26 Ekim 2018 Cuma

DEPOLAMA ALANINIZ TÜKENDİ


RAHMİ ÖĞDÜL
26.10.2018

Uyarmışlardı bizi: “Depolama alanı tükeniyor. Bazı sistem fonksiyonları çalışmayabilir.” Depolama alanımız çoktan tükenmiş, farkında değiliz. Hayatlarımıza durmadan müdahale ediyorlar ve biz en hayati fonksiyonlarımızı bile yerine getiremiyoruz.

Mesela, doğada hiçbir varlık asla cismi kadar yer kaplamaz; kendi kudretlerince yayılırlar mekânın içinde. Ama biz, bırakın mekân yaratmayı, yaratılmış mekânları bile koruyamadık. Kamusal alanlardan geri çekilirken, içimize kapandık. Ve büzüle büzüle cismimizin kapladığı yeri bile yitiriyor ve iki boyutlu yassı varlıklara dönüşüyoruz. Mesela, sürekli açmazlarla karşılaşıyoruz. Doğadaki canlılar da açmazlarla karşılaşılaşırlar ama sadece kendi kudretlerine güvenir ve açmazı açarlar. Ama biz her açmazda, tıpkı tregadyalarda olduğu gibi yukarıdan indirilecek makine-tanrılardan medet umuyoruz. Demek ki depolama alanımız gerçekten tükenmiş; canlılığa özgü fonksiyonlarımızı yitirmişik. Peki, ne yapmamız gerekiyor? Akıllı telefonlarımız bizi sık sık uyarıyor: “Depolama alanı tükeniyor” ve çözümünü de vermiş: “Depolama alanını boşaltmak için önbelleğe alınmış dosyalar, kalan dosyalar ve reklam dosyaları gibi gereksiz verileri silin.” Madem telefonumuz çok akıllı, vakit kaybetmeden dediklerini yapalım.

Bellek gereksiz şeylerle dolu
Hayati fonksiyonlarımızın yeniden çalışması için kendimizi gereksiz verilerden arındırmamız gerekiyor. Belleğimiz gereksiz şeylerle o kadar dolu ki boşluğumuzu yitirdik, ne zihinsel ne de bedensel olarak hareket edebiliyoruz. Telefonumuz, “reklam dosyaları gibi” diyor, hiç durmayın, hayatımızdaki tüm reklamları silelim önce. Gereksiz ıvır zıvırları satın almaya bizi ikna etmeye çalışanları da. Sonra geriye, Matrix filmindeki gibi her “plug-in” olduğumuzda bize yüklenen dosyalar kalıyor. Ekranlara her bağlandığımızda içimize, hayati fonksiyonlarımızı bloke eden dosyalar boca ediyorlar. Hiç tereddüt etmeden silelim hepsini. Ve çekelim fişi, gereksiz veri girişini keselim. Gereksiz verilerle boğuluyoruz, ses fonksiyonlarımızın çalışmamasından belli; gıkımızı çıkaramıyoruz. Ama baksanıza, mega-makine nasıl da tıkır tıkır işliyor. Makine belleğimizi gereksiz verilerle doldururak işliyor ve biz hayati fonksiyonlarımızı yitirdikçe, makine güçleniyor.

Makinenin protezleriyiz
Telefonlarınız, “bazı sistem fonksiyonları çalışmayabilir” derken, elbette sizin hayati fonksiyonlarınızı düşündüğü filan yok, kendini düşünüyor ve bağlı olduğu mega-makineyi. Hepimiz makinenin protezleriyiz. Telefonun belleği dolarsa, mega-makine aksayacak. Bağlanamazsanız ıskartaya çıkacak. “Connecting people” sloganı ne de büyük bir kandırmaca! Birbirimize bağlandığımız filan yok, doğrudan makineye bağlanıyoruz, arada birbirimize bağlansak da aramızda hep makine oluyor. İlişkilerimizi makine üzerinden dolayımladıkça canlılığa özgü fonksiyonlarımızı yitirdik. Ve çoğumuz bunun farkında; sanal âlemdeki Baudrillard’ın simülasyon eleştirilerini paylaşanlardan biliyoruz. Ama yine de sanal âlemden vaz geçemiyoruz.

