görmeyi de mümkün kılan koşuldu. Luther’in teolojisine de uygundu bu anlayış; Tanrı kendisini ancak örtü aracılığıyla dışa vurabilirdi. 16.yy’da aralarında Grünewald, Cranach, Baldung-Grien, Dürer’in de yer aldığı pek çok sanatçı, görünen ile görünmeyen arasındaki gerilimi yansıtan “Lucretia” tabloları yapmışlardı. İntihar etmek üzere olan kadını temsil eden bu tablolarda kadın elindeki bıçakla imgeyi, ikonu yok etmeye kalkışırken resmedilir. Askıda tutulan bu eylem, ikon-severlik ile ikon-kırıcılık arasındaki tarştışmaya da bir çözüm getirmişti. Örtü ya da imge gerekli; görünmeyeni, temsil edilemeyeni duyumsatmak için.

İmge örtüyse altında neyi sakladığı çok önemli. Zehri de saklayabilir, şifayı da. İmge “farmakon”dur, dozuna bağlı olarak ilaç da olabilir zehir de. Günümüzde imge zehirlenmesi yaşıyoruz. Leblebi tüketir gibi vitaminlerin tüketildiği bir çağda üzerimize aşırı miktarda imge boca ediliyor, kaçamıyoruz. Biliyorsunuz, vitaminlerin yağda çözünenleri var, suda çözünenleri. Yağda çözünen vitaminler vücutta birikerek hastalıklara yol açabiliyor; suda çözünenleri kolayca dışarı atabilirsiniz. İmge de öyle. İktidarın ürettiği imgeler hem yağda çözünen cinstendir hem de eser miktarları bile zehirleyebilir sizi; bedeninizi ve zihninizi ele geçirip tüm algı yetinizi bozabilir; gösterdikleri çarpıtılmış bir dünya imgesidir çünkü. İmge, yeryüzünün, yaşamın üzerine serilmiş bir örtü; kuklacının perdesi; oluşu, yaşamın akışını bizden saklıyor.

Sanatın ürettiği imgelerin yağda çözünenleri olsa da daha çok suda çözünürler. Ve gördüğünüzde “ilaç gibi geldi” diyebilirsiniz. Kolayca bünyeden atılırlar; ama sağlıklı bir beden için eser miktarları bile yeterli. İktidarın ürettikleri ise çok ciddi algı bozukluklarına yol açabiliyor; nesnelere, kadınlara, yeryüzüne, genel olarak yaşama bakışınızı çarpıtarak zihninizi, bedeninizi ve bakışınızı zehirliyor. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında KADEM’in hazırlattığı posterler mesela; kadına yönelik şiddeti güya eleştiriyorlar ama tam tersi, savundukları eril ideoloji ve şiddettir. Alice, Harikalar Diyarı yerine hayvanlar diyarına yerleştirilmiş. Gözümüze indirilen perdelerde toplum birden, NatGeo’nun “Öldürmeye Programlananlar” kurmacasına, bir “jangıl”a dönüşüyor. Kente baktığınızda her yerde hayvanlar aleminin erkeklerini ve erkeklere boyun eğmiş dişilerini görebilirsiniz artık. “Bozayılar bir sığırı tek bir darbede öldürecek güçtedir. Ama bu güçlerini eşlerine karşı kullanmazlar.” Demek ki isteseler kullanabilecekler. “Kurtlar 750 kg çene basınç gücüne sahiptir. Ama eşlerine asla saldırmazlar.” Ama saldırabilir ve öldürebilirler de, erkekler öylesine güçlü, korkun onlardan! Toplumdaki şiddet ve kadına yönelik şiddet doğallaştırılmış. Ama yalan söylüyor, doğayı da, toplumu da çarpıtıyorlar; dişi hayvanların da aynı güce sahip olduklarını unutuyoruz. Ve bu imgeler, yediğimiz abur cuburlarla birlikte yağda biriktikçe hayatı zehir ediyorlar bize. İmge “farmakon”dur. Prospektüsünü okumadan sakın kullanmayınız!

1 Aralık 2017 Cuma

HİYERARŞİK ÖLÜM MAKİNESİ

Klaus Rinke
RAHMİ ÖĞDÜL
01.12.2017

Hiyerarşileri sorgusuz sualsiz kabulleniyor ve hiyerarşilere tapıyoruz. Hiyerarşi sözcüğü kutsal olanı içeriyor çünkü; Yunanca kutsal anlamına gelen “hieros” ile erk, yönetim anlamına gelen “arkhe” sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur: Kutsal İktidar. Ve kör ediyor bizi. İktidarların kirli düzenlerini göremiyoruz. Kirli düzenlerini sürdürebilmek ve hep haklı çıkabilmek için sırtlarını göksel ve kutsal olana yaslamışlar. Kutsal olanı sorgulayamazsınız. Hiyerarşi sözcüğü ilk kez MÖ 6.yy’da melek gruplarının göksel seviyelerini belirtmek için kullanılmış. Fakat çok geçmeden kilise yönetimine özgü katı düzenin, otorite ve bağlılık seviyelerinin gösterilmesinde kutsal bir iktidar aletine dönüşmüş. Yaşamı kaskatı tabakaların altında hapsetmek dışında başka bir işe yaramıyor.

Hiyerarşi, yaşamın o ele avuca sığmayan akışını bastırmak, bedenlerin birbirlerine doğru akmasını önlemek içindir. İktidarların tüm kirli işlerini, yağmalarını, sömürülerini, katliamlarını örtmek için. Yaşamın olumsuzlanması; yaşamı tabakalarla dolayımlayarak yok sayma çabası. Hiyerarşi temsillere dayanır, ölü kabuklara; formları ast ve üst olarak ayrıştırıp kalıplar halinde dondurdukça yeryüzü soğuk hava deposuna dönüşecek; dondurulmuş beden ticareti. Hiyerarşi, ölü bedenlerden ölüm kuleleri inşa etmektir. Ama unutmayın, yeryüzünün isyanı ölüm kulelerini yıkacaktır her seferinde. Çocuklar kumsalda yaptıkları kumdan kalelerin bir süre sonra dalgalar tarafından yıkılacağını bilirler; ama biz yaşamın dalgalarını unutuyoruz.

Soylu aile ve Jeronimo
Durmadan sahili döven dalgalar gibi yeryüzünün dalgaları da kumdan kuleleri yıkacaktır ama biz akıllanmıyoruz. Birbirimizin gözlerinin içine doğrudan bakmak, birbirimize dokunmak yerine iktidarın hiyerarşisinde ölü formlar olmayı yeğliyoruz; Heinrich von Kleist’ın ‘Şili’de Deprem’ öyküsünde olduğu gibi. Kentin zengin ve soylu bir ailesinin yanında çalışan yoksul Jeronimo ile ailenin biricik kızı Josephe arasındaki yakınlaşmayı fark eden ailenin reisi, Jeronimo’yu kovar, kızını da bir manastıra kapatır. Jeronimo manastır bahçesine gizlice girer ve sevişirler; bir bebekleri olur. Kilise yasalarına göre kadın idam edilecektir, Jeronimo ise hücreye kapatılmıştır. Kadının idam edileceği an geldiğinde, çaresizlik içinde hücresinde kıvranan Jeronimo da intihar etmeye karar verir; ve tam bu esnada birden büyük bir deprem gerçekleşir ve kentin tüm yapıları, duvarları yerle bir olmuştur. İktidarın yargısından kurtulan Jeronimo ve Josephe bebekleriyle birlikte kentin dışındaki kırsal alanda diğer depremzedelerle bir araya gelirler.

