27 Nisan 2018 Cuma

KRAL ÇIPLAK MI?



Carl Warner
RAHMİ ÖĞDÜL
27.04.2018

Despotik toplumlarda örtü iktidardadır. Örtüyü kaldırmak yasaklanmıştır. Hakikat örtülü kalmalı. Örtülü kalmalı, çünkü kendini hakikat olarak dayatan despot örtünün altında saklanmıştır. Kral değil, çıplak olan tebaadır. Despot kat kat yasalarla sarmalanmıştır. İnsan ise bir soğan misali tabaka tabaka soyulmuş, çırılçıplak ve kudretsiz.

Röntgen, ultrason, MR, tomografi ve bilumum taramadan sonra insandan geriye sadece kimlik numarası kalmıştır. Numaranızı söylediğinizde, sizin kim olduğunuzu söyleyecekler. Tek bir numarayla tüm biyolojik verilerinize ulaşabiliyor ve tek bir numarayla içinizi dışınızı görebiliyorlar artık. Nazilerin Auschwitz Toplama Kampı’ndaki toplumsal kimliğinden sıyrılmış, adı sanı olmayan ve sadece koluna kazınmış bir numaradan ibaret olan çıplak insan ile biyolojik verilere ve biyometrik ölçümlere indirgenmiş ve kimlik kartında taşıdığı numaradan ibaret olan günümüz insanı arasında bir fark yok. Çipli kimlik kartınızda parmak izi, parmak damar izi, el ayası damar izi gibi biyometrik ölçümleriniz ve biyometrik fotoğraflarınız var. Ve bir de kalkmış, “kral çıplak” diyebiliyorsunuz. Kandırmayın kendinizi. Çıplak olan kral değil, bizleriz. Bizimkisi züğürt tesellisi.

İnsanlar değil, çıplak numaralar dolaşıyor sokaklarda; savaşlarda numaralar ölüyor. Ve geriye insan kaldıysa şayet, o da iktidarın bakışından kaçan ve asla numaralandırılamayandır. Bedeninde yeryüzünün akarsularını taşıyandır. Baharda, dağlarda eriyen karların sularıyla beslenip taşandır. Yeryüzünde bir ağacın dalı kırılsa canı yanan; kitap okuduğunda sırtında kasırgalar kopandır. “Çocuklar ölmesin!” dediği için çocuğuyla birlikte hapse atılan Ayşe Öğretmen’in gülen gözleriyle yeryüzüne bakandır. İnsan kaldıysa şayet tüm teniyle yeryüzünü duyumsayandır; yeryüzünü, kederli varlıkların ayaklarını sürüyerek dolaştıkları çorak bir yüzeye dönüştürenlere isyan edendir.

Ama bedenler sindirilmiş ve köleleştirilmiş. Eduardo Galeano’nun anlattığı, kapısı açık olsa da kaçmayan kafesteki kobay biziz: “Eve geceleyin döndüğümde kobayı aynen bıraktığım gibi buldum. Kafesin içinde, parmaklığa yumulmuş, özgürlük korkusuyla titriyordu” (Kucaklaşmanın Kitabı, Can). Kafesin kapısı açık ama kaçmıyoruz, özgürlükten korkuyor, köleliğimiz için savaşıyoruz: “Monarşik rejimin büyük sırrı ve derin çıkarı, insanları sindiren korkuyu din kılığı altında maskeleyerek, onları aldatmakta yatar; böylece insanlar kölelikleri için sanki esenlikleri adınaymış gibi cesurca savaşacaklardır” (Spinoza). Despot bizi hakikat kafesine kapatmış, yaşamaktan ölümüne korkuyoruz. Bırakın isyan etmeyi, parmaklıklara sarılıyoruz.