Nasıl doldurduk biz depolama alanımızı? Yerleşik hâle geçtiğimizden beri sanal âlemde dolaşıyoruz, ondan. Uygarlık dediğiniz, çitlerle doğadan ayrılmış sanal bir ortamdır. “İnsanlık, ...doğal dünyayı garip bir şekilde yok etmeye, soyut bir varlığa dönüştürmeye ve kendisinden tamamıyla kurtulmamızı sağlayacak egemen bir yapı oluşturmaya çalışmaktadır” (Baudrillard, Karnaval ve Yamyam, BÜY). İşin tuhafı, sanal olanı gerçek, doğayı ise bir soyutlama olarak var sayıyoruz. Sanal âlemdeki krallığımızı, gündelik yaşantımızın her anını paylaşarak genişletiyoruz. Ve hiçbir ânı kaçırmamak için durmadan kameraya bağlanıyoruz. Ama kaçırdığımız hayattır, yeryüzüdür, bedenlerimizdir. Kopuş ânını ıskalıyoruz. Hayati fonksiyonlarınız makineden kopunca ve belleğinizdeki gereksiz dosyaları silince çalışacak.

20 Ekim 2018 Cumartesi

RESSAM BİZE BAKIYOR


Velasquez, Nedimeler, 1656
RAHMİ ÖĞDÜL
19.10.2018

Ressam bize bakıyor. Sahi biz kimiz? Henüz kim olduğumuzu bilmiyoruz. Resmi görebilseydik, kim olduğumuzu söyleyebilirdik, ama tuvalin arkasını görebiliyoruz sadece. Acaba ressam bizi nasıl resmediyor? Meraktayız. Temsil edilmeye ihtiyacımız var, temsil aracılığıyla kendimizi tanıyabiliyoruz. Aynaya baktığımızda imgemizi görememek kadar can sıkıcı bir durum yoktur. Sokakta yürürken bile imgemizle göz temasını kaybetmemek için vitrin camlarındaki yansımalarda kendimizi arıyoruz. İmgemiz ile bedenli varoluşumuz arasında ters orantı olmalı. Baksanıza, bedensel kudretimizi yitirdikçe, imgelerimiz nasıl da güçlenip çoğaldılar, tüm gücümüzü temsile ve temsilcilere devrediyoruz. Ve imge güçlendikçe kudretin azaldığını, sanal âlemde imgelerini paylaşanlardan biliyoruz. Ete kemiğe bürünmüş kudretli varlıklar ortadan kalkarken, parlak yüzeylerdeki güçlü imgeler çoğalıyor. Ve kudretli bedenlerin kamusal mekândaki karşılaşmaları yerlerini, imgelerin birbirlerine dokunmadan kayıp gitmelerine bırakıyor.

Velasquez'in Nedimeler’i
Söz konusu, Velásquez’in 1656 tarihli “Las Meninas” (“Nedimeler”) tablosu. Ressam çok geçmeden tuvaline dönecek ve bizi resmetmeye devam edecek. Ama biz henüz tuvalin yüzeyini göremiyoruz, henüz yüzeye çıkmamışız demek ki; henüz aktüel olarak değil, virtüel, yani gizil güç olarak var olabiliyoruz. Henüz derinlerde bir yerdeyiz. Ve yüzeyde nasıl bir kimliğe bürüneceğimizi kestiremiyoruz. “Ressamın gözünü diktiği yer aslında anbean içerik, form, yüz, kimlik değiştiren bir yerdir” (Foucault, Velásquez, İletişim). Sürekli form değiştiren nesnesini nasıl yakalayacağı ve temsil edeceği ressamın sorunu. Ama asıl sorun, sürekli form değiştiren bizlerin imge perdesinde, yani tuvalde yakalanıp sabit bir imgeye dönüştürülmemiz. Ve ressamın ürettiği bu sabit imge, yani temsilimiz üzerinden bize bir kimlik biçilmesi ve bu temsili kendimiz sanmamız.