Kontlar ve dilenciler
Yaşamın dalgaları hiyerarşinin kumdan kalelerini, yerleşik değer ve yargıları yıkmıştır. Ve tabakaların arasından, hücrelerden kurtulanlar şimdi doğrudan birbirlerine dokunarak başka bir dünya kurmuşlardır: “Çeşitli toplumsal sınıflardan insanlar, depremden sonra göz alabildiğine geniş bir alana yayılmıştı. Kontlar, dilenciler, çiftçiler, memurlar, işçiler ve din adamları. Hepsi bir bütün olmuştu. Aralarındaki toplumsal farklılık önemli değildi artık. Birbirlerine yardım etmek için adeta yarışıyorlardı… Bu deprem felaketi hepsini büyük bir aileye dönüştürmüştü sanki.” Ne var ki insanlar arasındaki bu doğrudan ilişki kısa sürer. Depremde ayakta kalmış bir kilisede şükran ayini yapılacağı duyurulur. Ayin sırasında tüm ahlaki ve yasal değerler yeniden kurulur ve yeniden hınç ve linç toplumu inşa edilmiştir. Kutsal iktidar birbirine doğru akan bedenleri bir kez daha öldürmüştür.

Hiyerarşide duygulara yer yoktur, emir komuta zinciriyle işleyen bir ölüm makinesi. Nazi Almanyası’nda gördük nasıl işlediğini. İngilizcedeki “duygu” sözcüğü “emotion”, Latincede “hareket etmek, dışarı çıkmak” anlamına gelen “emovere” sözcüğünden türemiş. Duygular: Bedenlerin hücrelerinden çıkıp birbirine yönelmesi, birbirine bağlanması. Ama günümüzde “emotion”, dijitalleşmiş ve yerini “e-motion”a bırakmıştır. Bedensiz, djital bir ortamda duygularınızı dışa vuramazsınız; emojiler, bedensiz varlıkların çaresizliği. Emojilerle ölüm makinelerine direnemezsiniz. Oysa bedenler, akışkan duyguların vatanıdır; duygular bağlar bizi birbirimize. Birbirinize doğru akmadıkça ölüm makinelerine direnemezsiniz. Bedenlerimizi hatırlamamız, bedenleşmemiz gerekiyor.

24 Kasım 2017 Cuma

YERÇEKİMİNE RAĞMEN YAŞAMAK

RAHMİ ÖĞDÜL
24.11.2017

Yaşam yerçekimine rağmen vardır ve bir beden yerçekimine tamamen yenik düşmüşse ya ölmüş ya da ölüm döşeğindedir. Neşe, bedenin yerçekimine rağmen dışa vurduğu yaşam sevincidir. Ve beden yerçekimine teslim olmuşsa ya bitkin ve yorgun ya da kederlidir. Yaşam despota rağmen vardır, despot zorbadır, yerçekimi zorbası; neşeli ve kudretli bedenlerden nefret eder çünkü. Havalanan ve durmadan devinen bedenleri yerleştirmek ve yere çivilemek isteyecektir.

Canlılığın belirtilerine dikkat etmişsinizdir mutlaka; ağaçların yerden yükselişine, hayvanların neşeli sıçrayışlarına. Kuşlar ise kanatlı varoluşlarıyla bizim yaşam sevincimiz, neşemizdir. Kuşlar denli zerafetle yerçekimine karşı koymayı başarmış bir başka canlı bulamazsınız. Yere bağımlı bedenler yer çekimine direnmek istediklerinde kuşların kanatlarını taklit edecekler: Yarasaların kanatları, balıkların yüzgeçleri. Bedeninizin neşeli hallerine dikkat ettiniz mi? Kudretlisinizdir, yürürken ayaklarınız yerden kesilir ve sevinçten havalara uçarsınız. Yüzünüzdeki tek tek aktörler, gözler, kaşlar, ağız, yüzün çizgileri kuşları taklit edercesine yukarıya doğru kıvrılır, kanatlanır adeta. Kederli olduklarında ise yerçekimine yenik düşer bedenler. Hareket etmeniz zorlaşır, bedeniniz yere yapışmıştır, kolunuzu kaldıramaz, parmağınızı oynatamazsınız. Yüzün çizgileri de yere doğru sarkmıştır.

Kederli bedenlerin yaşadığı yerçekimi kentleri vardır; çürümeye yazgılı bedenlerin birbirlerini yıkma pahasına ölümüne koşuşturdukları, karanlık, ölüm sever kentler. Bir de neşeli bedenlerin yaşadığı havai kentler vardır; aydınlık, yaşam sever kentler. Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’ kitabında kahin, Marozia kentine baktığında iki kent görür; aktüel ve virtüel olanı. Biri mevcut haliyle distopik bir kent, diğeri ise bir kentin barındırdığı gizil kuvvetlerin yüzeye çıkmasıyla başlayacak olan yeni çağın habercisi: “Marozia, en korkunç farelerin dişleri arasından dökülen artıkları birbirinin ağzından kapan fare sürüleri gibi, herkesin kurşun dehlizler boyunca koştuğu bir kent bugün; ama herkesin, kırlangıçlar gibi gergin kanatlarla döne döne gösteriler yaparak, havayı sivrisinek ve minik sineklerden temizleyip, bir oyundaymışçasına birbirine seslenerek göklerde uçacağı bir çağ başlamak üzere.”

1920’lerde Sovyet Konstrüktivistleri kanatlı bir yaşamı savunmuş ve havai çağın başladığını ilan etmişlerdi. Vladimir Mayakovski’ye göre yerin aşırı kodlanmış düzleminden kurtulup havalanmak mümkündür: “Kanatlarla tekerlekleri takıp evle beraber cümbür cemaat havalanabilirsiniz.” Tatlin, “letatlin” adını verdiği kanatlı bisiklet tasarlamıştır: “Uçağın mekanik uçuşu, uçma hissini elimizden aldı, bedenimizin hava içindeki hareketini hissetmiyoruz. Nasıl suda yüzmeyi ya da bisiklet sürmeyi öğreniyorsak havada uçmayı da öğrenmemiz gerekiyor.” Rodchenko’nun havalanan figürlerden oluşan kolajları, yerçekiminden kaçmaya çalışan konstrüktivist mimari. Uçmayı öğrenmek, yasalarıyla bizi her yere çivileme girişiminde despotun hamlesini boşa çıkarmak, kaçış çizgileri icat etmektir. Türkçeye kaçış çizgisi olarak çevrilen Deleuze’ün “line of flight” terimi aynı zamanda uçuş çizgisidir. Kaçış çizgileri, kırlangıçlar gibi gergin kanatlarıyla insanların neşe içinde uçacakları çağı başlatacak.

Doğanın içkin kuvvetlerinden yararlanarak, yerçekiminden kaçabilirsiniz. Ama iktidarın yerçekiminden kurtulmak o kadar kolay değil. Yerçekimi despotun elinde politik güce dönüşmüştür. Konstrüktivistlerin ardından gelen Stalin döneminde, yerden havalanmış hiç bir şeye tahammül edilmez. Konstrüktivistlerin yerden kaçma çabaları yeni dönemle birlikte vatana ihanet sayılmıştır. Her şey yere çivilenir. Bu dönemde “uzay uçuşları için dikilen anıt bile yere lök gibi oturmuştur... Kozmonot yerçekimine karşı boşuna uğraşıyor gibidir” (Buck-Morss, Rüya Âlemi ve Felaket, Metis).

Kanatlarınız mı kırıldı? Yere çivilenmiş, çarmıha gerilmiş, hücrelere kapatılmış gibi mi hissediyorsunuz? Kederli, despotik zamanlardan geçiyoruz çünkü. Ama yaşam despota rağmen vardır. Yaşam, gergin kanatlarıyla gökyüzünde uçan kırlangıçları, kaçış çizgilerini gizler bünyesinde. Yay gibi gergin kanatların içinizde titreştiğini duymuyor musunuz?