Ve durmadan yakalama aygıtlarına yakalanıyoruz. Soyumuzu sopumuzu merak ettiğimizde, tükettiğimizde, internette dolaştıkça, telefonda konuştukça yakalanıyoruz. Ve artık sokaklarda da kameralar var, hep enseleniyoruz. Ve iktidar bizi yakaladıkça haritamızı çıkarıyor; gen haritası, tüketim haritası, internette dolaşma haritası. Bu haritaları çoğaltabilirsiniz. Ve haritaları üst üste bindirdiğinizde insanın tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları elinizin altındadır artık. İnsanın haritası yeryüzünün haritasıyla örtüştüğünde, insan, harita üzerinde sayısal veriye dönüştüğünde proje tamamlanacak. Peki, her hareketi, düşüncesi önceden kestirilebilen sayısal veriye insan denir mi? Tabii ki hayır! İnsan, eyleme kudretiyle haritaya sığmayandır. Oysa despot, haritasını bozanlara iblis diyor: “İblisler tanrılardan farklıdır, çünkü tanrıların sabit nitelikleri, özellikleri ve işlevleri, yurtları ve kodları vardır: yollarla, sınırlarla ve harita çıkarmayla ilgilidirler. İblislerin yaptığı ise, aralıklar boyunca, bir aralıktan diğerine sıçramaktır” (Deleuze). Despot, haritasına boyun eğdirmek için ahlak yasalarını dayatıyor.

“Ahlak yasası bir ödevdir; itaatten başka bir sonucu yoktur. Bu itaat kaçınılmaz olabilir, emirler fazlasıyla akla yatkın olabilir. Ama sorun bu değildir. Ahlaki ya da toplumsal olsun, yasa hiçbir bilgi sağlamaz. Hiçbir şeyi bilinir hale getirmez” (Deleuze). Tebaa cahil ve çıplaktır ama despot yasalarla örtülmüştür. Yasalarıyla soyuyor bizi, çırılçıplak, kudretsiz bırakıyor, bir başımıza. Ama despot yasaların arkasına saklanmıştır. İnsan var mı hâlâ? Varsa, yasalara ve haritaya aldırmadan bir aralıktan diğerine sıçrayan, bedenler arasında bağlantılar kurdukça kudretlenen ve yeryüzünü kudretli ve sevinçli kılandır. “Çocuklar ölmesin!” diyen, ölümü değil, yaşamı olumlayandır.

25 Nisan 2018 Çarşamba

PARSEL PARSEL EYLEMİŞLER DÜNYAYI

Albrecht Dürer

Carl Warner
RAHMİ ÖĞDÜL
20.04.2018

Yeryüzünü seyrediyoruz ama parseller görüyoruz sadece. Âşık Mahzuni Şerif’in sesi kulaklarımda: “Parsel parsel eylemişler dünyayı”. Sadece dünyayı değil, bakışımızı da parsel parsel eylediler. Birbirine uç vererek yeryüzünü saran sınırsız ilişkiler ağı yerine, parsellerden oluşan bir yapboz var karşımızda. Gözlerimizin ayarlarıyla oynamışlar, yeryüzüne doğrudan bakamıyoruz. Yeryüzüyle aramızda ızgara var, o yüzden parsel parsel. Peki, kim yerleştirdi bu ızgarayı? Eski cumbalı evlerde kadınlar sokağa doğrudan değil, kafeslerin arkasından bakarlarmış. İnsanı kafesin içine kapatırsanız, bakışını da parsel parsel eylersiniz. Bakış, kuş misali özgürce uçmak, olmadık şeylere konmak, şeyler arasında olmadık bağlantılar kurmak ister. Ama olmuyor, bakış kafesin tellerine takılıyor.

Kafesin içinden bakınca parseller görüyoruz sadece. Kafese yerleştirilsek de düşüncemiz göçebe. Düşünce de bakış gibi kanatlanıp uçmak, duvarların, kafes tellerinin ötesine geçmek, bilinmeyen topraklara göçmek ister. Ama sınır boylarındaki dikenli teller derin yaralar açıyor göçebe düşüncede. Düşünmek, sınırların ötesine geçebilmek ve bir içkinlik düzleminde olmadık şeyler arasında olmadık bağlantılar icat edebilmektir. Düşünmek kuşa benzer, suya benzer. Yaralar açılsa da bünyesinde, çarpa çarpa çatlatır duvarları; çünkü çatlakların arasında kaçış çizgileri var. Düşünmeyi, dere yataklarını ıslah eder gibi ıslah edemezsiniz, beton kanallar boyunca akıtamazsınız. Önünü kesmek için yerleştirdiğiniz yasalarınızın bentleri de bir işe yaramaz. Kudretlidir, bir yolunu bulur, yıkar bentleri. Düşünmek, düz yolda yürümek değil, yoldan çıkmak, ara yollar icat etmektir.