Güçsüzlüğümüzü gösteriyor
Ressam, ele geçirilmesi imkânsız bir oluş halini bakışıyla yakalayıp evcilleştiriyor. Ama henüz resmimizi göremedik, çünkü hâlâ tuvalin arkasındayız. Bu gidişle hep tuvalin arkasında kalacağız, karşısına geçebilseydik kendi resmimizi biz yapabilirdik ama izin verilmiyor, birisi bizi resmedecek ve “siz busunuz” diyecek, alıştık. Tuvalin arkasında kaldığımız ve yüzeye çıkıp mevcut şeyler düzenini değiştiremediğimiz takdirde, birileri bize bir kimlik biçecek ve bu kimlik bir temsil olarak bizim yerimize hareket edecek. Ressam bize güçsüzlüğümüzü gösteriyor; yüzeye çıkıp mevcut şeyler düzenini değiştirmek yerine, kudretimizi nasıl da temsilcilere devrettiğimizi. Velásquez’in tablosunun arka planında bir ayna var, bizi yansıtması gerekiyor ama baktığımızda kendimizi değil de kral ve kraliçeyi görüyoruz. Yerimizi onlar işgal etmiş, bizi onlar temsil ediyor. Demek ki tüm kudretimizi despota devretmişiz.

Şimdilik eksik olan halktır
Velásquez’in tablosu temsil krizini yansıtıyor. Bu tablo, despotun nasıl da bizim yerimizi gasp ettiğinin resmidir. Tabloda biz yokuz. Ressam bize bakıyor ama aynaya yansıyan kral ve kraliçedir. Ressamın gördüğü, sürekli form ve kimlik değiştiren ve tablonun yüzeyinde şimdilik eksik olan halktır. Bizi ancak biz temsil edebiliriz ya da bir resim çıkacaksa ortaya, o resmi biz çizeriz. Ressam da biziz, resmedilen nesne de. “Ressam aynı anda, hem temsil edildiği bu tabloda görünür olup hem de bir şeyleri temsil etmeye çalıştığı o tabloyu göremez” (Foucault). Nesne ile öznenin ayrımsızlaştığı bir düzlemde ne ressamı ne de resmedileni görebiliriz, sadece eylemlerimiz var. İnsan devindikçe çizer kendini ve manzara sürekli değişir. Ama temsil o kadar işlemiş ki içimize, ressamı ve ürettiği temsili arıyor gözlerimiz; toplumsal değişime dair tüm beklentilerimizi, umut adı altında temsilcilere yüklüyoruz. Ama artık temsil krizde. Boşuna poz vermeyin ressamın karşısında. Toplumsal tablodaki yerinizi çoktan despot işgal etmiş. Baktığınızda kendinizi değil, despotu göreceksiniz.

12 Ekim 2018 Cuma

TEN SADECE BİR YÜZEY DEĞİLDİR

Carl Warner
RAHMİ ÖĞDÜL
12.10.2018

‘En derin olan tendir’ (Paul Valery). “Nasıl olur?” diye itiraz edebilirsiniz, “ten bir yüzeydir”. Ama ten, derinlik yanılsamasına aldanmayacak denli derindir. Derinlik yanılsamasına aldanan gözdür, ten değil. Üstelik ten, derinlik yanılsaması yaratıp bizleri yerin dibine batıranlara direneceğimiz yüzeydir ama derindir. Ten, iktidar için bir yüzey olabilir ama bizim derinliğimizdir. Ten, yeryüzünün derinliğini duyumsadığımız yüzeydir. Tenin derinliğini hissetmeyen var mı?

Aşkın gerkçekliği
Ten, iktidar için haritası çıkarılacak bir yüzey, tıpkı yeryüzü gibi. Neresinin duyarlı, neresinin duyarsız, neresinin kamusal, neresinin özel olduğunu, neresine dokunup dokunamayacağımızı, ne kadarını göstermemiz ya da saklamamız gerektiğini bildiren haritalar. Aşkın gerçekliğin yeri olarak göklerden hakikat ile birlikte bize, yeryüzünde ve bedenlerde izlememiz gereken yollar bildirilmiştir. Mitolojik toplumlardaki bedenin ve tenin nasıl kullanılması gerektiğini gösteren kılavuzlar. Kapitalizm ise teni sömürgeleştirmek üzere haritalandırır, her bölgeyi uluslararası bir şirket işgal etmiştir; iç çamaşırlarınızdan tutun da kozmetiklere kadar, tenimizi tüketim nesneleriyle işgal etmeye çalışsalar da ten, derinliklerinde ele geçmeyeni, en direngen olanı saklayandır. Ama derinlik yanılsamasında olduğu gibi sahte bir derinlik değildir ten, üstelik hakikat bile değil; yüzeydeki kompozisyonu her an değiştirecek olan farklılıkları saklar derinliklerinde. Olay, hep yüzeyde gerçekleşir, tenin yüzeyinde; yüzeyin gerilimi, olaylara gebedir. Ve ten, durmadan dalgalanan kıvrımlı bir yüzeydir. Kıvrımlarının arasında kudret biriktirir.