18 Kasım 2017 Cumartesi

HATIRLA AMA ASLA ANLATMA!

Damien Hirst
RAHMİ ÖĞDÜL
17.11.2017

Kim konuşuyor? Konuşan, geçmişten gelen hayalettir. Durmadan geçmişin yükünü yüklüyor sırtımıza. Konuşmaktan, yüzleşmekten kaçındığımız dehşetengiz olaylar birikerek çoğalıyor. Geçmişte korkunç şeyler olmuştur. Ama sır olarak kalmalı, anlatılmaları yasaklanmıştır. Sadece “hatırla!” deniliyor bize, sonra da “unut!” Geçmiş, örtülerin altında saklı; örtüleri hatırlamamızı istiyorlar sadece, örtünün altındaki korkunç olayları ise unutmamızı. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Ermeni Tehciri’ni hatırlıyoruz ama, mağdurlar öykülerini anlatmaya başlayınca susturulmalı. Dersim olaylarını hatırlayın ama olup bitenler sır olarak kalmalı. 15 Temmuz’u hatırlatmak içinse ellerinden geleni yapıyorlar ama olup bitenler örtünün altında kalmalı. Dile getirilmesi yasaklanmış anılarla baş başa bırakıyorlar bizi. Hayatı anlamlandırabilmek için anlatabilmemiz gerek oysa. Yoksa çıldırmamız an meselesi. Hamlet, babasının hatırlamasını istediği ama anlatılması yasak sır yüzünden çıldırmadı mı?

Anlatmak, kaostan kozmos yaratmaktır. Hayatı bir kurmaca haline getirdiğimiz ölçüde akıl sağlığımızı koruyabiliyoruz. Hayatın delice akışıyla başka türlü baş edemeyiz çünkü. Kurmaca, hayatı kalıba sokmaksa, hayatın her zaman bu kalıptan taştığını da biliyoruz. Witold Gombrowics ‘Kosmos’ adlı romanına dair güncesine düştüğü notlarda kurmacayı şöyle tanımlamıştır: “Nedir polisiye roman? Kaos halinde olanı düzene sokma, düzenli hale getirme denemesi.” Ama bir yıl sonra şu notları düşmüştü güncesine: “Fazladan gerçekleşen bir olay yüzünden gerçekliğin bir anda kabından taşıvermesi. Her yana uzanan duyargalar… karanlık oyuklar… sapmalar… anaforlar… bütün bunların yaratılması” (Kosmos, çev. Aykut Derman, Can).

Kurmaca sadece edebiyatın ya da sanatın işi değil, sıradan insan da gündelik hayatın her yöne dağılıp saçılmasına katlanamadığı için hayatını kurmacalaştırmak zorunda. Çünkü “kurmacanın birliği var, biçimi var”diyor Aldous Huxley. Biçimsiz olana katlanamıyoruz. Yatay ilişkiler ağı olarak düşünüldüğünde toplum, bireysel kurmacalarımızın birbirine dokunarak durmadan yapılıp bozulduğu, konturları bulanık, devasa bir kurmacadır. Bizler kendi hayatlarımızı kurmacalarla anlamlı hale getiriyoruz ama en kötüsü, başkalarının kurmacalarına katlanmak zorunda olmamız. Ve başkalarının kurmacaları üzerinden hayatı olumsuzlamak ve başkalarının kurmacalarında hayatımızın olumsuzlanması. Ve iktidar öykülerimizi gizlemek için örtüler seriyor geçmişin üzerine. Sonra da örtüleri hatırlatıyor ama öykülerimiz anlatılmamalı.

Tarih bir kurmacadır, resmi tarih ise iktidarın kurmacası. Kurmacasıyla hiçleştiriyor hayatımızı, başımıza gelenleri gizlemek için örtmeceler seriyor. Olayı hatırlatıyor, ama olup bitenler sır olarak kalmalı. Prens Hamlet oyunun başlarında, kral babasının hayaletiyle karşılaşır ve babası “Beni hatırla” der oğluna, “Benim hikayemi anlat”. Ama neyi hatırlaması gerektiğini söylemez, sır olarak kalmalı: “Babanın ruhuyum ben ve bir süre için/Mahkûmum geceleri karanlıkta gezmeye/Gündüzleri ateşler içinde kalmaya/Yanıp tükeninceye dek işlediğim günahlar/Açıklamam yasak olmasaydı eğer/Yaşadığım zindanın sırlarını/Öyle şeyler anlatırdım ki sana/Tek kelimesi aklını başından alırdı (çev. Sabahattin Eyüpoğlu, İş Bankası).

Babaların işlediği günah, geçmişten birikerek gelen bu anlatılamaz sır nedir acaba? Eril iktidarların yeryüzünde giriştikleri katliamlar mı anlatılamaz olan, masum insanların çığlıkları mı? Kadıköy Moda Sahnesi’nde Kemal Aydoğan’ın yönettiği Shakespeare’nin Hamlet’inden çıkarken aklımda bin bir soru. Dekorunu ve kostümlerini günümüze taşıyarak Hamlet’in güncelliğini ve bu güncelliğin tüketilemeyeceğini gösterdiler bize. Erkekler arasında geçen, kadınların edilgin varlıklar olarak yer aldığı, hatırlanması ama asla anlatılmaması gereken sırlarla dolu egemen bir tarih anlatısı. Freud ve Lacan’dan tutun da James Joyce’a kadar çok sayıda yazarın çözümleyerek anlamını çoğalttıkları Shakespeare’nin oyununu tek bir anlamın içine hapsetmek mümkün değil. Prens Fortinbras’ın sahnede söyledikleri hâlâ kulaklarımda: “Unutulmamış haklarım var benim bu krallıkta.” Unutturulmak isteneni dile getiremezsek çıldırmamız an meselesi. Gözlerimizdeki karanlık oyuklarla nasıl bakabiliriz ki birbirimizin yüzüne?

10 Kasım 2017 Cuma

ÇOBANLAR, KOYUNLAR VE KEÇİLER


Francisco de Zurbaran, "Agnus Dei", 1640
RAHMİ ÖĞDÜL
10.11.2017

Nedir bu keçilerin bizden çektiği? Tüm kötülükleri keçilerin başına yüklüyor, sonra ya kurban ediyor ya da şehrin dışına sürüyoruz. Despotik sistemler kokuştukça günah keçileri hiç eksik olmuyor nedense. Oysa biliyoruz ki yeryüzü akışlarıyla bağlantısı kesilmiş baskıcı sistemler çökmeye yazgılıdır ve giderek düzensizlik artarken düzeni sürdürebilmek pahasına daha fazla şiddet ve daha fazla günah keçisi üretecekler. Batı’da üretilen kötücül yaratık temsillerinde, satirler ve iblislerden tutun da şeytana kadar adı kötüye çıkmış ne kadar varlık varsa hepsi de keçi formunda resmedilmiştir. Çoban, keçilerin koyunlarını baştan çıkarmasından ve tebaasız kalmaktan korkuyor.