Ama biz sadece kompartımanlar görüyor ve yeryüzünün çeşitliliğini “kültür mozaiği” olarak algılıyoruz. Mozaiklemek, ekranda istenmeyen bir görüntüyü sansürlemek için iktidarın kullandığı bir yöntemdir. Görüntüyü bulanıklaştırmak. Yeryüzünü bir kültür mozaiği olarak görüyorsanız hiçbir şey göremiyorsunuzdur demektir. Yaşamın birbirine uç vererek çoğalan kesintisiz bağlantıları, sınırlarla kesintiye uğratılmış ve yaşam kapalı birimlerin, mozaiklerin içine kapatılmış. Mozaik bizi körleştiriyor. Yaşam topluluklarının yeryüzünde ürettikleri kültürlerin, birbirlerine nasıl dokunduklarını, nasıl da iç içe geçtiklerini göremiyoruz.

Yeryüzüne ızgaranın, kafesin arkasından bakmayı yerleşikler icat etmiştir. Izgara kent planıyla yeryüzünü parsellere ayırdık önce. Bir kenti satranç tahtası gibi örgütlemek, yeryüzünü parsellere ayırmak, insanı da parsellerin içine kapatmak demektir. Parsellere kapatılmış olanlar sadece sınırları görebilirler. Sınırların içinde özerk yaşam hayali kuranlar da onlardır. Hiç kimse özerk değil. Herkesin içinden, tıpkı keçenin dokusunda olduğu gibi, her yöne doğru yeryüzünün kuvvet çizgileri geçer ve her hayat keçeleşir. Keçe, göçebelerin malzemesidir, birbirini dik kesen çizgilerden oluşan dokuma ise yerleşiklerin. Dokumanın ızgara planında özerklik hayali kuran yerleşikler, fark etmeseler de içlerinden geçen kuvvet çizgileriyle göçebeleşmişlerdir. Yeryüzünün kuvvet çizgileriyle kudretlenmeyelim diye parsellere kapatıldık. Baktığımızda her şey parsel parsel bölünüyor.

Hepimiz Albrecht Dürer’in perspektif aletinden çıktık. Dürer’in çiziminde erkek bir ressam, karşısında uzanmış bir kadın ve aralarında ızgara vardır. Ve ressamın önündeki kâğıt da parsellere ayrılmış. Eril iktidarın kadın bedenini bir arazi parçası gibi parsel parsel kâğıda geçirerek kendi mülkü kılmasıyla, yeryüzünü parsel parsel mülkiyetine geçirmesi arasında bir fark yok. Nitekim Edgar Degas’nın 1892 tarihli “Kıyı Manzarası”sına dikkatle baktığınızda arazinin topografyasıyla kadın bedeninin örtüştüğünü görürsünüz. Günümüz fotoğraf sanatçısı Carl Warner kadın bedenlerinden peyzajlar yaratmıştır. Bedenler, fethedilecek ve parsellere ayrılacak arazi. Yunanca “nomos” hem yasa hem de bir arazinin sınırları anlamına geliyor. Izgara plan iktidarın “nomos”u, yani namusudur. Izgaranın, kafesin arkasından bakıyoruz ve yeryüzü bir yapboz bulmacası olarak uzanıyor önümüzde. Yapbozdaki eksik parçaları tamamlamaya koyulduğunuzda iktidar gibi bakıyorsunuzdur hayata, iktidar gibi düşünüyorsunuz. Ya da düşündüğünüzü sanıyorsunuz. Oysa düşünce göçebedir. Bakışımızı iktidarın ızgara planından kurtarmalıyız önce; gerisi kolay. Gerisi özgürlük!