Teniniz derindir
Şirketin, “En değerli giysiniz, cildiniz” dediğine bakmayın, bedeninizin yüzeyini ele geçirmeye çalışıyor. Ama bu hamleyi boşa çıkaracak olan yine teninizdir, çünkü derindir. Tenin altında başka tenler vardır, dalgaların altında başka dalgalar. Durmadan dalgalanan bir yüzey olarak ten dalgalanmadan başka bir şey değildir. Dalgaları ele geçiremezsiniz. Biz ancak dalgaların sahile vurduğu ölü kabukları tanır ve adlandırırız. Ten adlandırılamayandır. Ten, doğanın kudretidir, kaosun sularından çıkmıştır, o yüzden kaosun dalgalarını taşır. Kaosa direnendir ama aynı zamanda kaosu barındıran. Yaklaşık 4 milyar yıl önce yeryüzünün kaotik sularında ortaya çıkan ilk canlı molekül, hayatta kalmak ve hayatı çoğaltmak için içsel bir kozmosa ihtiyaç duymuş ve etrafında yağdan bir hücre zarı, bir ten oluşturmak zorunda kalmıştı. Ten, dışarıdaki kaosu içerideki kozmostan ayırır ama ten, bir duvar değildir. Ten gözeneklidir; kaos ile kozmos arasındaki geçişleri sağlayan, düzen ile düzensizlik arasındaki dalgalı yüzey. Ama kaosu dışarıda aramayın, kaos aynı zamanda içeridedir de. Yaşam kaos ile kozmos arasındaki bitimsiz geçişlerdir. Ve bu geçişlerin geçici çözüme ulaştığı yüzeydir ten. Ten sakin bir yüzey değildir, olaylıdır; yüzeyinde kasırgalar kopar. Tüyleriniz hiç diken diken olmadı mı?

Yeryüzünün de teni vardır, derindir. Yüzeyi gerilimlidir. Gerilimli olması kaos ile kozmosun birlikte dans etmesinden. Ve gözeneklerinde fırtınalar patlar. Biz ise lodosçular gibi kıyıya vurmuş ölü kabukları, nesneleri toplamakla yetiniriz. O yüzden tenimize ölü kabuk muamelesi yapanlar var, ölü kabuklardan kimlikleri teşhis edenler. Oysa tenin bir kimliği yoktur. Bağrında tüm birey öncesi kuvvetleri taşır, kaosun nabız atışlarını. Hep yüzeylerle karşılarız. Fakat derinlik yanılsaması yaratan yüzeyler de var, sakınınız! Sahte derinlikler yaratmaya ve bizi derinliksiz yüzeylerde avlamaya çalışanlara aldanmayınız! Derinlikten söz edenler, bizi ekranların düz camlarında avlıyorlar, sinekler gibi. Teni de metaların sergilendiği bir vitrin camına dönüştüreceklermiş güya. Ama yanılıyorlar, tenler dalgalı yüzeylerdir, derinlerde büyüyen dalgalar yürür yüzeylerinde. Dalgalı yüzeylerde hiçbir şeyi sabitleyemezsiniz. Kudretlenmek mi istiyorsunuz? Muhtaç olduğunuz kudret tenlerinizdeki dalgalardır.

5 Ekim 2018 Cuma

DERİNLİK YANILSAMASI VE YÜZEY GERİLİMİ

RAHMİ ÖĞDÜL
05.10.2018

Yasaları ve buyruklarıyla geldiler. Söylediklerine göre derinlerden gelmişler, yasalarını da beraberlerinde getirmişler. “Sizi kurtaracağız” dediler. Kurtuluş için yasalarına itaat etmeliymişik. Yine söylediklerine göre hakikat derinlerdeymiş; derinlere dalabiliyorlarmış, bir dalgıç gibi. Biz yüzey insanları derinlikleri, uçurumların koyu karanlığını nereden bilebilirdik ki? Derinlikle hiç karşılaşmadık, sadece yüzeyimiz vardı ve sadece yüzeyleri bilirdik. Dipten çıkardıklarını söyledikleri incileri koydular önümüze. “Hakikat budur” dediler. İnandık ve itaat ettik. Ve inci kolyeler taktılar boynumuza. O günden beri boynumuzda tasmalarla dolaşıyoruz.