Koyun olmadığınızı iddia edebilir ve “ben kendi kararlarımı veren özgür biriyim” diyebilirsiniz. Ama tüm kudretinizi temsilcilere teslim ettiğinize göre çoban ve sürüsü temsilinde koyunu oynamak dışında, başka bir seçeneğiniz kalmıyor. İktidara boyun eğdiğimizden beri güdülecek koyunlarız: “Firavun Mısırlı bir çobandı. Taç giyme töreninde ritüel olarak çobanın değneğini alırdı; “insanın çobanı” terimi Babil monarkının unvanlarından da biriydi” (Foucault, Özne ve İktidar, Ayrıntı). Doğu’da karşımıza çıkan siyasetnamelerde yine çoban ve sürü metaforuna rastlıyoruz; üstelik Thomas Hobbes’un “insan insanın kurdudur” tınısıyla: “Eğer hükümdar olmasaydı insanlar birbirlerini yerlerdi. Tıpkı çoban olmayınca sürünün yırtıcı hayvanlar tarafından yenilmesi gibi” (Bahadır Türk, Çoban ve Kral, İletişim). O zaman hiç itiraz etmeyelim, “koyun gibisin kardeşim/gocuklu celep kaldırınca sopasını/sürüye katılıverirsin hemen/ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye” (Nâzım Hikmet).

Peki keçilerin suçu ne? Tevrat’ta geçen “Günahları Bağışlatma Günü”nde Harun biri Yehova’ya, diğeri ise Azazel’e (şeytana) sunulacak iki teke seçer. Yehova için ayrılan keçiyi keser ve hayvanın kanını akıtarak tapınağı kirden arındırır. İkinci keçi ise günah keçisidir. “Sonra Harun ellerini keçinin başına koyar ve İsrailoğullarının tüm suçlarını, isyanlarını ve günahlarını itiraf eder. Böylece tüm günahları keçinin başına yükledikten sonra hayvanı çöle yollar… Keçi, İsrailoğullarının tüm suçlarını ıssız bir yere taşıyacaktır” (Kearney, Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar, Metis). Keçileri dışarı attıkça düzeninizi sürdüreceğinizi sanırsınız. Ama yanılırsınız, çünkü keçileri tüketemezsiniz, içimizde ürüyorlar.

Keçiler koyunlardan farklıdır. Koyunların önüne boyama kitapları konduğunda ve çoban çizginin dışına taşırmadan şekilleri boyamalarını istediğinde hiç sorgulamadan yerine getirirler. Boyayı taşırmadan şekilleri boyayanların takdirnameyle ödüllendirildiklerini biliyoruz. Keçi kılıklı iblisler öyle mi? Söz geçiremezsiniz, boyayı taşıracak ve çizgiyi aşacaklardır: “İblisler tanrılardan farklıdır, çünkü tanrıların sabit nitelikleri, özellikleri ve işlevleri, yurtları ve kodları vardır: yollarla, sınırlarla ve harita çıkarmayla ilgilenirler. İblislerin yaptığı ise, aralıklar boyunca, bir aralıktan diğerine sıçramaktır” (Deleuze).

Keçileri haritanın içine kapatamazsınız. Sınırlar içine kapatılmış bedenler, nelere muktedir olabileceklerini asla bilemezler çünkü. Bir deney alanı olarak yeryüzünde oradan oraya sıçrayarak başka bedenlerle bağlantılar kuracak ve bedenlerinin kudretinin bağlantılarla artacağını keşfedeceklerdir. Keçiler çiğnenmekten aşınmış yolları ve otları değil, dik yamaçlardaki yeni ve taze otları severler. Neşeli bedenlerdir, koyunlarsa kederli; çünkü kudretlerini çobana teslim etmişler. Ve bir koyun keçi-oluş yaşamadıkça nelere muktedir olabileceğini asla öğrenemeyecek. 

Çoban boyayı taşırmamamızı öğütlüyor; herkes kendine ayrılan yerde otlasın ve sınırını aşıp olmadık işlere kalkışmasın diye. Çoban izlenecek yolları çiziyor; ana yoldan çıkıp ara yollara sapmasınlar ve olmadık bedenlerle bağlantı kurmasınlar diye. Çizgiyi aşmazsak ve yoldan çıkıp ara yollara sapmazsak nasıl öğrenebiliriz ki kudretimizi? “Olsun, çoban bizi kuzucuklarım diye sevecek ya, o bize yeter” diyebilirsiniz. Sizi sevsin diye çobana boynunuzu uzattıkça şairin dediği gibi, sonunda gideceğiniz yer salhanedir, yani mezbaha. Hegel tarih üzerine tezlerinde tarihi bir mezbahaya benzetiyordu. Çobanlar ve koyunlar oldukça tarih mezbaha olmaya devam edecek.

4 Kasım 2017 Cumartesi

BİZİM NEDEN KARNAVALIMIZ YOK?

Pieter Bruegel

Pieter Bruegel
RAHMİ ÖĞDÜL
03.11.2017

Çürüyoruz farkına varmadan. Çürütüyorlar bizi. İçeride kesif bir çürüme kokusu, duymuyor musunuz? Çürüdükçe birbirimizi zehirleyeceğiz. “Durgun sudan zehir bekle” diyordu William Blake. Yeryüzünün akışlarıyla bağlantısı kesilmiş sular bir süre sonra kokuşur ve zehir üretir, insan da öyle: “Düşüncelerini asla değiştirmeyen insan, durgun su gibidir ve aklın sürüngenlerini üretir” (Blake). Özgür düşüncenin önüne çekilen setlerle kurumlarımız bataklığa dönüşürken bataklıkta yaşayan sürüngenlerden farkımız kalmayacak sonunda, birbirimizi tüketeceğiz. Kokuşmaktan kurtulmanın çaresi, yeryüzünün tüm akışlarına, rüzgârlarına açık sulardır; düşüncenin ve bedenin birlikte dalgalanacağı engin sular.

Alman Romantizmi’nin kurucularından Johann Gottfreid Herder, ölü bir noktada kokuşmak yerine 1769’da denize açılmış ve düşüncelerini dalgalandırmıştır: “Gökyüzüyle deniz arasında salınan bir gemi, düşünceye ne kadar geniş alanlar açıyor! Burada her şey düşüncelere kanat takıyor, hareket veriyor ve hava sahasını genişletiyor! Çırpınan yelkenler, sürekli çalkalanan gemi, gümbürdeyen dalgaların akıntısı, uçuşan bulutlar, sonsuz genişlikteki hava sahası!” (bkz. Rüdiger Safranski, Romantik, Kabalcı). Ölü noktanın çürüyen sularından özgürlüğün çalkantılı sularına atlamak. Toplumlar da denize, çalkantılı sulara açılırlar. Karnavallar kokuşmuş durgun suların alt üst olduğu, dengenin bozulduğu ve yeni akışlarla yeni dengelerin kurulduğu zamanlardır. Guy Debort 1871’de kurulan Paris Komünü’ne “19. yüzyılın en büyük karnavalı” demişti. Karnavalın çalkantılı suları yeni dengelere gebe.

Mikhail Bakhtin Ortaçağ karnavallarının özelliklerini sıralamıştı, hatırlayalım. Karnavalda yaşam alışıldık seyrinden çıkar. İzleyici ve icracı ayrımı silinmiştir. Karnaval icra edilmez, yaşanır. Alışıldık yaşamın yapısını ve düzenini belirleyen yasalar, yasaklar ve kısıtlamalar, karnaval boyunca askıya alınır; hiyerarşik yapı ve bu yapıyla bağlantılı tüm korkutup sindirme, hürmet, dindarlık ve görgü kuralları iptal edilmiştir. İnsanlar arasındaki hiyerarşik engellemeler, mesafeler ortadan kalkar, karnaval meydanında özgür ve içli dışlı, teklifsiz, samimi, sıcak bir temas ortamı yaratılır; jestler ve sözler özgürleşmiştir. Karnaval, bireyler arasında yeni ilişki tarzlarının yaratıldığı yerdir. Hiyerarşik konumların otoritesinden kurtulmuş bedenler, dışarıdan bakıldığında tuhaf ve yakışıksız görülebilir ama bastırılan bedensel arzular geri dönmüş ve insanın gizil yönleri ifade imkânı bulmuştur. Karnaval ortamı uygunsuz birleşmelerin ortamıdır. Daha önce yan yana gelemeyen tüm bedenler, değerler, düşünceler ve şeyler birbiriyle ilişkilenir. Karnaval kutsalı cismani olanla, yüceyi aşağı olanla, önemliyi önemsiz olanla, bilgeliği aptallıkla birleştirir. Karnaval toplumsal hiyerarşik yapıyı parodilerle çökerterek, şeyleri yeryüzünün, bedenin üretken kudretiyle ilişkilendirir.