12 Nisan 2018 Perşembe

NEREDEN ÇIKTI BU ZOMBİLER?


RAHMİ ÖĞDÜL
13.04.2018

Yaratmayı yıkımla eşleştiren avangard sanatın mottosunu hatırlayalım, Picasso söylemişti: “Her yaratıcı hareket bir yıkımla başlar”. Bu mottonun kapitalist karşılığı “yaratıcı yıkım”dır. Joseph Schumpeter, “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi” (1950) adlı kitabında kapitalizmin doğasını tanımlamıştı: “Kapitalizm, doğası gereği ekonomik değişim biçimi ya da yöntemidir. Asla, ama asla durağan olamaz. Yaratıcı yıkım olgusu kapitalizmin asli olgusudur.” İktidar avangarddır ya da avangard iktidardır; yıkarak yaratıyor kendini ve yıktıkça yeryüzünü felakete sürüklüyor. Ve yıkımdan geriye kalanlarla kendi canavarlarını yaratıyor. Yarattıkları, yıkıma yazgılı bedenlerdir.

Modern zamanlar, bedenlerin parçalandığı ve parçalardan canavarların yaratıldığı zamanlardır. Sanat tarihçisi Linda Nochlin “Parçalanmış Beden/Modernitenin Metaforu Olarak Parça” (2001) kitabında 18.yy’ın sonundan itibaren sanatta bütünlüğün nasıl yitirildiğini ve bir imge olarak bedenin nasıl parçalandığını anlatmıştı. Modern zamanlarda bedenin, bir metafor olarak değil, gerçekten parçalandığı zamanlar olmuştur, giyotinli zamanlar. Ressam Theodore Géricault’nun 1818-19’da beden parçalarını kullanarak yaptığı tablolarda, beden bütünlüğünü yitirmiş, kesik başlar, kollar, bacaklar yan yana yerleştirilmiş. Ve aynı yıl, 1818’de Mary Shelley, ceset parçalarını birbirine dikerek kendi canavarını yaratan doktor Frankenstein’ın öyküsünü yayımladı. Tıpkı doktor Frankenstein gibi, kapitalizm de toplumsal bedeni parçalamış ve parçaları fabrikalarda bir araya getirerek proletaryayı yaratmıştı. Yaratıcı yıkım kendi canavarlarını üretiyor. Edebiyat eleştirmeni Franco Moretti, Frankenstein’ın canavarından söz ederken, “tıpkı proletarya gibi o da kolektif ve yapma bir yaratıktır. Doğada bulunmaz, insan elinin eseridir” diyor ve ekliyor: “Canavarın bedeninde yeniden bir araya getirilip hayata döndürülen şey, feodal ilişkilerin çözülmesiyle suça, yoksulluğa ve ölüme sürüklenenlerin, yani yoksulların vücutlarının parçalarıdır” (Mucizevi Göstergeler, Metis).

Kapitalizm, yarattığı canavarın kendini yok edeceğini anladığı an, bir kez daha yaratıcı bir yıkımla ondan kurtulmayı başardı. Fabrikalarda bir araya gelen yoksulların vücut parçaları proletarya olarak dirilince ve karşısına dikilince, kapitalizm her zamanki gibi yine bağları kopararak, parçaların dikiş yerlerini sökerek gerçekleştirmiştir yaratıcı yıkımını. Bir araya gelerek bedenleşme fırsatı yakalayan parçalar, yeniden parçalanmış ve geriye, yürüyen cesetler, zombiler kalmıştır: “Zombiler konuşmazlar, beyinsizdirler, zombiye dönüşmeden önceki hayatlarını veya bağlılıklarını hatırlamazlar, kayıtsız bir kalabalığa katılarak ve sayıca katlanarak büyürler. Bulaşıcı bir hastalığa benzerler, anlamsız fakat doymak bilmez açlıklarıyla son canlıya kadar silip süpürmek ve nüfuz alanlarını kıyamet gününe dek genişletmek isterler” (Roger Luckhurst, Zombiler, Koç).