Gıkımız çıkmıyor
Derinden geldiklerini iddia edenlerin söylediklerine ve hakikatlerine boyun eğdikçe yüzeyimizi, yeryüzünü yitirdik. Güya yerin yüzeyi bir yanılsamaymış, derinliğin gölgesi ve bizi yüzeysel olmakla suçladılar. Haklıydılar, biz yüzeyin kuvvetlerini bilirdik; kuvvetlerle birlikte yaşardık, yeryüzünün kuvvetleriyle dans etmişliğimiz vardı. Ve sadece yeryüzüne inanırdık. Ama onlar bizi yüzeyden kurtaracaklarını söylediler. Yüzeyde yaşamak zor iştir, çaba ister. Yeryüzünün gerilimli yüzeyinde ayakta durabilmek, ip cambazlığına benzer; denge ile dengesizlik arasındaki o müthiş mücadele. Şairin dediği gibi, “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden/bütün işin gücün yaşamak olacak.” Şaire değil de onlara inandık, yaşamaktan yorulmuştuk belki de, yeryüzünün gerilimli yüzeyinde mücadele etmekten. Derinliklere inanmak işimize geldi, kim bilir? Ve derin olduklarını söyleyenlerin peşine takıldık ve yeryüzünden koptuk. Boynumuzdaki tasmalarla derinlerin hakikatine inanıyoruz şimdi. Ve biz yeryüzünden vazgeçtikçe derin olduklarını söyleyenler, yeryüzünü, hayatlarımızı alabildiğine yağmalıyor, gıkımız çıkmıyor. Ses çıkarmaya cüret edenler oluyor bazen, o zaman da derinliğin yasaları giriyor devreye. Hakikatin yolundan sapmakla, sapkınlıkla suçluyorlar. Ve derinliğin gazabıyla korkutuyorlar.

Bize derinlikten söz edenlerin bu işten derin çıkarı olmalı: “Monarşik yönetim biçiminin büyük sırrı ve derin çıkarı, insanları dizginlemesi istenen korkuyu din kılığına sokarak onları aldatmakta yatar; insanlar böylece sanki kurtuluşları için savaşıyormuşcasına kölelikleri için savaşırlar” (Spinoza). Yüzeyden kurtulacaktık ama kendimizi köleliğin derin çukurunda bulduk. Derin çıkarları olanların derinliğe ihtiyaçları vardır. Derinlik yanılsaması yaratmak zorundalar. Oysa yüzeyden başka bir şey yok karşımızda. Ama baktığınızda derinmiş gibi hissediyoruz. Çizgisel perspektiften yararlandılar, derinlik yaratmak için. Yerimizden kalksaydık, sağından solundan baksaydık, dokunsaydık yanıldığımızı fark edebilirdik ama koltuklara çivilenmiştik. Gösterdiklerini derin sandık. Derinliğin içine öyküler yerleştirdiler, inandık. Tanrı-kralların öyküleri. Derin dedikleri stratejiler yalandan ibaretti. “Yalandan kim ölmüş ki” dediler. Savaşlarda milyonlarca insan öldü. Hâlâ akıllanmadık.

Derinlik bir yanılsama
Yüzeyi, yeryüzünü yağmalamak için uydurmuşlar tüm derinlik öykülerini. Yüzeyde yaşıyor, yüzeyde hareket ediyoruz ve ne olup bitiyorsa yeryüzünde gerçekleşiyor. Bir zamanlar yüzeyin kuvvetleriyle dans ederdik, şimdi bırakın dans etmeyi, yüzeyde ne olup bittiğini bile göremiyoruz, sadece derinliğin koyu karanlığı. Ve göremediğimiz yeryüzüne dair öyküler anlatıyorlar. Anlatmak zorundalar, Binbir Gece Masalları’nın Şehrazad’ı gibi, sustuklarında ölecekler. Ama susmuyorlar. Derin mevzularla oyalıyorlar bizi. Ekranlarda derin mevzuları tartışan derin adamları var. Derinlikten söz edenler, bizi yerin dibine, kendilerini gökyüzüne yerleştirenlerdir; iktidarları için kederli varlıklara muhtaç olanlar. Derinlik bir yanılsama, sadece yüzey var, sadece yüzeyde var olabiliyoruz. Yüzeyin kuvvetlerini yeniden duyumsayabiliriz. Hatırlayın, bir zamanlar yerin yüzeyindeki neşeli çocuklardık!