Karnavalı olmayan bir toplumuz. Ama bizim bayramlarımız var. Bayram karnavaldan izler taşısa da karnaval değildir, aksine bayramda mevcut düzen pekiştirilip olumlanır, dayatılan tüm yasalar durmadan kutsanır. Karnaval geleneği de mitolojik geçmişe dayanıyor. Evrenin başlangıcındaki kaotik duruma bir geri dönüş, bir yenilenme, yeniden doğuş anı. Batı’daki karnavalın köklerine Doğu’da rastlıyoruz. Doğu’da yaratılışın yenilenmesi yeni yılın ilk gününde, Nevroz’da gerçekleşir; zamanın yıprattıklarının yenilendiği an. Zaman insanı, toplumu ve kozmosu yıpratmıştır. Ve zamanın yıprattıklarının yenilenmesi her şeyin alt üst olduğu ritüellerle gerçekleştiriliyordu: “Saturnalia şenliklerini andıran bir toplumsal karmaşa, erotik kuralsızlıklar, orjiler vb.” (Eliade, Kutsal Ve Kutsal-Dışı, Alfa). Yıpranmış bedenler, çürümüş toplum yılın son günü, biçimsizliğin tanrısı, deniz canavarı Tiamat’ın yeniden dirilişiyle çalkantılı suların içinde çözülüp dağılıyordu. Ve ardından kozmos bir kez daha yaratılacaktır. Tekrarlar önemlidir, fark yüzeye çıkar çünkü. Ve kozmosun her doğuşu, farkın yüzeye çıktığı yeni bir denge durumudur. Biz dayatılan dengede ısrar ettikçe daha fazla çürüyoruz. Karnavallar özgürlüğü soluduğumuz, yeni olanın yüzeye çıktığı çalkantılı sulardır. Dengemiz bozulmasın diye bataklıkta çürümeye katlanıyoruz.

29 Ekim 2017 Pazar

METAFORDAN HAYATLAR

Igor Morski

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
27.10.2017

Tanıdık olmayan bir şeyle karşılaştınız diyelim. Önce şaşırır ama çok geçmeden Alice gibi davranırsınız: “Her şey bilmediğim bir dilde yazılmış… Öyle ya, Ayna kitabı bu elbette! Aynaya tutarsam sözcükler doğru yöne döner!” (Lewis Carroll). Yabancı olanı metaforun aynasına tutuyoruz ve birden yabancılığından arınıp tanıdık bir imgeye dönüşüyor. Metafor, bir anlamı bir yerden başka bir yere taşıyor. Bildik bir anlamı bilinmedik, tekinsiz olana yansıtarak yabancı olanı temellük ediyor, tanıdık ve anlaşılabilir hale getiriyoruz. Metafor, yeni olanla karşılaşmamızı eskitiyor, sayesinde eskitilmiş ilişkiler yaşıyoruz. Kullanılmaktan lime lime olmuş metaforları yabancı olana giydirerek kendimize benzetiyoruz.

Mevcut olanı alt üst edecek bir olayı da eskitiyor ve hiç şaşırmıyoruz. İncil’de yazdığı gibi “güneşin altında yeni bir şey yok”. Çünkü metaforlarımız var bizim. En tekinsiz karşılaşmayı tekinli hale getiren, en rahatsız edici yabancıyı bile evcilleştirip kendimize benzeten metaforlar. Metaforlarla düşünmek evden hiç ayrılmamaktır. Ya da evimizi her yere taşımak. Evimizi her yere taşıdığımıza göre her yeni karşılaşma evin tanıdık bir nesnesine dönüşecek. Ve metaforlarla düşündüğümüzde evi her yere taşımakla kalmıyor, hiç dışarı çıkmadığımızı da fark ediyoruz. Oysa José Saramago “kendinizi terk etmezseniz asla keşfedemeyeceksiniz kendinizi” diyordu. Platon’un mağarasından çıkamadığımız için, izledikleri gölgeleri gerçek sanan tutsaklar gibiyiz.

Gölgeleri metaforlarla dışarı taşıyoruz; gölgelerin gölgelerini. Mağaranın bildik anlamlarını dışarıya yansıttıkça dışarıyı, yabancı olanı mağaraya dahil ediyoruz. Mağaranın, evin tonundan kurtulamayacak mıyız? Zor tabi evden kurtulmak. Ama başaranlar var, on iki ton müzisyenleri: “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” (Webern). Ton metafordur; her yere bu tonu taşımak fetihçiliktir, yabancı toprakları fethetmek. Evden, tek tondan dışarı çıkmayanlar, on iki tonu, yani çokluğu asla işitemeyecekler. Siz hiç yabancı oldunuz mu? Yabancı olmak, dünyaya bir çocuk gözüyle bakabilmek ve şaşırmaktır; yeryüzünün tüm seslerini kucaklamak. Ve aynı anda eşitsizliğe, sömürüye ve katliamlara şaşırmak. Ama biz her şeyi o kadar kanıksadık ki dışarı çıktığımızda da bu despotik havayı soluyoruz. Kurtulalım bu eril, despotik tek tondan! Gerekirse kekeleyelim, kekelemek iyidir. Gerekirse tökezleyelim, dengemiz bozulsun ki çoklukla birlikte yeni denge oyunları icat edelim ve yeni bir dil.

Kekeledikçe çokluğun çok sesli dilini birlikte keşfedebiliriz. Dil zoraki bir dengeyse ve bu denge tüm tahakküm ilişkilerini içinde barındırıyorsa kekelemek gerekecek. Sözcükleri çatlatmadan, grameri parçalamadan başka bir dünya mümkün değil. Başka bir dünya yaratmaktan söz edenlerin dillerine hiç baktınız mı? Eski dünyanın tüm tahakküm ilişkilerini barındıran bir dil kullanıyorlar. Dil, bir hapishanedir ve tahakküm ilişkilerini barındıran bir dilden yeni bir dünya çıkmaz. Dilden firar edemeyenler, çok sesliliğin özgürlüğünü solumayanlar yeni olanla, yabancıyla hiçbir zaman karşılaşamayacaklar. Dil hapishanesinin duvarlarını çatlatıp firar etmediğimiz sürece erilliğin, tahakkümün, eşitsizliğin dilini üreteceğiz birlikte. Firar etmeliyiz, gerçekliğin çölüne.

Gerçek, sözcüklerin ve dilin ötesinde, ele geçmeyen bir akıştır, sonsuz bir oluş hali. Ve bir metafor olarak dilin kendisi gerçekle karşılaşmamızı engelliyor. “Ağaçlardan, renklerden, kardan ve çiçeklerden söz ettiğimizde şeyler hakkında bir şey bildiğimizi sanıyoruz; fakat özgün varlıklarla hiç örtüşmeyen metaforlardan başka bir şey yok elimizde” (Nietzsche). Siz hiç ağaçla karşılaştınız mı? Karşılaşmıyoruz, ağacı dil hapishanesine kapatıyoruz çünkü. Bir ağaçla, yabancıyla karşılaşsaydık, ağacın dili dilimizi çatlatacak ve doğanın çok sesliliğiyle yeni bir denge, yeni bir dil yaratacaktık. Ağaçla karşılaşsaydık, başka bir dünya kuracaktık. Gezi’de nasıl da çatlatmıştık dilimizi? Çünkü o biricik, eşsiz ağaçla karşılaşmıştık. Unuttuk sonra, yine basmakalıp metaforlara gömüldük.