Zombiler düşünmezler, çünkü iktidarın düşünen, eleştiren, sorgulayan, direnen ve direndikçe kendi mekânlarını yaratan diri bedenlerden canı çok yanmıştır. Ve toplumsal bedeni, geriye sadece zombiler kalıncaya dek parçalamaya kararlı. Zombi üretmek için ilk önce belleği yıkmak gerekecek, önceki hayatlarını ve bağlılıklarını hatırlamasınlar diye. Kentsel dönüşümde yıkılan belleklerimizdir. Dirilişler yaşadığımız, bedenleştiğimiz mekânlar ve meydanlar yıkıldıkça geçmişi ve geleceği olmayan ve hep şimdide yaşayan zombilere dönüştük. Ve kayıtsız bir kalabalığa katılarak ve sayıca katlanarak AVM’leri dolduruyoruz şimdi. Doymak bilmez bir açlıkla tüketiyoruz; tükettikçe, yeryüzüyle birlikte tükeniyoruz.

Ayaklarını sürüyen, hantal zombiler evrim geçirmiş ve hızlanmışlardır. Çünkü “Black Friday” gibi marketlerin indirim günlerinde metaları kapabilmek için hızlanmaları gerekecekti. İşlerine yarasın ya da yaramasın, sırf tüketme hazzıyla önlerine çıkan her şeyi silip süpürürler. 2002 tarihli “28 Gün Sonra” filminde zombiler atikleşmiş ve avlarının peşinden koşmaya başlamışlardır. Ve “Ölülerin Şafağı” filminin yeniden çevriminde (2004) zombiler gerçekten hızlıdır. 2018’e geldiğimizde, her yeri istila ettiklerini, ölüm severliklerini her yere bulaştırdıklarını görebilirsiniz. Ve artık düşünmenin, eleştirmenin, sorgulamanın ortamı akademi bile zombilerin işgali altındadır. Zombilik bulaşıcıdır. Aman, dikkat edin, bulaşmasın! Ne diyordu zombi?: “İsyan edemem, çünkü iradem yok! Tek bildiğim itaat etmek, çünkü BEN BİR ZOMBİYİM!” (bkz Luckhurst).




6 Nisan 2018 Cuma

BİR İLE ÇOK ARASINDA

Andy Warhol

Andy Warhol
RAHMİ ÖĞDÜL
06.04.2018

Düşünmeye başladığından beri insanın zihnini meşgul eden temel mesele, “bir” ile “çok” arasındaki ilişki olmalı. Çokluğu pek sevmeyiz, çoklukla yaşamak zordur çünkü, sadeleştirmek gerekecek. Yaşamın çokluğuyla, değişimiyle baş edemeyenler, gözlerini göğe çevirdiklerinde sabitliği gördüler ve yeryüzünün çokluğunu yanılsama olarak dışlayıp hayatı göksel hakikate göre tasarladılar. İ.Ö. 5. yüzyılda Parmenides’in “Bir” olarak adlandırdığı ve küre şeklinde tanımladığı “hakikat” ile, 12.000 yıl önce inşa edilen ve yeryüzünün en eski tapınağı olan çember biçimli Göbeklitepe Tapınağı arasında sadece biçimsel benzerlik yoktur, her ikisi de yeryüzünün çokluğunu, değişimi çemberin dışında bıraktı. Ve içeride göksel plana göre örgütlenmiş tek merkezli bir düzen yarattılar. İçerisi, göksel haritanın yeryüzüne yansımasıdır. Yaşamı yadsıyan despotlar da kendi düzenlerini dayatmak için yine referanslarını gökten alacaklar.