21 Ekim 2017 Cumartesi

İÇİMDEKİ SES "DENGEYİ BOZ!" DİYOR


Andrey Tarkovski, "Nostalghia", 1983
RAHMİ ÖĞDÜL
20.10.2017

Her şey dengede duruyor, kımıldasanız yıkılacak. Fark etmiyor musunuz? Bu zoraki dengede altta canı çıkanların denge tutkusunu anlayamıyorum. Tepedekilerin kendi denge durumlarını sürdürebilmeleri için sırtımıza yükledikleri onca yük. Bir yük hayvanı gibi bize taşıttırıyorlar kendi yüklerini ve gıkımız çıkmıyor. Sırf dengede kalabilmek uğruna harcanan onca can; canlara kıyıyorlar. Harcanan onca enerji, doğada yaşanan onca kıyım. Şirket diliyle konuşuyor, dışsallıklar (externalities) diyorlar. Dışsallıklar, şirketin kâr amacıyla gerçekleştireceği bir girişimde göz ardı edilen ve hesaba katılmayanlardır. Sadece ve sadece kendi çıkarı peşinde koşan şirketin maliyet hesaplarına dahil etmediği, topluma ve doğaya yüklediği tüm hasarlar, yıkımlar ve kıyımlar. Dışsallıklarız, üç kuruşa harcıyorlar bizi. Şirket-devletlerin savaşlarda harcadığı ölüleriz. Daha fazla çocuk talebi, daha fazla harcanacak can. Kadın bedeni iktidarın tarlası; ölüm tarlaları. Ve biz hâlâ “aman dengemiz bozulmasın” diye susuyoruz. Kımıldasak denge bozulacak.

İşin tuhafı, biz de şirketin gözleriyle bakıyor ve hayatı dışsallaştırıyoruz. Hayatımız boşa harcanacak bir dışsallık. Hayatı harcayıp tüm yatırımlarımızı öte dünyaya yapıyoruz. Yeryüzünün yıkımında, insanların kıyımında hiç mi kabahatimiz yok? “Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!” Dışsallıklar; çünkü bizim meselemiz değil. Ve hayatı dışsallaştırdıkça içimizi boşaltıyoruz durmadan. Sonunda kimlik denilen içi boş bir kabuk kalıyor geriye. Ve içi boş kimlikler olarak dolaşıyoruz sokaklarda. İçimize hiçbir şey işlemiyor. İçimiz yok, kupkuru kabuklarız. Ya da boş şişeler. İktidarın toplayıp yeniden kendi içeriğiyle dolduracağı atıklar. Ve topladıkları boş şişelere kaçak içki doldurup satanlar gibi iktidar da bedenlere kendi zehrini doldurup yasal olarak pazarlıyor. Artık insanlar arası ilişkilerden söz edemiyoruz, ağzımızı açtıkça iktidarın zehrini bulaştırıyoruz birbirimize. Ve dolduruşa gelip yaşamı değil, ölümü çoğaltıyoruz.

İçerideyiz; doğayı, doğamızı dışsallaştırdıkça yarattık içerisini. İçeride düzen var. İçerideki zoraki düzen doğaya, doğamıza rağmen. İçeride denge var, zoraki bir denge. Ve dışsallaştırdığımız tüm yıkımlar, içerideki dengenin sürdürülmesi uğruna. Dışarıda doğa var, doğanın kaotik kuvvetleri; denge ile dengesizliğin muhteşem dansı. Ve içimizdeki doğayı, denge bozucu kuvvetleri dışsallaştırdık, içimiz boş. Tehlikesiz bir sınıflandırma nesnesi olarak raflarda yerimiz hazır. İşlevi belirli hazır nesneler olarak istedikleri yere yerleştiriyorlar bizi şimdi. Dengenin bozulmaması için hazır nesne rolüne alıştırıldık. Hazır nesneler olarak her yerde rastlayabilirsiniz kendinize; ekonomide, politikada, gündelik hayatta ve sanatta. Gerçekleştirdiğimiz tüm eylemler bile iktidarın galerisinde bir sanat gösterisine, performans sanatına dönüşüyor. Eylediğimizi sanıyoruz ama bir vantrolog gösterisindeki kuklalarız. Biz konuşmuyoruz, iktidar konuşuyor bizim yerimize. Yaşadığımızı sanıyoruz, ama ölmeye ve öldürmeye programlamışlar bizi. İçimizdeki ve aramızdaki çokluğu öldürüyoruz.

Andrey Tarkovski’nin 1983 tarihli Nostalghia’sındaki deli “tek kişi olamıyorum” diye haykırıyordu, “kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.” Biz akıllılar değil, deliler işitebilir çokluğu: “Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz… Kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere böceklerin vızıltıları girmeli.” Dışarıda bıraktığımız, dışsallaştırdığımız yaşamın çokluğu girmeli içimize. Çokluğu hissetmiyor musunuz? Nasıl da korkuyor iktidar çok işlevli doğanın içeri girmesinden. Aristoteles de sevmezdi çok işlevliliği; sınıflandırılması zor: “Doğa, kadın ile köle arasında ayrım yapmıştır. Çünkü doğa, pek çok kullanımı olan Delfi bıçağını yapan demirci ustası gibi eli sıkı değildir; her bir şeyi tek bir kullanım için yaratır.” İktidar konuşuyor, tek kullanımlık kadından, kadının fıtratından söz ediyor. Ve ağzımızı açtığımızda da iktidar konuşuyor, ölümüne seviyoruz. Keşke çokluk konuşabilseydi, yaşamına sevebilirdik o zaman. Çok işlevli, sınıflandırılamayan, iktidarın ele geçiremediği Delfi bıçakları bileniyor içimizde. İşitmiyor musunuz? İşitsek denge bozulacak.

14 Ekim 2017 Cumartesi

HAYAL KURMAYI BIRAKIN ARTIK!

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
13.10.2017

Hayal gücünüzü çalıştırmadan önce bir değil, bin kez düşünün. Hayallerinizin gerçek dışı olmasından değil, aksine bir kez daha gerçek olmasından korkuyorum. Kurduğunuz hayaller başkalarının kâbusları oluyor çünkü. Hayallerimizi, mitolojik zamanlardan beri yeryüzüne ve bedenlerimize kazınmış eril ve dişil tahakküm yapıları içinde kuruyoruz. Kahraman oluyor, ejderhaları öldürüyor, uyuyan prensesleri öpüp uyandırıyoruz. Ya da saçımızı kuleden sarkıtıp beyaz atlı prensimizi bekliyoruz. Biliyorum, gerçekliğin içine gömüldüğümüz bir dönemde hayal kurmanın giderek güçleştiğini ve cesaret istediğini. Ama zaten mevcut gerçeklik belirlemiyor mu hayallerimizi? Ve verili gerçeklik içinde kurduğumuz hayallerimizin bir kez daha gerçekleştiği günlerdeyiz. Yine eril kahramanların canavarları öldürdüğü, yine dişi kahramanların boyun eğdirildiği karanlık günlerde. Erilliğe ve dişiliğe biçilen rollerin durmadan tekrarlandığı bu kısırdöngüyü kırmazsak hayallerimiz kâbusumuz olmaya devam edecek. Hayal kurmayalım o yüzden. Ya da imkânsız olanı düşleyelim, mevcut gerçeklikten bizi koparacak olanı. Olmadık şeylere inanmak için alıştırma yapalım mesela: “Ben senin yaşındayken günde yarım saat temrin yapardım aksatmadan; bazen, daha kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inandığım olurdu” (Aynanın İçinden, Lewis Carroll).

Durmadan eşitsizlik ve tahakküm üreten bir dünyada yaşadığımızın ve hayallerimizin bile bu tahakküm ilişkilerince belirlendiğinin farkındayız. Dolayısıyla Wilhelm Reich’ın saptaması canımızı acıtıyor: “Kitleler kandırılmadı, faşizmi arzuladılar.” Nasıl kazıdılarsa bedenlerimize, tahakkümden kaçmaya çalışıp serüvenlere atılsak da sonunda yine eril tahakküme yakalanıyor ve kendimizi faşizmi arzularken bulabiliyoruz. Başımıza olmadık şeyler geliyor, canavarlar çıkıyor karşımıza, gözümüzü kırpmadan öldürüyoruz. Yeni yerlerle karşılaşıyor, fethediyoruz. Fethettiğimiz yerlerde norm dışı bedenleri yok edip norm dayatıyoruz. Kahraman Theseus’u mu yoksa yarı boğa, yarı insan Minator’u mu seviyorsunuz diye sorsam? Theseus diyenler çoğunluktadır. Labirentin içine yerleştirilmiş ucubeyi öldüren kahraman. İçinde yaşadığımız kent denilen labirentin kıvrımlarını, farklı davranan ve düşünenlerden, yani sizin deyişinizle ucubelerden arındırıp norm bedenleri dayatan anlayış faşizm değil mi? Eril şiddetin mekânlarını yaratan ve bu mekânlarda kâbuslar yaşatan ve yaşayan bizleriz. Kıskıvrak yakalamışlar bizi, tahakküm ilişkilerinden kurtulamıyoruz.

Dünya tarihi, egemenlerin hayal kurması ve diğerlerinin bu hayallerden ölmesidir. Ve bizler birilerinin hayallerindeki hazır-nesne ölüleriz. Ve işin tuhafı, egemenlerin düşlerini düşlüyor ve kendi ölümümüzü arzuluyoruz. Bize biçilen ölme ve öldürme rollerini çeşitlendiriyoruz sadece. Hayal kurduğumuzda egemenlerin hayallerini çoğaltıyoruz. Tahakküm ilişkilerinden canı yananlar, iktidarın hayallerini kendi hayalleri sanıyor. Düşlerimiz yok, düşlerimiz kurumuş. Oysa bizim hayallerimiz, mevcut gerçeklikten bir kopuşu gerektirmeli ve bu kopuşla birlikte bambaşka ilişkileri içeren bir dünya yaratmayı. Mitolojilerin bedenlere kazıdığı basma kalıp düzeni üretmekten başka bir işe yaramıyoruz.

Başa dönelim, mitolojik zamanlara. Erkek kendine öyle bir dünya imgesi yaratmış ki nereye baksak erkek öğenin tahakkümünü ve dişil öğenin boyun eğdirilişini görüyoruz. Ve hayallerimizde mevcut gerçekliği yeniden üretiyoruz. Her şey dünyanın yaratılışına dair mitlerle başladı. Ve biz, mitolojik tahayyülün eril zihniyeti içinde hareket ediyoruz. Ne anlatıyordu Hesiodos Theogonia’sında? Önce kaos vardı. Kaostan ilk olarak Gaia, dişil öğe, toprak ana ortaya çıktı. Sonra Gaia erkeği, gök tanrı Uranus’ü doğurdu. Gök tanrı toprak anayı dölledi ve sonunda bildiğimiz dünyaya ulaştık. Daha dünyanın kuruluşunda tüm pozisyonlar belirlenmiştir. Erkek üstte, kadın alttadır. Bu kutsal misyoner pozisyon toplumsal hiyerarşiye taşındığında eril ve aktif olan ile dişil ve edilgin olanın konumları meşrulaştırıldı. Güya mitolojilere inanmıyoruz ama hâlâ mitolojileri uyguluyoruz. Hayal mı kurmak istiyorsunuz? Olmadık şeyleri düşleyin, pozisyonları sorgulamakla başlayın işe.

7 Ekim 2017 Cumartesi

BİENALİ İŞGAL EDELİM!

Eric Mack

RAHMİ ÖĞDÜL
06.10.2017

Sanat yapıtlarını bir metnin içine gömebilirsiniz. Ya da yapıtlar tüm metinlerin üzerinde yüzebilir. Önce metinlerini tasarlayan ve yapıtlarını metnin içine gömererek bir arada tutan sanatçılar vardır. Ya da yapıtlarını metin denizinin akıntılarına, rastlantısal karşılaşmalara bırakan sanatçılar. Mutlaka her sanatçının kavramları vardır ama kavramlarla ördüğü anlatıların içine yapıtlarını gömenler ile yapıtlarını bir denizanası gibi kavramsal akıntılarla sürüklenmeye bırakanlar arasında fark vardır. Metne gömülü sergi düzenlemelerinde izleyiciler önceden metni bilemedikleri ve metnin içine giremedikleri için kendilerini dışlanmış gibi hissedebilirler. Yapıtlar sergi mekânına bir kurmacanın karakterleri gibi yerleştirilmişlerdir. İçine giremedikleri, bilmedikleri bir kurmacanın karakterleriyle karşılaşmışlar ama ne olup bittiğini anlamamış olabilirler. Ya da izleyici, sanatçının kendi metnine göre ilişkilendirdiği yapıtlar arasında kendi bağlantılarını kurabilir. Yapbozun parçalarını bir araya getirdikçe önceleri anlamsız gelen parçalı dünya anlamlı hâle gelecek ve kaostan düzen kotarmanın tadını çıkaracaktır. Ortaya çıkan anlamlı dünya sanatçının niyetinden çok farklı olabilir.

Yapıtları tek tek yorumlayıp yapıtlar arasında bağlantılar kurarak kendi anlatınızı oluşturmak çaba ister. Çoğunlukla metni önceden okuyup sanatçının yarattığı anlam dünyasında rahat bir yolculuğa çıkmayı yeğleriz. Sanatçının niyetine bağlı kalırsanız, sorunun çözümü için sanatçının size verdiği bir cevap anahtarınız olacak. Sorunla karşılaşmak ve kendi başınıza çözmek yerine cevap anahtarından doğru cevapları bulabilirsiniz. Ya da cevap anahtarını bir kenara bırakıp, tek tek yapıtlarla karşılaşabilir, bir duygulanım ve düşünme nesnesinin size sunduğu sorunları çözmeye girişirsiniz. Daha sonra anahtara baktığınızda verdiğiniz tüm cevapların yanlış olduğunu görebilirsiniz. Ama unutmayın, sanatta doğru cevap yoktur, sadece yorumlar vardır. Bir açık yapıt olarak sanat yapıtı, yorumlara açıklığıyla cevap anahtarını ihlal etmeye kışkırtacaktır zaten.

O yüzden sanat yapıtı ve yapıtların her yan yana gelişi yeni bir dünya imgesidir, bir ‘imago mundi’. Bildik bir dünyanın düşünce şemalarını terk etmeye davet eder sizi. Ya da bildik dünyayı görünür kılarak içinde bulunduğumuz ilişki ağlarına, kendimize dışarıdan bakmamızı sağlayarak hayatımızı bir düşünce nesnesine dönüştürebilir. Ve bu yüzden sanat yapıtlarının yer aldığı galeri mekânı bir şantiyedir. Sanatçıyla birlikte kendi inşanızı gerçekleştireceğiniz bir yıkım ve yapım yeri.