“Bir ile çok” arasındaki ilişkiyi önce mitlerle açıklamaya çalıştı insan. Mitler “önce kaos vardı” diye başlarlar söze ve kaostan bildiğimiz evrenin, yani çokluğun nasıl ortaya çıktığını anlatırlar. Thales’le başlayan doğa filozoflarının gündeminde yine “bir ile çok” ilişkisi vardır. Evrenin yapıtaşı, “arke”si olarak önerdikleri tek bir şeyden evrenin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalıştılar. “Bir ile çok” arasındaki ilk çatışma Herakleitos ile Parmenides arasında yaşanmıştır. Ve bundan sonra felsefe ve düşünce tarihi, bu çatışmanın ve bu çatışmayı uzlaştırmanın izlerini taşıyacak. Herakleitos’un değişimi ve çokluğu olumlayan felsefesinin ardından gelen Parmenides değişimi ve çokluğu yanılsama olarak dışlarken “bir” adını verdiği hakikatin değişmeyen doğasını tanımladı. Ardından gelen Empedokles’ten Demokritos’un atomculuğuna uzanan düşünce çizgisinde, Parmenides’in küre biçimli “bir”i çoğalmış, temel parçaçıklar halini almıştır. Herakleitos ve Parmenides’i birlikte düşünmüşler, hem bölünmez temel parçaçıkları hem de bu temel parçaçıkların karışması ya da dağılmasıyla değişimi ve çokluğu olumlamışlardır.

Demokritos’un atomunu birey olarak da okuyabilirsiniz. Çünkü her ikisi de aynı anlama geliyor (“atom” ve “individual”, bölünmez demek). Tıpkı atomların boşlukta hareket ederken birbiriyle çarpışarak yeni dünyalar meydana getirmeleri gibi, bireyler de kamusal mekânlarda karşılaşmalar ve birleşmelerle yeni dünyalar yaratabilirler. Ve atomlar toplumsal düzleme taşındığında “bir ve çok” tartışması birey ile toplum arasında geçecektir artık. “Bir” bireyi temsil ederken bireyciliğe yaslanan burjuva ideolojisi görünüşte birlerin çoğalmasından, çokluktan yanadır; toplumsallığı temel alan sosyalizm ise “bir”lerin birleşmesinden. Kapitalizm yalıtılmış “bir”leri sever en çok; bireyler birleşerek örgütlü bir kuvvete dönüşmesin diye toplumu yalıtık atomlar halinde parçalamıştır.

Oysa Sovyet devriminin ilk yıllarında Aleksandr Bogdanov “Prolekült” projesiyle, proleterya tarafından proleterya için üretilen yeni bir kültür formu, bir bütün yaratmaya çabalamıştı. Geçmişin tüm kültürel mirasını reddederek yeni bir proleterya kültürünün geliştirilmesini, parti entelijansiyası yerine işçilerin entelijansiyasının üretilmesini savunuyordu. Ve Bogdanov’a göre işçiler “yaratıcılık, bireysel inziva ve belirsiz, bilinçdışı yöntemlerden oluşan Romantik mirastan koparılmalı ve rasyonel olarak düzenlenmiş üretime yönlendirilmeliydi.” Troçki Bogdanov’u bireysel psikolojiden çok kolektif psikolojiye önem vermesi nedeniyle eleştirmiştir: “Deneyimleri kabul etmemek, yani edebiyatta ya da sahnede bireysel psikolojiyi reddetmek ne demek?” (Claire Bishop, Yapay Cehennemler, Koç).

İçini boşaltarak bireyi rasyonel bir tasarım ürününe dönüştürmede kapitalizm başarılı olmuştur. Sanat kuramcısı ve eleştirmeni Hal Foster’ın deyişiyle “nesnelere küçük özneler muamelesi yapıldığı topyekûn tasarım çağında” yaşıyoruz. Tersi de geçerli; öznelere nesne muamelesi yapıldığı, bedenlerin tasarlandığı tasarım çağındayız. Bireyi tıpkı atomlar gibi bölünmez bir bütün olarak düşünmek ve bu bütünü biçimlendirme çabası sonunda totaliter bir anlayışa dönüşecektir. Bireyin içini yok sayarsanız, geriye ölü bir kabuk kalır. Ve o zaman ölü kabukları istediğiniz gibi tasarlayıp mekâna yerleştirebilirsiniz. Ama unutmayın, bireyin içinde çokluk vardır, yeryüzünün çokluğu. “Bir”ler buluştuklarında ve içlerindeki çokluğu birbirlerine bulaştırdıklarında, yani farkı açığa çıkardıklarında çoğalabilirler ancak. Yalıtık “Bir”lerden çokluk yaratamazsınız.