Sanat günümüzde yıkımla, insanı yerinden yurdundan eden kentsel dönüşümle birlikte anılır olmuştur. Nerede yoksulların yaşadığı bir semtin nezihleştirilmesi varsa, orada önce sanatın ortaya çıkışına ve ardından konut fiyatlarının yükselişine ve semt sakinlerinin yerinden edilmesine tanık oluyoruz. Zaman içinde kurulan komşuluk ağları sanatın öncülük ya da eşlik ettiği nezihleştirme hareketiyle birlikte parçalanmakta ve geriye kutuların içinde ilişkisiz bireyler kalmaktadır. Ve bu yılki İstanbul Bienali’nin temasının ‘İyi Bir Komşu’ olması da bir o kadar manidardır. Sanatın komşuluk ilişkilerinin yıkılmasındaki suç ortaklığını örtbas etme çabası mı yoksa bir vicdan kanaması mı?

Sanat komşuluk ilişkilerini yıkılmasına eşlik ediyor ve yoksulları yerinden yurdundan ediyorsa yoksullar da nesneler olarak değil, failler olarak sanatı işgal etmeli ve sanatın kurduğu dünya imgesini yerinden etmeli. Bu zamana kadar yoksullar sanatta, bir nesne, betimlenecek ve yüksek fiyatlardan satılacak bir imge olarak yer bulmuştur. Kültürel sermayeden yoksun bırakılanların bu dengesizliği ancak işgal sırasında gidereceklerinden hiç kuşku yok. Hazır metinlerin içine yerleştirilerek edilginleştirilenlerin, dünya bilgisinden yoksun bırakılanların sadece öte dünya bilgisine ulaşmalarına izin veriliyor. Sergi mekânı, dünya bilgisinden yoksun bırakılanların kendi dünya imgelerini kurabilecekleri, şimdi ve burada dünyayı kavrayabilecekleri ve çözümlerini kendilerinin bulacağı kendi sorularını sorabilecekleri bir şantiyedir. Bienali işgal etmezsek, bizim adımıza soru sorup bizim adımıza yanıt veren egemenlerin bir yerleştirme nesnesi olmaktan kurtulamayacağız.

1 Ekim 2017 Pazar

SİZ HİÇ KENDİNİZİ TERK ETTİNİZ Mİ?

Igor Morski

Thomas Wightman
RAHMİ ÖĞDÜL
29.09.2017

Bilinmeyen bir ada var mı hâlâ? Haritalarda olmayan bir ada. Bırakın adaları, yeryüzünün altını üstüne getirdiler, haritası çıkarılmamış bir yer var mı? İnsanın her yerine girdiler, girilmedik bir yeri kalmadı. İnsan var mı hâlâ?

José Saramago’nun ‘Bilinmeyen Adanın Öyküsü’ adlı kısacık anlatısının bedenimde ve zihnimde bıraktığı tortunun içinden yazıyorum: “Benim istediğim bilinmeyen adayı bulmak, orada, o adada kim olduğumu bulmak istiyorum” (çev. Efe Çakmak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Bir iç konuşmadır bu anlatı. Düşüncenin tek kişiyle değil, ancak çoklukla birlikte ilerleyebileceğinin anlatısı. Farklı karakterlerin konuşması birbirine virgüllerle öylesine bağlanmış ki dikkatinizi vermezseniz kimin konuştuğunu anlayamazsınız. Zaten kimin konuştuğunun ne önemi var ki? Konuşan çokluktur, içimizdeki çokluk: “Bilmiyor musun kim olduğunu, Eğer kendinden çıkamazsan, asla bilemezsin kim olduğunu.” Konuşma, virgüllerle birbirine bağlanan cümlelerle kesintisiz devam eder: “Adayı görmek için adayı terk etmen gerekir diyorum, kendimizden kurtulamadığımız sürece kendimizi göremeyiz diyorum, Kendimizden kaçamadığımız sürece, demek istiyorsun, Hayır, bu aynı şey değil.”

Kendimizden kurtulmak, kendimizden kaçmakla aynı şey değil. Kendinizden kaçabilir ama kurtulamazsınız. Kendimizden kaçmak; hep yaptığımız şey. Sorunlarla karşılaştığınızda sorunları bırakıp kaçacağınızı sanırsınız. Fakat Kavafis’in şehri gibi kendiniz, hep arkanızdan gelecek. Kendinizden kaçamazsınız. Ama içinizdeki çokluk konuşmaya devam edecek: “Kralın âlimi… ahkâm kesmeye başlardı, her adam bir ada derdi, ama bu sözlerin bir kadın olarak benimle bir alakası olmadığından, hiç kulak vermedim sözlerine, sen ne diyorsun.” Adayı, kim olduğunu bulmayı arzulayan anlatının kahramanı kulak verir içindeki çokluğa: “Adayı görmek için adayı terk etmen gerekir.” Ve teknesini yolculuk için hazırlamaya girişir. Adayı terk eden, bilinmeyen adayla karşılaşabilir ancak, yani kendisiyle. İnsan kendi içindeyken nereden bilebilir ki kendini?

Kendimizi bulmak için kendimizi terk etmemizi ve engin sulara açılmamızı öneriyor Saramago. Bu zamana kadar hep kendimizden kaçtık, ama kurtulamadık. Kaçmaya çalışıp da kurtulamadığımız nedir acaba? Bir yapıdır, üstelik çok iyi tanıdığımız bir yapı. Kalıbımızı çok iyi tanıyoruz ama kendimizin kim olduğunu bilmiyoruz hâlâ. “Sen busun” diyerek bizi hep hazır yapıların, kalıpların içine yerleştirdiler; içine yerleştirildiğimiz kalıpları kendimiz zannettik. Çok sıkıldık ve kaçmak istedik; o zamanda hazır ütopyalar sundular bize. Yılın belirli dönemlerindeki kaçamaklar, tatiller mesela. Tatillerde de kendimizden kaçamadık, yine kalıbın içindeydik çünkü. Sonra sanatçılara kendi ütopyalarını gerçekleştirsinler diye mekânlarını açtılar. Önceden planlanmış bir mekân içindeki kutulara sıkıştırılan hayaller. Hayallerimizi bile ütopya adı altında kalıplara soktular. Kaçamıyorsunuz, kalıplar peşinizden geliyor. Kalıbımızı terk etmeden asla kendimizi, kim olduğumuzu ve hayallerimizi bilemeyeceğiz.

Biliyorum, o kadar kolay değil kendini, kalıbını terk etmek. Dayayıp döşediğiniz bir evi; rahat koltukları, döşekleri geride bırakmak. Bedenin kalıbına dönüşmüş bir ev ya da evin kalıbını almış bir beden; tüm alışkanlıklar, basmakalıp düşünceler. Ve en zoru, iktidarın kendi tahayyülüne göre kurduğu insanı terk etmektir. Sabit bir öz etrafındaki halkalardan oluşan bir yapı olarak insan. İnsanın sabit bir doğası, özü vardır diyerek insanı sabitleyen ve en merkezdeki iç halkayı istediği gibi dolduran iktidar kendi insan kalıbını yaratmaya çalışmıştır her zaman. Ve dış halkalar, suya atılan bir taşın titreşimleri gibi dışa doğru yayıldıkça iktidarı çoğaltmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu yüzden insanlar arası ilişkilerden değil, iktidarın tasarladığı ilişkilerden söz edebiliriz. Ve bu tek merkezli, tek sesli kalıbımızı terk etmezsek asla işitemeyeceğiz içimizdeki çokluğu ve asla öğrenemeyeceğiz kim olduğumuzu. Hâlâ bilinmedik bir ada, bir insan var mı? Var tabi, kendimiz. Kalıbını terk edenler, dolduruşa gelmeyenler keşfedebilir ancak. İçimizde çokluk, önümüzde engin sular; yolculuğa var mısınız?